Nisan 25 21:49

İRAN’A SALDIRI HAZIRLIĞININ TÜRKİYE AYAĞI

İRAN’A SALDIRI HAZIRLIĞININ TÜRKİYE AYAĞI

İsrail’in bahanesi İran’dı! Ama asıl hedefi Türkiye olmaktaydı!

Hatırlayacaksınız; Siyonist İsrail, Putin ile Trump görüşmesinde İran’ın Suriye’den çıkışı konusuna anlaşmaya varmıştı. İran lideri Ali Hamaney’in Uluslararası İlişkiler Danışmanı Ali Ekber Velayeti de, Suriye ve Irak yönetimlerinin “istemesi halinde” bu ülkelerdeki İran askeri güçlerinin çekileceğini açıklamıştı.

İsrail’in ABD Büyükelçisi Ron Dermer, İsrail yönetiminin 16 Temmuz’da Rusya devlet Başkanı Vladimir Putin ve ABD Başkanı Donald Trump’ın yapacağı görüşmede İran’ın Suriye’den çıkışı konusunda mutabakat sağladığını vurgulamıştı. Bir toplantıda konuşan Dermer, "Şu anda üzerinde durulan en güncel konunun Suriye'deki durum olduğu aşikâr. Eğer Rusya ve ABD Suriye'deki siyasi süreç hakkında anlaşabilirse, İsrail'in bakış açısına göre, İran'ın Suriye'den çıkışı garanti edilmeli. Bu, bölge için çok iyi ve olumlu bir gelişme olur" diyen Dermer, Putin ve Trump'ın yapacağı görüşmenin başlı başına olumlu bir gelişme olduğunu, zira Rusya-ABD işbirliğinin bölgedeki birçok sorunun çözülmesini sağlayabileceğini hatırlatmıştı.

Netanyahu'nun: “Esad ile sorunumuz yok!” mesajı!

Öte yandan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Suriye’deki rejim lideri Beşar Esad’la sorunlarının olmadığını açıklamıştı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, resmi ziyaret gerçekleştirdiği Rusya’dan ayrılırken gazetecilere Suriye’deki son gelişmelerle ilgili değerlendirmelerde bulunurken, ülkesinin Suriye’nin iç işlerine müdahil olmak istemediğini, geçmişte de bu yönde herhangi bir girişimlerinin olmadığını dile getirmiş, sadece İran Hizbullah ve DEAŞ’ın Suriye’deki varlığından rahatsız olduklarını vurgulamıştı.

“Putin de İsrail’e yardımcıydı!”    

Putin ile ortak basın toplantısında iki ülkenin işbirliğinin güya yüzbinlerce insanın hayatını kurtarma potansiyeli bulunduğunu öne süren Trump, “Başkan Putin de İsrail’e yardım ediyor” açıklamasını yapmıştı. ABD Başkanı Donald Trump, Suriye krizinin karmaşık olduğunu belirterek, ülkesi ve Rusya arasındaki işbirliğinin güya yüzbinlerce insanın hayatını kurtarma potansiyeli bulunduğunu aktarmıştı. İki ülke arasındaki ilişkilerin hiç olmadığı kadar kötü durumda olduğunu dile getiren ve “Bunun birkaç saattir değiştiğini düşünüyorum” diyen Trump; Rusya hükümeti ile kendi seçim kampanyası arasında “gizli bir anlaşma” olmadığını hatırlatmıştı. Trump, İsrail ile ilgili olarak da “Başkan Putin de İsrail’e yardım ediyor. Her ikimiz de Binyamin Netanyahu ile konuştuk ve onlar da Suriye konusunda İsrail’in güvenliğini ilgilendiren belli şeyler yapmak istiyor” açıklamasını yapmıştı. Trump, “Ordularımız, uzun zamandır siyasi liderlerden daha iyi geçinmekte. Suriye’de de iyi geçinmekteyiz” değerlendirmesinde bulundu.

Zaten Rusya Genelkurmay Başkanı Valeriy Gerasimov’un ABD’li meslektaşı Joseph Dunford’a Suriye’de işbirliğini öngören bir mektup gönderdiği ortaya çıkmıştı.

Bu mektubun varlığını ilk olarak İngiliz Reuters haber ajansı açıklamıştı. Ardından Rus Pravda gazetesi başta olmak üzere bir dizi yayın organı da bu mektuptan söz etmeye başlamıştı. Buna göre General Gerasimov, Trump-Putin Helsinki zirvesinden üç gün sonra 19 Temmuz tarihinde Amerikalı mevkidaşı General Dunford’a gizli bir Suriye mektubu yollamıştı. Suriye’de, Rusya ve İran’ın yardımıyla, Esad rejiminin geri aldığı güneydeki bölgelerden söz eden Gerasimov, “Suriye’de yönetimin tekrar kontrolü sağladığı bölgelerde gelin birlikte çalışalım. O bölgelerin yaşanılabilir olması için Şam yönetiminin imkânları yetersiz. Rusya ile ABD el ele vererek sivil halkın evlerine dönmesini sağlayacak çalışmalar yapalım” satırlarını yazmıştı.[1]

Bunların ardından Rusya, İran’ın bölgeden çekildiğini açıklamıştı!

Suriye'nin güneyinde İsrail sınırına ulaşan İran milisleri, ağır silahlarıyla birlikte bölgenin 85 kilometre uzağına yerleşmişken, birden Rus haber ajansı TASS, Suriye'nin güneyinde yaşanan önemli bir gelişmeyi dünyaya duyurmuşlardı.

Muhalif unsurların İdlib'e tahliyesiyle Suriye'nin güneyinde kontrolü ele geçiren Esed rejimi ve destekçisi İran güdümlü güçler, İsrail'in işgali altında bulunan Golan Tepeleri'ne kadar ilerlemişken, İsrail'den saldırı sinyalleri gelince Rusya hemen devreye girmiş ve İran unsurlarının geri çekilmesini sağlamıştı. Tel Aviv yönetimi bu teklifi yeterli bulmasa da, Hizbullah milislerinin de bulunduğu İran güçleri sınır hattından çekilmeye başlamıştı. Rusya, İran milislerinin sınırın 85 kilometre uzağına konuşlandığını aktarmıştı. İsrail, sınır hattındaki İran ve Hizbullah güçlerini doğrudan tehdit olarak gördüğünü daha önce birçok kez açıklamıştı. Tel Aviv yönetimi, şimdiye kadar birçok kez iç savaş ülkesi Suriye'deki İran mevzilerine füze saldırıları yapmıştı.

Bu arada İsrail ordusu, Gazze’ye savaş uçakları, tank atışı ve toplarla düzenlediği saldırısını yoğunlaştırmıştı. AA muhabirine açıklamada bulunan İsrail ordu sözcülüğünden bir yetkili, Gazze sınırındaki İsrail askerlerine ateş açıldığını öne sürerek, buna karşılık ordunun Gazze’ye saldırı başlattığını açıklamıştı. Ordu yetkilisi, İsrail savaş jetlerinin Gazze üzerinde uçmaya devam ettiğini belirtirken, operasyonun ne zaman sona ereceğine ilişkin herhangi bir bilgi aktarmamıştı. Öte yandan ordudan yapılan yazılı açıklamada da jetler ve tanklarla Hamas’a ait olduğu öne sürülen askeri noktalara geniş çaplı saldırı başlatıldığı vurgulanmıştı. Ordunun yüksek alarm seviyesinde olduğuna vurgu yapılan açıklamada, "Hamas, gerilimi tırmandırmayı seçti ve bu eylemlerin sonuçlarına katlanacaktır. İsrail ordusu şu anda (Gazze’de) çeşitli yerlere saldırı düzenliyor." yalanını tekrarlamıştı.

Türkiye’de bulunan “ABD’nin İran’a saldırı Karakolu” Nereye Konuşlanmıştı?

ABD’nin kendi yetkililerinden bile sır gibi sakladığı Türkiye’nin doğusunda İran’a 450 km uzaklıkta bulunan “ileri karakolu” merak uyandırmıştı.

ABD'nin İran'a karşı başlattığı ekonomik ambargonun ardından, bir araya getirdiği İslam ülkeleriyle oluşturduğu yeni ittifaklarda, Türkiye'nin öznel durumu da yavaş yavaş netleşmeye başlamıştı. Türkiye, İran’a karşı ekonomik ambargoya sıcak bakmazken, ABD’nin Türkiye’deki gizli “ileri karakolları”aydınlığa kavuşturulması gereken bir konu olarak gündeme taşınmıştı.

ABD Türkiye’de bulunan askeri üslerini iyileştirmek için 2018 bütçesinden yüklü miktarda para ayırmıştı. Burada dikkat çeken nokta ise Amerikan Hava Kuvvetleri’nin talebi olmaktaydı. Bütçede İncirlik için talep edilen miktar açıkça ifade edilirken, adı açıklanmayan yerler için de finansman talebinde bulunmuşlardı. İşte bu adı açıklanmayanaskeri yerlerin neresi olduğu sır gibi saklanmıştı. Yani Türkiye’de ABD’nin “ileri karakolları” “ileri üsleri” bulunmakta, fakat bunların yerleri hem ABD’li yetkililerden hem de Türk kamuoyundan saklanmaktaydı. 2018 bütçesinde fon istenen bu yerler “forwardoperating site” (FOS) ileri operasyon bölgesi olarak tanımlanmıştı. Nerede olduğu bilinmeyen bu yerlere aktarılan para ise 6.4 milyon dolardı. ABD ordusu güvenlik zafiyetine neden olur gerekçesiyle, bu ileri karakolları için istenen 6.4 milyon dolarlık ödeneğin ayrıntılarını tartışmaktan sakınmıştı.

“Forward Operating Site” FOS’un görev tanımı

ABD’nin gizli ileri karakolu olarak görev yapan “forward operating site” olarak adlandırılan bu yerler, 2004 yılından sonra kurulmaya başlanmıştı. Dikkat çekmemesi için dar, ama operasyon kabiliyeti yüksek bu yerler aynı zamanda istihbarat ve lojistik destek amaçlı olarak da kullanılmaktaydı. Fakat kimse bu operasyonel yerler hakkında geniş bir bilgiye sahip olamamıştı. Şimdi soruyoruz:

• Bu yerlerde ne tür askeri teçhizatlar bulunmaktaydı?

• Bunların denetimini kimler yapmaktaydı?

• Bu yerler kime karşı ve ne amaçlı kullanılacaktı?

• Bu hayalet üsler olası bir İran saldırısında ne tür görevler için hazırdı?

Bunları duymazdan gelen Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan: “NATO’da en güzel dayanışmayı sergiledik” buyurmuşlardı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD’nin Papaz Brunson konusundaki tehditlerine dair “Biz NATO’da ABD ile en güzel dayanışmayı ortaya koyduk. Kore’de onlarla beraber olduk. Hala NATO’da en üst düzeyde dayanışmayı koyan Türkiye’ye karşı böyle bir tehdit dili kullanmak asla yakışmaz. Ve bu tür tehdit dili kullanmaya biz, kusura bakmasınlar, prim vermeyiz”açıklamasında bulunmuşlardı.

Türkiye’ye karşı ikinci İncirlik hazırlanmıştı!

ABD, Kaos üssü olan İncirlik Hava Üssü’nün bir benzerini Suriye’nin kuzeyine kurmuşlardı. YPG terör örgütünün işgal ettiği alanda kurulan üsse, askeri yüklü uçaklar inmeye başlamıştı. Medyaya ulaşan görüntülerde askeri mühimmatların yanı sıra terör örgütünün elinde tuttuğu alanlara hava savunma sistemi kurmak için uydu ekipmanlarının getirildiği de anlaşılmıştı. Suriye’nin kuzeyinde YPG terör örgütünün işgal ettiği alanlarda kurulan hava üslerinden ilk faaliyete geçeni ise Haseke kentinde bulunan Tel-Baydar hava üssü olmuştu. ABD Hava Kuvvetleri 816 Seferi Havayolu Filosu’na tahsis edilen üsse ilk inen uçaklar ise ABD’nin kullandığı C-17 askeri kargo uçaklarıydı. Yani artık havadan da silah yardımı yapılacaktı. Bu hava üssü sayesinde ABD, artık ABD’nin terör örgütüne karadan yaptığı silah sevkiyatını havayolu ile de yapacaktı. C-17 askeri kargo uçakları ile taşınan silahları başta İncirlik olmak üzere Ortadoğu’daki diğer üslerine bırakan ABD, daha sonra bu silahları TIR’lara yükleyerek YPG’ye ulaştırmaktaydı. Suriye’de bu tip uçakların inebileceği üslerin olmaması nedeni ile TIR konvoylarını tercih eden ABD, artık örgüte silah yardımlarını direkt kargo uçakları ile sağlayacaktı.

Zaten daha önce ABD'nin İncirlik Üssü'ndeki faaliyetleri kısıtladığı ve İncirlik'i zamanla boşaltacağı iddiaları gündeme taşınmıştı.

Oysa Wall Street Journal Gazetesi, adları belirtilmeyen Amerikalı yetkililere dayandırdığı haberinde, ABD'nin İncirlik Üssü'ndeki muharip operasyonlarını ani bir şekilde askıya aldığını ve Ankara ile Washington arasındaki gergin ilişkilerden dolayı kalıcı olarak Adana'da bulunan üsteki askeri varlığında azalma yapılacağını yazmıştı. İncirlik Üssü'nün DEAŞ ile mücadelede önemli rol oynadığı belirtilen haberde, Ocak ayında bir filo A-10 savaş uçağının üsten ayrılıp Afganistan'a yollandığı, üste sadece yakıt ikmal tanker uçakları kaldığı vurgulanmıştı. Haberde ayrıca Amerikan ordusunun üs’te bulunan aile üyelerinin sayılarını da tedrici bir şekilde düşürdüğü aktarılmıştı. Diğer taraftan, DEAŞ ile mücadelenin hava saldırıları ayağı neredeyse bitme noktasına gelmesinden dolayı ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) Irak ve Suriye'de faaliyet gösteren savaş uçaklarının büyük bir kısmını son dönemde operasyonlara hız verilmiş olan Afganistan'a göndereceği konuşulmaktaydı. Türkiye uzun bir zamandır ABD'nin terör örgütü PKK'nın Suriye kolu YPG'ye destek vermesine karşı çıkmaktaydı. ABD'nin YPG/PKK konusunda Türkiye'ye verdiği birçok sözü tutmaması, Ankara ile Washington arasındaki ipleri daha da germeye başlamıştı. Türkiye ile ABD arasında, FETÖ ile mücadele, Irak ve Suriye başta olmak üzere bir dizi konuda çözüm geliştirilmesi amacıyla kurulan üç teknik komiteden Suriye komitesinin ilk toplantısı 2018 Şubat’ı son haftasında yapılmıştı.

ABD’nin Casus Rahip Brunson baskısı, bir İran müdahalesinde Türkiye’yi yanına almak amaçlı mıydı?

ABD’nin; İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Abdulhamit Gül'e yaptırım uygulama kararına uluslararası basında geniş yer ayrılmıştı.

Washington Post

ABD’nin saygın gazetelerinden Washington Post gelişmeye geniş yer ayırmıştı. Haberi ajanslardan ve kendi muhabir ve kaynaklarından derleyen Washington Post, “ABD, tutuklu rahip için yaptırım kararı aldı” başlığını kullanmış, Trump’ın, Brunson’ı sık sık savunduğu ve Ankara’nın tutumu hatırlatılmıştı.

New York Times

New York Times, ABD ve Türkiye’den tepkilere geniş yer ayırdığı haberde, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün tweetlerine ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun ABD’ye tepkisine yoğunlaşmıştı.

Fox News

ABD Başkanı Trump’a yakın duruşuyla bilinen TV kanalı Fox News, “Trump yönetimi ABD’li rahip için Türk yetkililere yaptırım kararı aldı” başlığını kullanmıştı. Trump’ın yardımcısı Mike Pence’in, ev hapsine gönderilmesinin ardından, “Yeterli değil” dediği hatırlatılmıştı.

Daily Express

Yaklaşık 500.000 tirajı olan İngiliz tabloid gazetesi Daily Express, iki ülke arasında yaşanan gerilimi tırmandıracak bir başlık atmıştı. Gazete, “Üçüncü Dünya Savaşı:Türkiye ABD’yi tehdit ediyor ve Trump’ın yaptırımlarını ‘Düşmanca’ olarak tanımlıyor” başlığını yazmıştı. Gazete daha önce de Kuzey Kore ile ABD arasındaki gerilimde benzer bir başlık atmış, fakat iki ülke bu olaydan kısa bir süre sonra ilişkilerini normalleştirmeye başlamıştı.

Süddeutsche Zeitung & Die Welt

Alman gazetesi Süddeutsche Zeitung yaşanan gelişmeyi, “ABD ile Türkiye arasındaki gerilim tırmanıyor” başlığıyla paylaşmıştı. Almanya’nın sol tandanslı gazetelerinden Die Welt de gelişmeye geniş yer ayırmıştı.

Le Figaro

Fransa’nın çok okunan gazetelerinden Le Figaro, “Türkiye’de tutuklu bulunan ABD’li rahip için Washington iki Türk Bakana yaptırım kararı aldı” başlığını atmıştı.

Haaretz

İsrail’in çok okunan gazetelerinden Haaretz gelişmeyi, “ABD, Türk Bakanlara, tutuklu ABD’li rahip için yaptırım uygulama kararı aldı” başlığıyla duyurmuşlardı.

ABD ile "Papaz krizinde" Türkiye'den geri adım da işe yaramamıştı.

Terör örgütleri FETÖ/PDY ve PKK adına suç işlediği iddiasıyla tutuklu bulunan ve 35 yıl hapsi istenen ABD'li rahip Andrew Craig Brunson hakkında adli kontrolle "ev hapsi" kararı verilmesi bir geri adım olarak yorumlanmıştı. İzmir'de, terör örgütleri FETÖ ve PKK adına suç işlediği iddiasıyla tutuklu bulunan ve 35 yıl hapis cezası istenen ABD'li rahip Andrew Craig Brunson hakkında dikkat çeken bir gelişme yaşanmış; İzmir 2'nci Ağır Ceza Mahkemesi, ABD'li rahip Andrew Craig Brunson hakkında, adli kontrolle "ev hapsi"ne alınması kararına varmıştı. Rahip Brunson hakkında yurtdışına çıkış yasağı da alınmıştı.

ABD Başkanı Donald Trump ile Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan’ın bir araya geldiği zirvede serbest bırakılma talebiyle görüşülen Rahip Andrew Craig Brunson'un, "örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlediği" gerekçesiyle 15 yıla kadar, "devletin güvenliği bakımından niteliği itibarıyla gizli kalması gereken bilgileri siyasal ve askeri casusluk maksadıyla temin etmek" suçlamasıyla İzmir 2'nci Ağır Ceza Mahkemesi'nde 20 yıla kadar hapis cezası istemiyle tutuklu yargılanmaktaydı...

İzmir'de FETÖ'ye destek suçlamasıyla yargılanan Amerikalı rahip Andrew Craig Brunson için mahkemenin tutukluluğunun devamına karar vermesi ABD'de şaşkınlığa yol açmış, karar sonrası iki ülke ilişkileri yeniden gerilmeye başlamıştı. Habertürk'ten Nalan Koçak, bu konuyla ilgili soruları Brookings Enstitüsü'nün Türkiye uzmanı Amanda Sloat'a sormuş ve çarpıcı yanıtlar almışlardı. Sloat, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nda müsteşar yardımcılığı yapmıştı. Türkiye, Kıbrıs ve Yunanistan'dan sorumlu bürokrattı. Bir diğer görevi de Beyaz Saray'ın Ortadoğu koordinatörüne danışmanlıktı.

ABD Kongresi için S400 ve Rahip Brunson en büyük iki sorun sayılmaktaydı!

Amanda Sloat’a göre: Sorunların iki tanesi çok önemliydi; Brunson ve S400. En azından Kongre'nin perspektifinden böyleydi. Brunson'ın terör suçlaması nedeniyle hapiste tutulması Kongre açısından çok büyük meseleydi. Başkan Trump konuyla ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan'la görüşmüşlerdi, Başkan Yardımcısı Pence ve bazı senatörler meseleyi gündeme getirmişlerdi. S400'e gelince... Kongre'de Türkiye'nin yüzünü Rusya'ya dönüp dönmediği ya da Türkiye'yi artık güvenilir bir savunma partneri olarak görüp göremeyeceğimiz konusunda hararetli tartışmalar yapılmaktaydı. Bence bu iki meselenin kombinasyonu Kongre'deki tasarıların ortaya çıkmasına yol açmıştı. Yönetim Türkiye'yle ilişkilerdeki sorunları biliyordu ama stratejik öneminin ve hükümetle iletişimi sürdürmeleri gerektiğinin de farkındaydı.

Yaptırım sonrası ABD’nin 2 numarasından skandal tweet kafaları karıştırmıştı

Bu yüzden Beyaz Saray’ın ABD’li Rahip Andrew Brunson’un tutukluluğu nedeniyle Adalet Bakanı Abdülhamit Gül ile İçişleri Bakanı Süleyman Soylu hakkında yaptırım kararı aldıklarını duyurmasının ardından açıklama yapan ABD Başkan Yardımcısı Pence,“Yaptırımlar Brunson serbest kalana kadar sürecek” diye çıkışmıştı.

ABD Türkiye’ye resmen savaş açmıştı!

ABD ve Türkiye arasında Papaz Andrew Craig Brunson'ın serbest bırakılmamasıyla başlayan büyük kriz giderek derinleşmeye başlamıştı. ABD skandal bir gelişmeye imza atıp İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül hakkında yaptırım kararı almıştı.

Peki ABD'nin bu kararı nasıl okunmalıydı? Başka yaptırımlar da olacak mıydı? Bazı yazarlara göre “ABD Türkiye’ye resmen savaş açmıştı!” ABD’nin aldığı Türkiye’yi zor duruma düşürmeyi amaçlayan ‘yaptırım’ kararına ülkemizden yükselen tepkiler elbette haklıydı. Dışişleri bakanlığına ek olarak AKP, CHP, MHP ve İYİ Parti’nin Meclis grupları da ortak açıklama yaparak Washington’un kararını kınamışlardı. Partililer tek ses halinde “ABD’nin tehditlerine halkımızın ortak dayanışması ve kararlılığı ile ‘hayır’ diyoruz. Türkiye hükümetinin iki bakanına yönelik ABD’nin yaptırım kararını şiddetle protesto ediyoruz” derken, Dışişleri Bakanlığı da “Hiçbir amaca hizmet etmeyecek söz konusu saldırgan tutumun karşılığı gecikmeksizin aynıyla verilecektir.” uyarısını yapmıştı. ABD, daha doğrusu Beyaz Saray, FETÖ ile PKK irtibatı ve ‘casusluk’ iddiası ile ev hapsinde tutulan ve yurtdışı yasağı kaldırılması talebi mahkeme tarafından dikkate alınmayan papaz Andrew Craig Brunson serbest bırakılmadığı için Türkiye’ye yaptırım uygulama kararı almış ve ilk olarak İçişleri ve Adalet Bakanlarına yönelik yaptırımlarını açıklamışlardı. Listeye başka isimlerin de ekleneceği de uluslararası medyaya yansımıştı.

Esad’la PKK’yı, Türkiye’ye karşı kim uzlaştırmıştı?

Türkiye ile ABD, sözde PYD’nin Münbiç’i terk ederek Fırat’ın doğusuna çekilmesi hususunda anlaşmıştı. En azından anlaştıkları açıklanmıştı. Anlaşmanın detaylarını tam olarak bilmiyoruz ama medyaya çelişkili haberler yansımıştı. Bu haberler üzerine Dışişleri Bakanlığımızdan söz konusu haberlerin doğru olmadığı, çekilmenin sürdüğü açıklaması yapılmıştı. Bu arada Esad rejiminin YPG ile masaya oturduğu haberleri medyada yer almıştı. Bu haber doğru ise YPG’nin Münbiç’ten çekilmesi bir yana Suriye’de yerleşmekte olduğunu söylemek yanlış olmazdı. Çünkü Esad askerlerinin Dera’ya yönelik saldırıları ile bu şehri harabeye çevirdiği biliniyordu. Bunun ötesinde İdlib’e vurmaya hazırlandığı haberleri geliyordu. Kısacası, Esad rejiminin Suriye’de kontrolü altına aldığı alanlar her geçen gün genişliyordu. Bunu da ABD ve Rusya’nın desteği ile gerçekleştirdiği biliniyordu. Buna bir de Esad rejiminin YPG ile doğal kaynakların kullanımının ele alındığı görüşmelerde petrol, su ve elektrik üretimi konusunda taraflar arasında anlaşma yapıldığı eklenecek olursa Suriye’nin geleceğinde ülkenin ağırlıklı bölümüne Esad hâkim olurken, YPG’ye de bir hâkimiyet alanı tahsis edileceği anlaşılıyordu. Aynen Irak’ta olduğu gibi özerk bir Kürt devleti oluşturuluyordu. Belli ki, bu hususta ABD ve Rusya sahip oldukları üsleri ve Suriye üzerindeki çıkarlarını korumak kaydıyla Esad ile anlaşmış bulunuyordu. Baştan beri ABD ve koalisyon ortaklarının Suriye’yi parçalayacakları, özellikle PKK/YPG’nin Suriye’de yerleşmesinin önünü açacak bir strateji izledikleri de zaten konuşuluyordu. Türkiye bir yandan Münbiç’te devriye görevini sürdürürken, bir başka ifadeyle Münbiç’i YPG’nin terk etmesini sağlamaya çalışırken, öbür yandan İdlib’den, “Kurtarın bizi” çığlıkları yükseliyordu. Belli ki, Türkiye’ye ABD ve Rusya masa başında ne söylerlerse söylesinler Esad ve YPG’ye söyledikleri farklılık arz ediyordu.[2] Yani AKP iktidarı ve Sn. Erdoğan ABD ve Rusya tarafından bir kez daha aldatılıyor, Türkiye arkasından hançerleniyor; AKP iktidarı ise yine kendi halkımızı aldatıp avutuyordu.

Suriye’de PKK-PYD’ye Üniversite Kurulmaktaydı!

Fransız yazar ve maceracı Patrice Franceschi ve bir grup arkadaşı Kuzey Suriye’de PKK/YPG’nin hâkim olduğu bölgede bulunan Amude kentine bir üniversite ve kültür merkezi kurmaya başlamıştı. Adı Rojava Frankofon Kültür Merkezi (CCFR) olacak merkezde teknik bilimler alanında üniversite eğitimi de verilmiş olacaktı. Merkezin temelleri önceden atılırken inşaatı tamamlanma aşamasındaydı. Fransa’da kendini YPG’li olarak tanıtan Yahudi asıllı yazar Franceschi, projeyi tamamlayacak parayı toplayabilmek için ‘Asya Bağış Fonu’ (Fonds de dotation ASIA-FdA) adıyla 23 Ocak 2016’da resmi bir bağış fonu kurmuşlardı. Projesi Paris’te bulunan Pierre Audat mimarlık firması tarafından hazırlanan CCFR için Ağustos 2016’da bölgeye gelen Patrice Franceschi PKK/YPG’li yöneticilerle terör örgütü PKK’nın lideri Abdullah Öcalan’ın posteri önünde anlaşma imzalanmıştı. Eylül 2016’da YPG’nin komuta kademesi Franceschi’nin başında bulunduğu proje için Amude kentinde el koydukları bölgede 5 hektarlık bir alan ayrılmıştı. Padisli Pierre Audat Mimarlık tarafından çizilen projeye göre kampüste eğitim binası, kütüphane, bir oditoryum, barınmak için yurtlar ile spor ve sergi alanları bulunacaktı. Kurulacak üniversite ve kültür merkezinde araştırmacılar, sanatçılar ve gezginlerin ders vereceği vurgulanmıştı.

Bağışlar YPG’ye aktarılmıştı!

CCFR için kurulan internet sitesinde PKK/YPG’ye övgüler yer alırken, Türkiye’ye karşı iftiralar atılmaktaydı. Sitede ayrıca 2017 yazında Rakka dahil olmak üzere iki ay bölgede gezen Patrice Franceschi’nin PKK/YPG militanları ile çektirdiği fotoğraflar da bulunmaktaydı. CCFR’nin sitesinde FdA’ya yapılan yardımların ilk bölümünün inşaatı başlatması için terör örgütüne teslim edildiği bilgisi de yer almıştı. Irak-Suriye sınırına çok yakın bir mesafedeki Ezidilerin çoğunlukta yaşadığı Sincar'da, önemli stratejik konumundan ötürü ABD'li askeri danışmanlar ile Irak ordusu yer almıştı. ABD'li askerler, kısa bir süre önce Irak-Suriye sınırına ulaşmış, tüm sınır şeridini kontrol altına almayı hedefledikleri açıklanmıştı. Söz konusu güçlerin yanı sıra, ilçede Haşdi Şabi, PKK'ya bağlı yerel Ezidi militanlar ve IKBY Peşmerge Bakanlığından ayrılan Ezidi silahlı gruplar da bulunmaktaydı. Ve yine IKBY'ye bağlı Peşmerge güçlerinin de 16 Ekim 2017 tarihine kadar Sincar ilçesinde yoğun bir askeri yığınağı vardı.

Oysa Türkiye, Mart ayında, PKK'nın Sincar'daki varlığı ve meydana getirdiği stratejik güvenlik tehlikesi nedeniyle bölgeye askeri operasyon düzenleyebileceğini açıklamıştı.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin operasyon ihtimali konuşulurken, Irak Ortak Operasyonlar Komutanlığı Sözcüsü Tümgeneral Yahya Resul, 26 Mart'ta AA muhabirine yaptığı açıklamada, “15'inci Tugay'a bağlı birliklerin, Sincar ilçesi ve Sinun kasabasına geçip ağır silahlarla bölgede konuşlandığını ve PKK'nın bölgeden ayrıldığını”hatırlatmıştı. Oysa bu bir yalandı ve oyalamacaydı. Çünkü o bölge bütünüyle PKK’ya bırakılmıştı. Terör örgütü PKK, DEAŞ'ın 3 Ağustos 2014'te Sincar'daki Ezidilere saldırısını bahane ederek ilçede varlık göstermeye başlamıştı. Irak güvenlik güçlerinin Irak-Suriye sınırından çekilmesinin ardından, terör örgütü PKK'nın, güvenlik boşluğundan istifade ederek, Musul'un Sincar ilçesi ve çevresinde yuvalandığı anlaşılmıştı.

“ABD Savunma Bakanlığı ve CIA, Suriye’nin kuzeyinde PKK/PYD’den müteşekkil “Sınır Muhafızları” adını verdikleri bir terör ordusu kurmaktaydı. Kandil, bu oluşumun adını şimdiden “Kuzey Ordusu” olarak konuşmaya başlamıştı. Anadolu Ajansı’nın “ABD ile PKK/PYD’den ordu hazırlığı” başlığıyla geçtiği özel haber, maalesef medyada yeterince yer bulmamıştı. Ancak ABD ile PKK ortaklığının geldiği noktayı deşifre etmesi bakımından söz konusu haber son derece çarpıcıydı. Haberde geçen ayrıntılar bizi haklı çıkarmaktaydı:

Pentagon ve CIA, Kandil’den gelen teröristlerle birlikte -yani PKK’yla beraber- Suriye’nin kuzeyindeki teröristler için bir eğitim programı başlatmıştı. İlk safhada 400 terörist, Haseke’nin güneyindeki Sabahu’l Hayır kampı ile Halep’in doğusunda Fırat Nehri üzerindeki Tışrin Barajı yakınlarında eğitime alınmıştı. Şuraya dikkat: CIA eğitmenleri teorik ve teknik bilgiler sağlarken, Pentagon’un hava indirme birimleri ile özel kuvvetleri, Kandil’den gelen teröristlerle beraber eğitime alınan militanlara ortak silahlı eğitim sağlamaktaydı. Eğitilen bu teröristler bölgedeki ABD Özel Kuvvetleri ile birlikte ortak operasyonlara katılmaktaydı. PKK’nın “Kuzey ordusu” adını verdiği bu “Özel birlikler”, örgütün düzenli orduya geçişi için bir temel teşkil oluşturacaktı. ABD’nin gönderdiği 4 bin TIR dolusu silah ve mühimmatın yanı sıra PKK/PYD’ye askeri teknoloji de sunulmaktaydı. CIA ve Pentagon, PKK/PYD’nin muhabere alt yapısını yeniden oluşturmuş; örgüte dinleme istasyonu ve sinyal istihbarat ekipmanları sağlamışlardı. Bu ekipmanların eğitiminin de ABD’li uzmanlar tarafından verildiği anlaşılmıştı. Son olarak; Pentagon ve CIA’nin eğitip donattığı bu “Kuzey Ordusu”, Türkiye sınırına yakın bölgelere yerleştirilmeye başlanmıştı. Bu bilgiler, ABD Savunma Bakanlığı ve CIA’in, Türkiye’ye karşı bir terör ordusu hazırlayıp donattığını açıkça ortaya koymaktaydı.

ABD’nin Ortadoğu ve Suriye’ye konumlanma sebebini “terörle mücadele” sanmak ahmaklıktı. ABD’nin öncülüğünü yaptığı Batılı koalisyonun amacı, İslam coğrafyasını bölüp parçalamak, sonsuz bir kan deryasına boğmak ve asıl Türkiye’yi kuşatmaktı. Artık herkes biliyor ki, ABD, DEAŞ ve PKK türü örgütleri icat ederek Ortadoğu’ya giriş vizesi almıştı; bu kanlı oyuna çanak tutan ise işbirlikçi Müslüman yöneticiler çıkmıştı; bu işbirlikçiler olmasaydı ne ABD ve Avrupa bu kadar pervasızca davranamazdı. İslam dünyasının dağılmışlığı, zayıflığı Batı sistemini yönlendiren Kabalist ve Evangelist güçlere cesaret ve fırsat tanımıştı. Bunların Kudüs kararı da, İslam dünyasına yönelik yeni bir Haçlı seferi anlamını taşımaktaydı. Kudüs’ü aldıktan sonra sıra “Kürdistan”a gelmiş olacaktı.” tespitleri haklıydı. Görüldüğü gibi ABD’nin Türkiye’yi kuşatma ve Ortadoğu’yu karıştırma hazırlıkları tam hızıyla sürüyor durumdaydı. Amerika’da son 40 yılda değişen yönetici sayısını kimse hatırlamaz ama, ABD’de değişmeyen ve sistematik olarak devam eden tek politika Kudüs’ü Müslümanların elinden alıp, Ortadoğu’nun kalbine ikinci İsrail’i, yani Kürdistan’ı saplamaktı.

Tam bu süreçte ABD Senatosu ve Temsilciler Meclisi müzakerecileri, 716 milyar dolar tutarında savunma politikası tasarısı üzerinde anlaşmaya varmıştı. Tasarıyla F-35 savaş uçaklarının NATO üyesi Türkiye’ye verilmesi engellenmiş olacaktı.

Türkiye’ye karşı Gizli Suriye toplantısının kayıtları sızmıştı!

ABD, İngiltere ve Fransa, Suudi Arabistan ve Ürdün’ün 2018 Ocak ayında gerçekleştirdikleri ve yeni Ortadoğu stratejisi üzerinde çalıştıkları gizli toplantının detayları ortaya çıkmıştı. ABD, İngiltere ve Fransa, Suudi Arabistan ve Ürdün'ün Suriye'yi bölmeyi ve Ortadoğu'nun sınırlarını yeniden şekillendirmeyi hedeflediklerini açıkça belirttikleri toplantıya ilişkin Sputnik'e konuşan Emekli Büyükelçi Uluç Özülker "Türkiye daha büyük tehlikeye girebilir. Bu ülkeler Türk-Kürt çatışmasına odaklanmış durumda" diye uyarmıştı. Emekli Büyükelçi Uluç Özülker, beş ülkenin gizlice gerçekleştirdiği ve detayları bir grup Fransız gazeteci tarafından "Syrie Leaks" adı altında sızdırılan toplantının detaylarını Sputnik’ten Elif Sudagezer’e anlatmıştı.

11 Ocak tarihinde gerçekleştirilen gizli toplantının, toplantıda bulunan İngiliz Büyükelçisi'nin tuttuğu notları ele geçirmek suretiyle Fransız bir gazeteci tarafından sızdırmasıyla birlikte ortaya çıktığını hatırlatan Özülker "11 Ocak tarihinde (ABD'nin başkenti) Washington'da bir toplantı yapılıyor. Wikileaks'e benzer şekilde ‘Syrie Leaks' adı altında bir Fransız gazeteci, bu toplantıda konuşulanları dünya kamuoyuyla paylaşıyor. Gazetecinin bu gizli toplantının tüm detaylarına, İngiliz Büyükelçisi'nin o toplantıda tutmuş olduğu notları ele geçirerek ulaştığı anlaşılıyor. Toplantıda, bir sonraki oturumun 23 Ocak'ta yapılacağı söyleniyor ve bu gizli toplantıların devam edeceği de anlaşılıyor"ifadelerini kullanmıştı.

Toplantıya ‘Türk-Kürt çatışması konusundan dolayı’ Türkiye çağrılmamıştı!

Uluç Özülker "Sızdırılan bu belge, toplantının gündemini ve katılımcı ülkelerin amacını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Toplantı, kendilerine ‘küçük grup' adını veren Amerika, İngiltere, Fransa, Suudi Arabistan ve Ürdün'ün bir araya gelmesiyle yapılmıştır. Bu gruba Mısır, Almanya ve Türkiye'nin de dahil edilmesi konuşulmuş, sonra vazgeçildiği anlaşılmıştır. Gizli toplantının katılımcıları, “Türkler ve Kürtler arasındaki çatışma planlarına Türkiye karşı çıkacaktır!” diyerek Türkiye’yi çağırmamışlardır.

Ortadoğu'daki savaşların bir nedeni de, korkunç boyutlardaki silah satımıydı!

Ortadoğu bölgesindeki silah ithalatı 2013-2017 arasında, 2008-2013 yıllarına göre yüzde 200 artmıştı. Son 5 yıldaki toplam küresel silah alımlarının yüzde 42'si Ortadoğu ülkeleri tarafından yapılmıştı. Dünyanın en fazla silah ithal eden ülkeleri arasında Suudi Arabistan ikinci, Mısır üçüncü, Birleşik Arap Emirlikleri dördüncü sırada yer almıştı.

Ortadoğu ülkelerinin silah alımlarının son 5 yılda iki kattan fazla arttığı anlaşılmaktaydı. İsveç'teki Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsünün (SIPRI) küresel silah transferleri raporuna göre, Ortadoğu bölgesindeki silah ithalatı 2013- 2017 arasında, 2008-2013 yıllarına göre yüzde 200 artmıştı. Söz konusu dönemde küresel silah ihracatının yüzde 42'si bölge ülkeleri tarafından yapılmıştı. Suudi Arabistan, önceki 5 yıla göre yüzde 225 artan silah alımlarıyla dünyanın en fazla silah ithal eden ikinci ülkesi konumundaydı. Bir diğer bölge ülkesi Mısır, ithalatındaki yüzde 215 artışla dünya sıralamasında üçüncü sırada yer alırken, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) dördüncü sıradaydı. Ortadoğu ülkelerinin büyük bölümünün son 5 yılda silahlı çatışmaların doğrudan ve dolaylı tarafı haline geldiğine dikkat çekilen raporda, bölgede sivilleri etkileyen şiddetli çatışmalara ve insan hakları ihlallerine dair endişelerin, Batı Avrupa'da ve Amerika'da, Ortadoğu'ya silah satışlarının sınırlanmasına yönelik siyasi tartışmaları beraberinde getirdiği vurgulanmıştı. Raporda, tartışmaların satışları etkilemediği ve bölge ülkelerinin silah tedarikinin büyük bölümünün bu ülkelerce karşılandığı hatırlatılmıştı.

ABD, dört koldan kirli planlarını devreye sokmaktaydı ve Türkiye’nin acilen Kıbrıs’a asker çıkarması lazımdı!

Papaz Brunson üzerinden Türkiye’ye tehditler savuran ABD’nin gerçek hedefi Doğu Akdeniz ve Ortadoğu olmaktaydı. ABD’nin; İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül ile ilgili açıkladığı sembolik yaptırım kararı sıcaklığını korurken, CSIS adlı AB’li düşünce kuruluşu, yayınladığı raporla ABD’nin yeni planını devreye koyduğunu açıklamıştı. Daha önce Mayıs ayında yayımlanan raporu Papaz Brunson’la güncelleyerek paylaşan kuruluş, bölgemizdeki ABD üslerini haritalarında göstererek Türkiye’ye gözdağı vermeye kalkışmıştı. Öte yandan raporda, ABD’nin Kıbrıs’a asker çıkarması gerektiğini de yazmıştı.

ABD’nin Türkiye’ye yönelik tehditlerinin dozu giderek artmaktaydı. Papaz Brunson ile başlayan gerginlik tansiyonu yükseltirken, ABD Başkanı Donald Trump, yaptığı küstah açıklamalarla Türkiye’ye tehdit savurmaya başlamıştı. ABD, son olarak da İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ü hedef almıştı. İki Bakana yaptırım uygulayacağını duyuran ABD’nin küstah açıklamalarının ardından ABD, Papaz Brunson’un üzerinden Türkiye’ye yönelik gerçek politikasını devreye koymaya başlamıştı. Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezinin (CSIS) paylaştığı raporla Türkiye’yi ve Kıbrıs’ı açıkça hedef tahtasına koymuşlardı.

ABD, Türkiye’ye karşı Askeri güç kullanacağını imaya kalkışmıştı!

Ekonomik yaptırımlarla Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak isteyen ABD, dört koldan kirli planlarını devreye sokmuşlardı. ABD Dışişleri Bakanlığı’na bağlı CSIS adlı düşünce kuruluşu, güncelleyerek paylaştığı ‘Türkiye ve Doğu Akdeniz’ raporuyla ülkemizi hedef göstererek, skandal ifadelere imza atmıştı. Raporda, ABD’nin Türkiye ve Kıbrıs’ta askeri gücünü kullanmasına işaret edilirken, yayımlanan haritalarla ülkemiz ve komşu ülkelerde yer alan ABD üslerini göstererek gözdağı verilmeye çalışılmıştı. Haritada Suriye’deki ABD üslerinin vurgulanması dikkat çekerken, İncirlik Üssü ön plana çıkarılmıştı.

NATO, Dost muydu, Düşman mıydı?

ABD NATO Temsilcisi Kay Bailey Hutchison Rusya’yı, Türkiye’yi NATO’dan koparmaya çalışmakla suçlamıştı.

Ve Rusya’nın tarihin en güçlü ortaklığındaki istikrarı bozmaya uğraştığını açıklamıştı. Acaba Rusya mı Türkiye’yi NATO’dan koparmaya çalışmaktaydı, yoksa doğrudan doğruya NATO üyesi ülkeler mi Türkiye’yi dışlamaktaydı? Çünkü Türkiye kiminle problem yaşıyor olsa NATO üyesi ülkeler hemen onların yanında yer alarak Türkiye’ye karşı açık tavır koymaktaydı. Mesela Türkiye’de FETÖ örgütünün bir darbe teşebbüsü yaşanmıştı. Genelkurmayımızın ve halkımızın basireti ve cesareti ile bu teşebbüs atlatılmıştı. Darbeye teşebbüs edenlerin bir kısmı soluğu NATO üyesi ülkelerde almıştı. Böyle bir durumda doğal olarak NATO üyesi ülkelerin ne yapması lazımdı? Kuşkusuz darbeye teşebbüs edenleri Türkiye’ye hemen teslim etmeleri gerekirken öyle yapmamışlardı! NATO müttefiklerimiz Türkiye’nin yanında yer alacaklarına darbecilerin arkasında durmuşlardı.

Aynı şekilde Türkiye, bölücü terör örgütü PKK ile birtakım sorunlar yaşamaktaydı. NATO üyesi ülkeler yine Türkiye’nin yanında yer alacaklarına PKK terör örgütüne sahip çıkıyorlardı. Adeta çocuk kandırırcasına bir yandan PKK’ya terör örgütü derken bir yandan da PKK uzantılarını sahiplenerek Türkiye’nin aleyhine adımlar atıyorlardı. Terör örgütünün uzantılarından maddi ve manevi yardımlarını esirgemiyorlardı. Bütün bu gelişmeler Türkiye’de NATO’ya olan güveni temelden güçlü bir şekilde sarsmaktaydı. Ve NATO ile ilgili soru işaretleri oluşturmaktaydı.[3]

Kaldı ki AB ülkeleri bile NATO’nun, ABD’nin güdümünde olmasına karşıydı!

Brüksel; NATO üyesi 29 ülkenin liderleri teşkilat tarihinin oldukça sıkıntılı sayılabilecek zirvelerinden birine ev sahipliği yapmıştı. Sıkıntının onlarca nedeni var ama sadece bir tanesi bile başlı başına yeterli sayılırdı. ABD Başkanı Donald Trump’ın tavrı dolayısıyla NATO Zirvesi; ABD ve “Ötekiler” arasında daha başlamadan önce krizlere sahne olmaya başlamıştı. Başkan Trump’ın Almanya Şansölyesi Angela Merkel’e Washington ziyaretinde dayattığı “NATO Faturalarının” benzerlerini diğer ittifak üyelerinin bir kısmının önüne koyması rahatsızlığı arttırmıştı. Nitekim Zirve’nin ana konularına ve özellikle de Trump’ın zirve öncesinde sosyal medya hesabından paylaştığı mesaja bakıldığında bu husus çok net bir şekilde anlaşılırdı.

Aslında burada iki ana gündem maddesi tartışılmıştı: Birincisi ABD-AB ilişkilerinin geleceği ve bunun NATO’ya yansıması. İkincisi ise “sorumluluk paylaşımı”. Zirvede, söz konusu ilk husus “AB ile İş Birliğini Güçlendirme” başlığı altında yer almıştı. Bu başlık, ABD-AB arasındaki kopuş sürecinin resmen ilanı sayılırdı. İkinci husus ise “Daha Adil Sorumluluk Paylaşımı” adı altında başta Almanya olmak üzere, AB üyesi ülkelere “pamuk eller cebe” mesajını taşımaktaydı. Bu NATO zirvesinde, bütün katılımcı ülke temsilcileri önünde Trump’ın Sn. Erdoğan’a dönerek: “Görevini sadece ve layıkı veçhiyle siz yapıyorsunuz!” iltifatları(!) bile yandaş yazarlarca bir kahramanlık olarak yorumlanmıştı.

15 Temmuz, ABD ve NATO’nun işgal girişimiyse!.. Bu işgalcileri hâlâ dost ve müttefik saymak nasıl bir kahramanlıktı?

Ülkemizde genel bir zaaf vardı. Olaylar konusunda teşhiste sıkıntı çekilmiyor ancak, teşhis doğrultusunda tedavide sıkıntı yaşanmaktaydı. Söz gelimi 15 Temmuz darbe girişiminin ardında özellikle ABD’nin ve NATO’nun bulunduğu konusunda, hatta 15 Temmuz darbe girişiminin ülkemizi bir işgal girişimi olduğunda da görüş birliği sağlanmıştı. Ne var ki bu ortak tespite rağmen ülkemizin NATO üyeliğini ısrarlı bir şekilde sürdürme çabası kafaları karıştırmaktaydı. Ve yine ABD ile dost ve müttefik olunduğu söyleminin ısrarla vurgulanması, ABD’yi mi yoksa Milletimizi mi aldatma amaçlıydı? Bu durumda 15 Temmuz darbe girişiminin ülkemizi bir işgal girişimi olduğunun tespitinin fazla bir anlamı kalmamaktaydı.

HAK-İŞ Konfederasyonu Genel Başkanı Mahmut Arslan Elazığ’da yaptığı bir konuşmada bu konudaki görüşünü, “15 Temmuz sıradan bir darbe girişimi değil, emperyalist ABD’nin ve onun örgütü NATO’nun Türkiye’yi işgal girişimidir. Bu ülke 15 Temmuz’da yedi düvele karşı mücadele etti” diyerek aktarmıştı. Bu teşhiste Sayın Arslan’ın yalnız olmadığını vurgulayarak, benzer değerlendirmeler başta iktidar sahipleri tarafından da sıkça tekrarlanmıştı. Kaldı ki, terör örgütü başı ve pek çok militanının yıllardan beri ABD’de koruma altında tutuluyor olması, Türkiye’nin çuvallar dolusu belge göndererek FETÖ elebaşının iadesini istemesine rağmen aradan geçen bunca zamana rağmen bir sonuç alınamamış olması da 15 Temmuz darbesinin arkasında ABD’nin bulunduğunun kesin kanıtıydı. Evet, 15 Temmuz harekâtı sadece bir darbe girişimi değil aynı zamanda ABD ve NATO tarafından Türkiye’nin işgal girişimi ise; o zaman sanki hiçbir şey olmamış gibi hâlâ NATO üyeliğimizi tartışmıyorsak, Suriye’de atılacak adımları ABD ile birlikte atmakta ısrar ediyorsak, hala bu ülkenin dost ve müttefik olarak nitelendirilmesi en hafif ifadesiyle “celladına âşıklık” olmaz mıydı?[4]

Çünkü ABD ve NATO birlikte ülkemizi işgal girişiminde bulunmuş olduğuna göre o zaman ABD ve NATO’ya karşı ortaya bir tavır konulması kaçınılmazdı. Bu yapılamıyorsa her fırsatta ABD ve NATO’nun 15 Temmuz’da ülkemizi işgal girişiminde bulundukları gerçeğini tekrarlamak halkımızı aldatıp avutma anlamı taşırdı.

 


[1] www.hurriyetcom.tr / 05.08.2018

[2] abdulkadirozkan@milligazete.com.tr

[3] zekiceyhan@milligazete.com.tr

[4] abdulkadirozkan@milligazete.com.tr

 

Yorum Yaz