Fetullah Erbaş’ın Saptırmaları ve Yalaka Medyanın Sahtekârlığı:
AÇILIM ALÇAKLIĞINA ERBAKAN’I BULAŞTIRMA SOYTARILIĞI!?
Refah Partisi eski milletvekili Fethullah Erbaş’ın çarpıtmaları
“Kürt açılımı”nın ilk kez kendi partileri döneminde başlatıldığını belirten, bu kapsamda RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan Hoca’nın “aracılar vasıtasıyla Abdullah Öcalan’la görüştüğünü” söyleyen Fetullah Erbaş yanlış konuşmakta, Erbakan’ı karalamak için fırsat kollayan bazıları da bu konuyu çarpıtmaktadır.
PKK tarafından kaçırılan 8 askeri kurtarmak için 1996’da milletvekiliyken Zap’a giden Fetullah Erbaş’ın, Erbil’den yayın yapan Aknews ile İstanbul’da yaptığı söyleşide “ilk gayelerinin askerleri ailelerine kavuşturmak olduğunu, ardından “diyalog süreci başlatıp örgütü dağdan indirmeyi hedeflediklerini” söylemesi ve;
“Biz, iktidara geldiğimiz ilk yılda açılımı planladık. Şimdiki iktidar yedi yıldır iktidarda ve yedi yıl sonra bu işe eğiliyor. Biz Doğru Yol Partisi (DYP) ile koalisyon yapmıştık. Hoca (Necmettin Erbakan) bir sene Başbakanlık yaptı ve düşürüldü. Hoca’nın birtakım planları vardı. Suriye’yle görüşüldü. Aracılar vasıtasıyla Öcalan’la görüşmeler de oldu. Öcalan önce makuldü. Sonra ne baskı gördü bilmiyorum, geri adım attı” şeklindeki sözleri de tamamen asılsızdı ve AKP’ye yaranmak ve meşruiyet kazandırmak amaçlı uydurduğu sırıtmaktaydı.
Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hoca Altınoluk’taki Cuma sonrası selamlaşma sohbetinde; “Kürt açılımındaki asıl amacın Türkiye'yi İsrail'in vilayeti yapmak olduğunu” vurgulamıştı.
AKP hükümetinin Kürt açılımını, İsrail'in oyunu olarak değerlendirip, Kürt açılımındaki asıl amacın Türkiye'yi İsrail'in vilayeti yapmak olduğunu, bütün memleket evlatlarının da bu konuda uyanık olması gerektiği çağrısını yapmıştı.
Hükümetin de bu oyuna geldiğini belirten Erbakan, “Bunlarda yeterli devlet tecrübesi yok. Bunlar çoluk çocuk takımı. Avrupa'nın oyununa geliyorlar” diye uyarmıştı.
Türkiye'nin çok kötü şartlar içine itildiğini, insanların ekonomik olarak zor günler geçirdiğini, siyaseten de bir çıkmazın içine sürüklendiğini, hükümetin dış güçlerin oyununa geldiğini ve Haim Nahum Doktrini'nin hayata geçirildiğini şöyle anlatmıştı:
Siyonistler diyor ki: Türkiye'yi İsrail'e bin yıldan beri vilayet yapmayı başaramadık. 5 sene cihan harbiyle uğraştırdık. Ardından 5 sene İstiklal Harbiyle yıprattık, gene bunları yıkamadık. Öyleyse stratejimizi değiştiriyoruz. Türkiye'yi İsrail'e vilayet yapmak için harp yolunu bırakıp, zor, pahalı, meşakkatli yol yerine, ekonomik ve kolay olan şu yolu seçiyorlar. Nedir bu? Türkiye'yi aç bırakacağız, işsiz bırakacağız, borca esir edip batıracağız, dininden uzaklaştıracağız, kamplara ayıracağız, sonra bunları birbiriyle çarpıştıracağız. Böylece güçsüz bırakıp İsrail'e vilayet yapacağız” diyorlar. 80 senedir üzerimizde bu doktrin uygulanıyor. Bugün tatbik edilen politika budur. IMF, Türkiye'yi aç bırakıyor, işsiz bırakıyor, borca esir ediyor. Öbür taraftan Avrupa Uyum Komisyonu da bizi kendimizden uzaklaştırıyor ve bölüyor. Bunlar da yeterli devlet tecrübesi yok. Bunlar çoluk çocuk takımı. Avrupa'nın gözüne girmek için “Efendim, Avrupa bizim şimdi Kürt meselesi diye bir meselenin üzerinde çalışmamızı istiyor” diyemiyorlar. Bunun yerine kendilerini akıllı zannederek “Ahhh ey millet siz ana acısını bilmezsiniz. Ey millet, bu terörü tarihe gömeceğiz” diye halkı aldatacağını sanıyorlar. Bana bak yaaa, sen ağzındaki baklayı çıkarsana. “İlle Kürt meselesi diye, Türkiye'nin bölünmesini istiyorlar. Bu yolda çalışmamızı dayatıyorlar” gerçeğini ortaya koysana! Bunlar dış güçlerin kışkırtması ve Haim Nahum planıdır. Türkiye'yi bölmek için oynanan oyunlardır. Böyle Türk-Kürt diye, ayrım diye bir meselemiz yok. Kürt-Türk birbirimizin kardeşiyiz. Tek bir milletiz, tek bir ümmetiz. Tarih boyunca da birbirimizle kardeş gibi yaşamışız. Avrupalı bizi bölmek için böyle şeyleri çıkartmak istiyor, alet olmamak lazım. Bu sebepten bütün memleket evlatlarının uyanık olması, dış güçlerin oyununa aldanmaması lazım. Yöneticilerin de bilhassa onlara alet olmamaları lazım.”
Oysa Fetullah Erbaş 6.11.2006 tarih ve 622 sayılı Aksiyon Dergisindeki Fatih Uğur’la röportajında Kuzey Irak’a Hoca’dan ve parti kurmaylarından habersiz gittiğini açıklamıştı:
Soru: Erbakan'ın tavrı ne oldu bu durumda?
F. Erbaş: “O hadisede Hoca’nın hiçbir şeyi (bilgisi ve haberi) olmadı. Partide yönetici değil, sadece milletvekiliydim. PKK ile görüşme partinin yıpranmasına sebep olacaktı. Hoca hiç bırakır mı gideyim.”
Soru: Nasıl gittiniz o zaman?
F. Erbaş: “O sırada doğu bölgesinin sorumlusuydum. Şırnak'ta il başkanı seçimi vardı. Oraya giderken aileler yine geldiler. Valla, dedim, ben Şırnak'a gideceğim, sizinle ilgilenemem. Onlar benden önce gitmişler Şırnak'a. Basın da orada tabii.”
Soru: Bu arada Demirel'le ilginç bir telefon görüşmeniz var. Sonradan sizin için Demirel gönderdi deniyor mesela?
F. Erbaş: “Demirel, belediye başkanlığımdan beri beni biliyor. Ama telefonla konuşacak kadar samimiyetimiz yok. Telefonun düğmelerinden birine bastık: "Alo efendim." Tabii ahize dışarıya ses veriyor. Yanlış basmışız. Demirel, ailelerden bahsediyor. "Gözlerinden öperim, ilgilenmişsin. Teşekkür ederim." mealinde sözler söylüyor. Hava alanında milletvekilleri şahit oldu konuşmaya. Hadise gelişince herkes, Erbaş'ı zaten Demirel görevlendirmişti, dedi.”
Soru: Erbakan Hoca ne dedi?
F. Erbaş: “O zaman Mustafa Kalemli Meclis başkanı; derhal istifa edeceksin, dedi. Bir, Türk parlamenterinin terör örgütüyle temasta olmasını biz kabul edemeyiz. Seninle aynı çatı altında olmak istemeyiz.” İyi dedim, ses etmedim. Geldik partiye. Doğu milletvekilleri, batı vekilleri. Mesafeli duruyor. Aramızda duvar var sanki. Şevket Bey (Kazan) gelip beni yukarı çıkardı ve bu zor durumdan kurtardı. Bana: “Kimseyle konuşmayacaksın. Beyanat vermeyeceksin. Sen kötü bir şey yapmadın” dedi. Tabi Adalet bakanı, moral verince, nefes aldım.
Soru: Partili arkadaşlarınız ne diyor bu duruma?
F. Erbaş: “Grup toplantısında bir milletvekili çıktı kürsüye. “İçimizdeki Lawrence'lar böyle böyle yapıyor. (Bekir Sobacı) demişti. 158 kişinin büyük kısmı sessizdi. İstifa baskıları geliyor. Kaçacak delik arıyorum. Türkiye'den gideyim. Almanya ziyareti çıktı o arada. Çıktım gittim. On gün sonra Fethullah Erbaş kaçtı diye yazı yazmış bir gazete.”
O gün bunları itiraf eden Fetullah Erbaş’ın bugün “Hoca Aracılar vasıtasıyla Öcalan’la görüştü” demesi açıkça iftiradır ve kendi kendisini yalanlamadır. Bu arada Şevket Kazan’ın sinsi niyetini ve gizli mahiyetini de açığa vurmaktadır.
Öcalan’la Erdoğan’ın Siyonist patronları aynıydı!
Abdullah Öcalan bir lafıyla PKK'yı ayağa kaldırdı. Türkiye'ye geri dönüşü başlattı. Kürt açılımına ivme kazandırdı. Ayrıca, gerçek patronun kim olduğunu herkese ispatladı. DTP'nin Erdoğan'a, Öcalan ile konuşulması gerektiğini boşa söylemediğini adeta ispat eder gibi davrandı. Şimdi ümitler arttı. "Acaba PKK gerçekten Kandil'i bırakacak mı?" soruları giderek yaygınlaştı. Öcalan, "PKK benden sorulur ve benim dediğim olur. Son sözü ben söylerim" demeyi başardı. DTP, Kürt açılımı konuşulurken kendilerinin değil asıl muhatap olarak Abdullah Öcalan'ın alınması gerektiğini söylerken bazılarını kızdırmışlardı. Öcalan da sanki partinin bu yaklaşımının çok doğru olduğunu göstermek ister gibi davrandı. Bir mesajıyla Kürt açılımına önemli bir destek sağladı. Bu durum açıkça Öcalan’la Erdoğan’ın aynı odaklardan talimat aldıklarını ortaya koymaktaydı.
AKP Hükümetinin DTP’ye verdiği garanti!?
Dolaylı, dolaysız, yazılı, sözlü, imzalı, mühürsüz, artık emin olduğumuz bir başka görüşme: Apo ile devletten birileri. Şu ya da bu yoldan. Hükümetten gelen açıklamalar ile Apo'nun dağdakilere çağrısı üst üste düşüyor ve bundan bir sonuç çıkıyor. Hükümet Kürt açılımını özünde Apo ile birlikte yürütüyor. DTP'nin arkasında Apo var. Hükümet, Apo ile DTP üzerinden konuşuyor. Dağdakiler dün Habur Kapısına gelmeden önce, İçişleri Bakanı Beşir Atalay DTP'ye güvence veriyor: "Merak etmeyin, gelenler tutuklanmayacak" diyor!?
Bu tek başına bir bakanın verdiği söz değil, devlet sözü oluyor. Bu söz pratiğe geçiriliyor. Terörle Mücadele Yasası uygulanmıyor. Yani: 1- Dört günlük gözaltı süresi kaldırılıyor. 2- Kolluk güçleri devreden çıkıyor, ifadeleri doğrudan savcılar alıyor.
Çok sayıda DTP yöneticisine göre onlara verilen diğer söz: "Gelenler pişmanlık yasasından yararlanmayacak. Doğrudan serbest bırakılacak" oluyor. Açılım planının bir sonraki aşaması için bir DTP'li: "Gelenler serbest bırakılırsa, dağdan iniş daha hızlı olacak" diyor. Bu da DTP-İmralı-Kandil üçgeninden hükümete verilen söz.
Açılımın ilk adımları, PKK'lılara affın başlangıcı. Ya Kandil'deki lider kadrosu? Onlara da Norveç siyasi sığınma hakkı tanıyacağına söz veriyor. Bu da, açılıma AB sözü. İşin aslı, PKK’yı meşrulaştırma süreci yaşanmaktaydı.
Kandil’den gelenleri güya sorgulayıp serbest bırakan savcılar ve yargıçlar, gerçekten ilgili konulara ve vicdani kanaatlerine göre karar verecek kadar bağımsız mıydı? Bunların bu yönde karar vereceklerini AKP ve DTP yetkilileri, daha önceden nasıl biliyor ve biribirilerine garanti veriyorlardı? Yoksa hukuk ve hukukçular, iktidarın ve etkili odakların “kitabına uydurma” araçları mıydı? Bu soruların yanıtlarını arayan ve kafaları karışan halkımız haksız mıydı?
Patron dış güçler, Apo da AKP de piyondu!
1995 CIA raporunda: “Türkiye, dünya devletleri arasında en fazla çökme riskine sahip ülke” gösteriliyordu. Nokta Dergisinin haberine göre:
“Türkiye’nin Güneydoğusundaki Kürt sorununun çözümü, ABD’nin önerdiği federalizmle mümkündür” deniyordu. O sırada Paul Hanze, Türk basınına verdiği demeçlerde, “Sevr’in gereği Türkiye’de federasyonlar oluşmasını” öneriyordu.
1996 yılında İngilizlerin meşhur futbol dergisi World Soccer, Dünya Kupası Fikstürlerinde “Kürdistan Milli Takımına” yer veriyordu. Oysa böyle bir ülke bulunmuyordu.
Anadolu Ajansının haberine göre 2001 yılında Kuzey Irak’ta PKK ile ASALA gizli bir görüşme yapıyordu. Ermeni teröristleri ASALA Başkanı Simon Zakaryan ve siyasi büro şefi Vazgen Petrosyan temsil ediliyordu. ASALA’cılar PKK’nın Türkiye’ye yönelik saldırıları durdurmalarından rahatsız olduklarını ve terörü yeniden başlatmamaları halinde bütün dünyada yalnız ve yardımsız bırakılacaklarını söylüyordu.
APO, 2003 yılında avukatları aracılığıyla şu yol haritasını açıklıyordu:
1- Kürtçe yayın ve eğitime ve Kürt kimliğinin resmen tesciline yönelik demokratik adımların atılması ve gerekli yasaların çıkarılması
2- Koruculuğun kaldırılması
3- Dağdakilerin ve sürgündekilerin dönüşüne imkân sağlanması
4- Kürtlerin ve PKK’nın demokratik ve siyasi haklarının tanınması
Yani bu açılımlar Siyonist mutfaklarda pişiriliyor, AKP’lilere sadece servis garsonluğu düşüyordu.
Siyasi rant geliri yani garsonluk bahşişi paylaşılamıyordu!
Otuz dört kişi dağdan inince, leş kargaları bu başarıyı(!) bölüşemiyordu. Bir taraf "Bu doğrudan doğruya iktidarın başarısıdır" diye böbürlenirken, öbür taraf "Hadi oradan, bu bizzat İmralı sakininin başarısıdır" diyordu!
Yıllardır horoz dövüşü yapan taraflar öyle anlaşılıyor ki bu defa da başarının(!) kime ait olduğu konusunda fikir birliğine varamayarak yeniden birbirlerine düşmüş görünüyordu.
İnsanların dağdan inmeye karar vermelerini, yanlışlık ve haksızlıklarını fark edip normal hayatlarına devam etmelerini kuşkusuz herkes istiyordu.
Ancak, otuz dört kişi dağdan inince olayı böylesine büyütüp, hemen başarıya(!) sahip çıkma yarışına kalkışmak özellikle de bunu iktidarın bir başarısı(!) olarak takdime çalışmak da mide bulandırıyordu.
İmralı sakini kimlerin dağdan ineceği konusunda adeta tek tek isim sayarken kalkıp "Bu doğrudan doğruya hükümetin başarısıdır" demek hiç te inandırıcı olmuyordu?
İmralı'dan işaret gelmemiş olsaydı, daha doğrusu İmralı sakini "Falan, filan bir de şunlar dağdan insinler" diye emretmemiş olsaydı dağdan inme olayı başlar mıydı?
Milli Gazete kaçkını, Tayyo yalakası ve Apo şakşakçısı Yeni Şafak yazarı Hakan Albayrak, “Gelenleri pişman etmeyelim” yazısında şunları söylüyordu:
“Gerçekten olmuyor böyle. “Dağdan iniyorum, teslim oluyorum” diyen PKK'lıyı bile terörist diye anmamak lazım. Hatta, bu barış sürecinde, dağdaki PKK'lılar hakkında konuşurken/yazarken bile daha dikkatli bir dil kullanmak lazım. Barış istemiyor muyuz? Yeni bir sayfa açmak istemiyor muyuz? İstiyorsak, bunu belli edelim. Gelenleri geldiklerine pişman etmeyelim. Gelmeyi düşünenleri gelmekten vazgeçirmeyelim. Bugünlerde Türkiye yine büyük bir imtihandan geçiyor. Bu imtihanı hep beraber başarıyla verebilirsek, dağlarda güller açacak inşaallah. Mahmur kampından gelen vatandaşlarımıza ve barışa bir şans tanımak için dağdan inip teslim olma ferasetini, basiretini, cesaretini gösteren PKK'lılara “Hoş geldiniz” diyorum. Yakınlarının, akrabalarının gözü aydın.”[1]
Peki, ey kalpleri karanlık, kalemleri kiralık sahtekârlar!
Milli Çözüm Ekibini; “Ergenekon Terör Örgütünün Dinci Kanadı” diye suçlayıp sataşırken niye hiç sıkılıp sakınmıyordunuz?
Bülent Arınç’ın yılışık yaklaşımı
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Şırnak Valiliğini ziyaretinin ardından Belediye Başkanı Ramazan Uysal'ı makamında ziyaret etmiş ve belediyeler arasında ayırım yapmadığını ve DTP'li bir belediye başkanının da halkın seçtiği belediye başkanı olduğunu” söylemişti.
Bülent Arınç, Türkiye'ye Irak’tan gelenler arasında bulunanlardan birinin macerasını okuduğunda çok üzüldüğünü şöyle belirtmişti:
''Küçük çocuğu 1 yaşındayken ailesini terk edip dağa çıkan bir kadının hikayesi... Bunlar Türkiye'de yaşandı. Artık yaşanmasın. Bütün arzumuz budur. Herkes çocuğuna kavuşsun. Herkes evinde eşiyle, ailesiyle özgürlük içerisinde, huzur içerisinde, birlik, bütünlük içinde olsun. Amacımız budur. Akan kan devam etmesin. Akan kan, gözyaşı dursun. Aynı dava, aynı çizgi yolunda birlikte kardeş olarak bin yılımızı geçirdiğimiz insanımıza karşı elbette kucağımızı açmak zorundayız. Çanakkale harbinde Diyarbakırlı Mehmet'in kolunda Manisalı Ahmet can vermişse ve bugün kucak kucağa yatıyorsa, bu bizim bin yıllık, belki daha fazla birlikteliğimizin en önemli göstergesidir.''
Bakan Arınç, şu anda anayasanın bir veya iki maddesini bile değiştirmenin mümkün olmadığını, bir anayasa değişikliğine karşı çıkıldığını, oysa anayasayı demokratik ve özgürlükçü bir gözle elden geçirmek gerektiğini belirterek, ''Bunu biz yapamazsak başkası yapacak. Bugün yapılmazsa yarın mutlaka yapılacak. Çünkü bu elbise maalesef artık bu Türkiye'yi sıkıyor. İnsan elbisesinin içinde rahat etmek ister. Hep yasaklarla bu iş olmaz. Bütün demokratik ülkelerde özgürlük esastır, yasaklar istisnaidir. Bizde yasaklar saymakla bitmiyor, özgürlük ara ki bulasın. Böyle şey olmaz. Bunlar ileride olacak, mutlaka olması lazım. Şu gün geldiğimiz noktayı biri 10 sene evvel söylese, 'sen rüya mı görüyorsun kardeşim?” derlerdi. 20 sene evvel biri söylese, 'bu adam aklını kaçırmış!” derlerdi.”
Evet, Bay Bülent Arınç, siz “Tek çare demokratik özerklik!” diyen DTP ve Demokratik Federalizm” hedefleyen PKK’nın Türkiye’yi parçalamasına taşeronluk yaptığınız için, hem aklınızı hem ayarınızı kaçırmışsınız ve tabi sonuçlarına da katlanacaksınız!
Kürt açılımına “ahlak ve şefkat” katan Bay Bülent Arınç, 23 Ekim 2009 günü, katil İsrail’in Ankara Büyükelçisi Gabiy Levy’i bir saat ağırlayarak, Siyonist vahşetini gösteren Ayrılık dizisindeki bazı “rahatsız edici sahnelerin TRT tarafından makaslanacağı” vaadinde bulunmanız da Milli Görüş gömleğini soyunduktan sonraki ayarınızı ve sahte kahramanlık damarınızı açığa vurmaktaydı.
Çünkü Siyonist Gaby Levy “oldukça tatmin olmuş ve memnun kalıp umduğunu fazlasıyla bulmuş” olarak yanınızdan ayrılmıştı.
Bu bize şu ayeti hatırlatmıştı:
“(Münafıklar) Mü’minlerle karşılaştıkları zaman “iman ettik” (sizlere hizmet ve istikamet üzerinizdeyiz) derler. (Ama) Şeytanlarıyla (Yahudi ve Hıristiyan patronlarıyla) baş başa kaldıklarında ise; “Şüphesiz biz gerçekte sizinle beraberiz (ve emrinizdeyiz). Biz (o inançlı insanlarla, sadece) alay ediyor (ve oyalıyoruz)” (Bakara: 14)
--
Özel Yazılar - Milli Çözüm Dergisi
[1] 20.10.2009 / Yeni Şafak