Aralık 10 23:02

“Bedava Köprü ve Havaalanı” Yalanı ve Gâvurların Gizli Planı

“Bedava Köprü ve Havaalanı” Yalanı ve Gâvurların Gizli Planı

“Bedava Köprü ve Havaalanı” Yalanı ve Gâvurların Gizli Planı

Önce bir konuyu açıklayarak başlayalım. Ha iktidar karşıtı ve Ulusalcı medyada olsun, ha İslamcı (Din istismarcısı) yandaş medyada olsun, gerçekler sürekli çarpıtılmakta ve halkımız aldatılmaktadır. a) Ya olaylar eksik anlatılarak, b) Ya uydurma eklemeler katılıp saptırılarak, c) Ya da kendi kasıtlı ve kafa karıştırıcı yorumları olayın bir parçası gibi aktarılarak toplum yanlış yönlendirilip uzaktan kumandalı canlı robotlara (meyyit-i müteharrike – yürüyen cenazelere) çevrilmiş durumdadır.

Bu medya manipülasyonları, genellikle şu 3 şekilde yapılmaktadır:

1- Sebeplerden bağımsız olarak sadece sonuçları tartışmak suretiyle dikkatlerin şaşırtılması,

2- Dünden bağımsız olarak sadece bugünü gündeme taşımak suretiyle beyinlerin şartlandırılması,

3- Kuklacıdan bağımsız olarak sadece kuklayı tartışarak olayların perde arkasının ve asıl maksadının unutturulması.

Şimdi bunlara bir iki taze ve canlı örnek hatırlatalım:

Biliyorsunuz Yeni Hava Limanı ve İzmit Körfez Geçiş Köprüsü içinDevletin kasasından bir kuruş çıkmadan bu dev eserleri ülkemize kazandırdık!?” edebiyatı yapılmaktadır ve tabi palavra sıkılmaktadır. Adama sormazlar mı, 1 milyar 100 milyon dolara mal olan bu köprüye madem devlet kasasından bir kuruş çıkmadı, neden öyle ise İstanbul Boğaz köprülerinin geçiş ücreti 5 (beş) lira iken, körfez köprüsünün geçiş bedeli tam 120 (yüz yirmi) liradır? Çünkü: 1- Faizleri ana parayı aşan dış borç miktarı, 2- Gizlenen özel bağış tutarları 3- Japonların teknoloji hakları toplamı 4- Bazı özel bağış ve teşvik paraları 5- Ve (niyedir bilinmez) dile getirilmeyen çok yüksek komisyon harcamaları 6- Ve tabi müteahhit şirketlerin kat be kat kâr payları üst üste toplanıp araba geçiş başına bölününce 120 lira gibi uçuk bir rakam ortaya çıkmaktadır. Yani köprü sadece 2 yılda bütün masrafını çıkarıp kâra geçmiş olacaktır. O da her gün en az 40 bin araba geçerse bu hesap tutmaktadır. Ya vatandaş “Benim alnımda enayi mi yazıyor?” diyerek Körfez’i dolaşır veya karşıya feribotla geçmeye devam eder de bu hedeflenen 40 bin otomobil x 35 dolar hedefine ulaşılamazsa? Elin gâvuru bu ihtimali de düşünüp işini garantiye bağlamıştır. Bu durumda devlet tam 5595 gün (yani 15 yıl) boyunca bu firmalara her gün köprüden 40 bin otomobil geçmiş gibi para ödemek zorundadır… Yani vatandaş haklı olarak çok pahalı bulup hiç köprüyü kullanmazsa devlet kesesinden yapımcı firmalara her gün 40.000x120=4.800.000 TL; yok eğer bu sayının yarısı, yani 20 bin araba geçerse o zaman devlet her gün 2,5 milyon TL ödemek durumunda kalacaktır. Bu para 5600 gün boyunca ödendiğinde yaklaşık 14 milyarı bulacaktır. Her gün 40 bin arabanın geçmesi durumunda ise firmanın kazancı 27 milyara ulaşmaktadır. Yahu hani devlet kesesinden bir kuruş çıkmamıştı? Oysa bu köprünün astarı kumaşından pahalıya patlamıştır.

Bütün bu köprülerin, tüp geçitlerin, oto yolların ve hava limanlarının İstanbul ve çevresine yapılmasının çok gizemli ve tehlikeli bir nedeni daha vardı. Ta Ecevit döneminde AB dayatması olarak kararlaştırılan, AKP eliyle de alt yapısı tamamlanan sinsi bir projeye göre; Başta İstanbul, Trakya, Marmara ve Ege Bölgeleri, sözde “Uyum Süreci’nin denenmesi ve sorunların giderilmesi” bahanesiyle ve özel bir statüyle AB’ye alınacak ve güya böylece Türkiye’nin tamamının Avrupa’ya katılması özendirilip hızlandırılacaktı.

Yani Haçlı Batı’nın dayatması ve Marmara Bölgesi’nin AB standartlarına kavuşturulması için bu otoyollar, hava limanları ve köprüler yapılmaktaydı… Bu ise Türkiye’nin resmen ve fiilen parçalanmasının bir adımı olacaktı… Hem madem devlet kesesinden bir kuruş ödemeden böyle büyük işleri başarma imkânı ve fırsatı varsa, o halde neden o havaalanı yerine Boeing gibi bir yerli ve milli yolcu uçağı fabrikası ve Milli Uçak Gemilerimizi yapacak bir teknolojik tersane harikası yaptırmazdınız? Efendim,“Yahudi sermayesi güdümleri ABD ve AB firmalarından izin çıkmaz mıydı?” Hani yahu, siz bağımsızdınız, hani kahramandınız?!

Anayasa Mahkemesi törenine Erdoğan damgası!

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, AYM'deki törene Başbakan Ahmet Davutoğlu'yla birlikte katılmış, Erdoğan'ı AYM Başkanı Zühtü Arslan karşılamıştı. Ardından Erdoğan ve Davutoğlu AYM üyeleriyle selamlaşmıştı. Erdoğan daha sonra törenin yapılacağı salona geçince bakanlar ve diğer protokol üyeleri ayağa kalkmıştı. Bunlar arasında CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu da ayaktaydı. Ancak Erdoğan, son dönemde kendisine yönelik sert eleştirilerde bulunan CHP lideriyle tokalaşmadan geçip yerine oturmuşlardı!

Devlet adamlığıyla, ülkenin imajı ve itibarıyla, sorunlarımızın aşılması ve beklenen huzura ulaşılması sorumluluğuyla ne denli bağdaştığını akıl ve vicdan ehline havale ettiğimiz bu tür haber ve yorumlarla halkımız oyalanıyor ve tabi kindarlar hırçınlaşıp dine imana saldırırken, yandaşlar bayram ediyordu! Oysa, Türkiye’nin ve özellikle Marmara bölgesinin AB’ye alınmasını İslam’a kindar Ulusalcı-sahte Kemalist medya da, din istismarcısı yandaş medya da dört gözle bekliyordu. Bakmayın Sn. Kılıçdaroğlu’yla Sn. Erdoğan’ın bu olgun ve olumlu tavırlarına, AB Türkiye’nin hem üniter yapısının çökertilmesi, hem ahlak ve aile kimyasının çözülmesi için dayatılan AB uyum yasalarını Meclis’ten bir an evvel geçirip ortak Masonik patronlarına yaranmak üzere CHP ve AKP’nin nasıl uzlaşıp uyuştuklarını ve birbirlerine destek çıktıklarını hatırlatmamız, aslında her şeyi anlatıyordu.

Ergenekon Kumpasının İktidar ve Cemaat kuklaları!

Ta en başından beri Ergenekon kumpasının CIA tarafından kurgulandığını; Amerikan karşıtı subayları ve aydınları etkisiz kılmak üzere, FETÖ Cemaatiyle AKP iktidarını aynı odakların kullandığını… Ve yine Milli haysiyetli ve tarihi projelerin sahibi Erbakan’ı devre dışı bırakıp Erdoğan’ı iktidara taşımak üzere Cemaat’le AKP’yi aynı mihrakların kucaklaştırdığını… Bunlardan bir tarafın şımarıp kontrolden çıkmasına engel olmak ve her iki tarafı da sürekli kendilerine mecbur ve mahkûm kılmak üzere, Cemaat’le AKP kavgasını kızıştırdığı halde, ama her ikisine de hala yine derin Amerika’nın sahip çıktığını… Sonunda 9 yıl boyunca hakkında ne yaygaralar koparılan Ergenekon’un nasıl fos çıktı ise, bunun gibi Paralel Yapı iddialarının bile, ileride boş evham ve ithamlarla abartıldığını ve en kahraman kurmayların aldatı ldığını duyunca ve AKP ile Cemaat yeniden barışıp hizmete koyulunca hiç şaşırmayacağımızı söyleyip yazdığımız için bizleri komploculukla hatta fesatçılıkla suçlayan şarlatanların hala yüzleri bile kızarmamaktadır. Hatırlayınız Gölbaşı’nda ve Zir Vadisi’nde toprağın altına saklanan silahların bulunduğu alana TRT kameraları polisten önce gidip canlı yayına başlamış, polisler canlı yayında kazı yapmış, silahları çıkarmıştı. AKP yalakası medya yazarları ve yorumcuları da “toprağın altından silahlar fışkırıyor” diye yazılar hazırlamıştı. Oysa silahların sarıldığı gazeteler henüz yeniydi ve silahlar uzun süre toprak altında kalmış gibi değildi ama toplum bu sırıtan detayları atlamıştı. TRT’nin olaydan önce olay mahalline gitmesi bile tezgâhın parçası olmak anlamındaydı.. Oysa “Derin devleti temizleme algısı” oluşturularak, aslında CIA güdümlü yeni ve işbirlikçi bir yapı kurulmaktaydı. Biz o süreçte Milli Çözüm Dergimizde “Ergenekon Kumpasları, yoksa At değiştirme operasyonları mıydı?” başlıklı yazılar yazıp toplumu uyarmaya çalışmıştık. Çünkü ABD (Yahudi Lobileri ve CIA) Kemalist Ulusalcılardan oluşan Türkiye’deki Derin Devlet kuklalarını değiştirip, yerine Din İstismarcısı (İslamcı) kuklalarını yerleştirme amacındaydı.

“Hâlbuki 1997'de ordu içinden gelen Erol Mütercimler'in itiraflarıyla kamuoyunun öğrendiği gizli ve kirli bir şebekeleşme vardı. Ama aynen Ergenekon'un bir başka ve çok daha sinsi çeşidi olan Fetullahçı Cemaat gibi bir CIA yapılanması da vardı. Şu anki FETÖ soruşturmalarında da aynı hatalar yapılır ve namlı Fethullahçılara dokunulmazken birbirinden alakasız bir sürü insan bu kapsama alınırsa aynı akıbet FETÖ davasında da ortaya çıkacaktır” diye sızlanan yandaşların aklı yeni mi başlarına taşınmıştı?

Hatta paralel yapıya ait internet sitelerinde, "Mehmet Özhaseki'den dikkat çeken açıklama" başlığı ile bir haber çıkmıştı. Eski Kayseri Belediye Başkanı ve AK Parti Genel Başkan Yardımcısı olan Özhaseki, paralel yapının en etkin ve güçlü olduğu şehirlerden biri olan Kayseri'de yaptığı bir konuşmada, "Paralel yapı fabrika ayarlarına dönerse, mücadele sona erer" buyurmuşlardı. Bu sözleri Sn. Cumhurbaşkanı ve Başbakan’dan habersiz söylemesi imkânsızdı. Pek çok yandaş yalaka gözlerine inanamamış, paralel yapının sıkça yaptığı yalan haberlerden biri olduğunu sanmıştı.

Oysa konuşmanın videosunu bulup izleyince haberin doğru olduğu anlaşılmaktaydı. Öyleyse bu açıklamadan ne anlamalıyız? Genel Başkan Yardımcısı sıfatını taşıyan birisi, paralel yapıyla mücadelenin bitme şartı ve şansı olarak 'fabrika ayarları'na dönmelerini tavsiye buyurmaktaydı. Yani yargıdaki hâkim-savcı yapılanması, emniyetteki polis yapılanması bile hâlen temizlenmemiş olan, devletin kim bilir başka hangi kurumlarında peydahlanmış bulunan, yayılma stratejisi zaten "yalan-takiye-iftira" üzerine kurgulanmış olan, telefon kayıtlarından yatak odalarına ihlal etmedikleri mahremiyet kuralı kalmayan, CHP'nin eski lideri Deniz Baykal'a ve MHP'nin üst yönetiminden 11 kişiye makamını bıraktıran gizli ve kirli çekimleri yaptıran, liderini CIA'nın kolladığı ve barındırdığı bir yapı Allah aşkına nasıl 'fabrika ayarları'na dönmüş olacaktı? 'Fabrika ayarlarına döndük' deyip bir adım geri çekilirlerse, mücadeleye son verecek bir AK Parti, Türkiye'nin istikbalini kendi eliyle teslim etmiş olmayacak mıydı? diye sızlanan zavallı İslamcılar, hala AKP’nin de Cemaat gibi bir “dış proje” olduğu gerçeğini kavrayamamışlardı. Oysa Abdurrahman Dilipak Üstatları bile bu acı gerçeği açıklamak zorunda kalmıştı.

9 yıl süren Ergenekon Masalı!..

“Tam 9 yıl boyunca, ne manşetler atılmış, ne yorumlar yapılmış, mangalda hiç kül bırakılmamıştı. Kim bilir kaç “10 bin” sayıda ve kaç “milyon” vuruşluk memleketi kurtaran makaleler kaleme alınmıştı. Ekranların kadrolu sakinleri kim bilir kaç milyon dakika aziz milletimizi bilgilendirmeyi (zihinlerini maniple edip yönlendirmeyi) kendine vazife ve vecibe saymışlardı. Demokrasi düşmanlarına ve darbeci paşalara karşı cengâverce sath-ı müdafaa yapılmıştı. Ve 9 yıl sonra mahkeme nihayet kararını açıklamış ve Ergenekon diye bir şey olmadığı ortaya çıkmıştı. Meğer yalanmış her şey. Onlarca “Ergenekon Dalgası” diye takdim edilen operasyonlar, yakalamalar, insanların kafaları üzerine basıp polis arabalarına taşımalar, patlayan flaşlar, ekranlardaki “Son dakika” parıltıları hepsi yalanmış, “milletle dalgaymış”!? Peki, 9 yıl sonra Ergenekon’dan geriye ne kalmıştı:

1- Ergenekon mağdurları.

2- Ergenekon’un rantını toplayanlar….

2009 yılında Erbakan Hocamızın vaki İran seyahatindeki heyete biz de katılmıştık. Hocamızın yapmış olduğu yurtdışı seyahatleri arasında bu seyahatin ayrı bir yeri vardır; 5 gün planlanmıştı ama 12 güne çıkarılmıştı. O yaşta, hatta tekerlekli sandalyede Erbakan Hocamız “Yeni Bir Dünya” projesini bu ülkenin Ali Hameney’den Ahmed-i Necad’a, Muttaki’den Hatemi’ye, Rafsancani’den Ali Laricani’ye kadar kim varsa yetkili, etkili herkese anlatıp durmuşlardı. Hocamızın sefarette yalnız başına kaldığı bir “an” oluşunca, Hocamızın yanına vardık ve kendisine detaylarıyla bilgi aktarıldıktan sonra Ergenekon sürecini ve gayesini sormuştuk. Hocamız yine sayfalarca makalelerle anlatılacak süreci tek cümleyle özetlemiş ve bize:“Anlaşıldı Mustafa, bunlar Amerika’nın aleyhine konuşacak kimseyi bırakmayacaklar…” buyurmuşlardı[1] diyen değerli kardeşimiz, Ergenekon safsata ve saplantılarına temkinli yaklaşan Milli Görüş Camiası’na, haksız ve hayâsız saldırılarda bulunanların “çook büyük bir özür borcu” olduğunu da hatırlatmıştı. İyi de iz’an ve insafın gereği yapılacaksa başta GİK başı Oğuzhan Asiltürk ve O’nun “gık” yalakası bazı Milli Gazete yazarlarının “Ergenekonculuk yaftasına ve iftirasına uğrayan Ahmet Akgül ve Milli Çözüm ekibi aleyhine verdikleri yalan yanlış beyanatların”hesabı niye sorulmazdı?

“Ey mü’minler Hak üzere durup adaleti yerine getirmeye çalışan (hâkimler) ve Allah için doğru söyleyen şahitler olun. (Dürüstlükten ve hakkaniyetten asla uzaklaşmayın) Velev ki bu şahitliğiniz kendinizin, ana-babanızın veya akraba ve yakınlarınızın aleyhine bile olsa! (Yine doğruluktan ve haktan ayrılmayın. Üzerine şahitlik veya hâkimlik yapacağınız), Onlar ister zengin olsun, ister fakir bulunsun (yine sakın adalet ve doğru bildiğinizden caymayın) Çünkü Allah ikisine de sizden daha yakındır. Onun için siz (Haktan yüz çevirip) nefsin hevasına uymayın. Eğer (adaletten ve doğru şahitlikten) dilinizi eğip bükerseniz veya büsbütün haktan yüz çevirirseniz, Allah şüphesiz yaptıklarınızdan haberdardır” (Nisa: 135) ayetinin hükmü niye uygulanmazdı?

SP Kurmaylarının Milli Çözüm iftiraları          

“Ergenekon'un 7. dalgası kapsamında gözaltına alınan Ahmet Akgül'ün Milli Görüş bağlantılı olduğu iddialarını Milli Görüş kurmayları yalanlamıştı. Saadet Partisi Genel Başkan Danışmanı ve Milli Görüş kurmay kadrosundan Oğuzhan Asiltürk, Ergenekon Operasyonu kapsamında gözaltına alındığı iddia edilen Ahmet Akgül'ün Milli Görüş ile ilişkilendirilmesi çabalarına karşılık, "Ahmet Akgül, hiçbir zaman Milli Görüşçü olmadı" açıklamasını yapmıştı. Ahmet Akgül'ün şahsının ve ekibinin, bugün veya geçmişte Milli Görüş kadrolarında yer almadığını belirten Asiltürk, fakat Ahmet Akgül'ün dışarıya kimliğini bu şekilde yansıttığını vurgulamıştı. "Bizim ilkelerimize uymayan davranışlarından ötürü kendisini kadrolarımıza dahil etmedik, fakat Milli Görüşçü gençliği çeşitli yollarla etrafında toplayıp bir gazete ve mecmua çıkarıp Milli Görüşçü olduğunu iddia ediyordu. Ancak Saadet Partisi Genel Merkezi'nin Milli Görüş Lideri Sayın Necmettin Erbakan'ın talimatıyla yayınladığı bir bildiri neticesinde bütün kurumlarımızdan uzaklaştırılmıştı."[2]

Oysa Erbakan Hocamız Altınoluk’ta kendilerini ziyaret eden E. GİK üyesi ve Kocaeli E. İl Başkanı Sn. Alaattin Köksal’a söyledikleriyle Oğuzhan Asiltürk’ü ve yalakalarını yalanlamıştı:

Alaattin Köksal Bey Oğuzhan Asiltürk’ün basında Milli Çözüm aleyhindeki açıklamalarına istinaden Erbakan Hocamıza: “Bu tür açıklamaların yanlış ve yaralayıcı olduğunu, çünkü kendisinin bu kardeşlerimizi tanıdığını ve teşkilatta beraber çalıştığını, bu beyanatların yersiz ve yararsız olduğunu”hatırlatınca Aziz Hocamızın cevaben: “Herkes görevini yapıyor. Bazıları beyanat vermede acele ediyor. Ben bu kardeşlerimi yakinen tanıyorum ve gözlerinden öpüyorum” buyurmuşlardı.

Sonunda Ergenekon kumpasları aleyhinde ve Erbakan çizgisinde beyanatlara mecbur kalan bu zevata ve hala bunları tanımayan zerzevata sormak lazımdı:

1- Eğer “Ergenekon, ABD’nin bir at değiştirme süreci ve Irak’la ilgili tezkereyi Meclisten geçirtmeyen TSK’yı hizaya sokma projesi” ise bu gerçekleri dile getirdiği, AKP ve Fetullah Gülen tehlikesine dikkat çektiği için tutuklanan ve hiçbir suç delili bulunmadığı için üç gün içinde serbest bırakılan AHMET AKGÜL ve Milli Çözüm ekibiyle ilgili “Onlar Ergenekoncu gruptur, Milli Görüş’ten kovulmuştur” gibi iftiralarla neden suçlayıp saldırmıştınız?

2- O zaman, oynanan dış tertipli tezgâhı bilmiyordunuz da, şimdi yeni mi farkına varmıştınız?

3- Yoksa, malum ve mel’un odaklara: “Milli Türkiye sinsi ve Siyonist planlarınızın farkındadır. Ona göre tedbir alınız” mesajları mı yollamıştınız?

4- Milli Gazete’nin birçok yazarları bile sizinle tam aksi istikamette ve AKP ağzı ile, Paşalara ve TSK’ya yönelik operasyonları “cesaretli girişimler ve demokratik gelişmeler”olarak değerlendirip arka çıkmışlardı. Ey Oğuzhan Asiltürk ve Şevket Kazan! Acaba Milli Gazete’nin kontrolünü mü elden kaçırmıştınız, yoksa ikili mi oynamaktaydınız?

5- Söylediklerinizde samimi iseniz, çok geç ve geçersiz de olsa, şimdi Ahmet Hoca’dan ve aleyhine kışkırttığınız camiamızdan, elbette özür dilemek zorundaydınız! Haydi var mısınız, samimiyetinizi ispatlar mısınız?

Cemaat CIA’nın maşasıydı

“Şimdi sen, kendi (nefs-ü) hevasını İLAH edinip (bencil tutkularına, boş gurur ve kuruntularına tapınmaya başlamış) kişiyi görmez misin? Ki Allah da onu bir İLİM üzere saptırmış (yani bazı bilgi ve becerilerine kibirlenerek, onları yanlış tefsir ve tatbik ederek ve kendisini herkesten üstün görerek azıtmış olduğundan Cenabı Hak) kulağına ve kalbine mühür basmış (böylece nasihat dinlemez ve ilahi hükmü kabul etmez şekilde hidayeti kararmış) ve gözleri üstüne bir perde asılmış (bu yüzden gerçekleri göremez şekilde feraseti alınmış kişilerin sapkınlığını ve azgınlığını fark edip sakınmanız gerekir.) Artık Allah’tan sonra, kim ona hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz?” (Casiye: 23) ayetinde açıkça bildirilen, kendi nefislerini İLAH EDİNEN kişilerden birisi olan Fetullah Gülen, kendisine hizmet etmeyen herkesi lanetlemekten ve beddua etmekten çekinmeyen bir ruh marazına müpteladır. Bir zamanlar övgüler yağdırdığı Tayyip Erdoğan’a şimdi kin ve hakaretle saldırması bunların bozuk fıtratları icabıdır. Aynı hıyanet ve hakaretleri Turgut Özal’a da yapmışlardır.

FETÖ şebekesinden Faruk Mercan, Fetullah Gülen’in, Sızıntı dergisinin 1991 Ağustos sayısında yer alan beddualarının Rahmetli Özal’ı hedef alarak yazıldığını açıklamıştır. Özal’ın ölümünden iki yıl önce yayınlanan ve baştan sona cumhurbaşkanını aşağılayan bu yazı da ilginç bir şekilde Özal’ın “yakında öleceğinin” ima edilmesi de enteresandır. “Şimdi istersen uyu; çünkü bundan sonra kopacak kıyamet senin kıyametin olacaktır! Evet, yakın bir gelecekte sen, sırtında bir kambur gibi tarihi mesuliyetlerin, derdest edilip tarihleşeceğin gayyaya götürülürken, senin ihmaline, senin iğfaline, senin hıyanetine uğramış, bütün ihmalzedelerin, bütün iğfalzedelerin, bütün hıyanetzedelerin kahredici bakışları, çıldırtan çığlıkları ve arş-ı adaleti ihtizaza getiren tazallümleriyle, ölüp ölüp dirilecek ve ‘keşke, ben de toprak olsaydım’ deyip inleyeceksin!..” hakaretleri Fetullah Gülen’in bozuk tıynetini ve enaniyetini yansıtmaktadır. Bu kin ve öfkenin sebebi şöyle açıklanmaktadır.

“Mesut Yılmaz, Emniyet’teki muhafazakâr ve dindar bilinen bazı kadroları tasfiye etti. Gülen’e göre Özal bunlara sahip çıkmalıydı, ama ilgisiz kaldı ve FETÖ’cüleri sahipsiz bıraktı. Öyleyse Özal’a beddua ve lanet okumak haktı!”

Fetullah Gülen, Tanrısı Amerika’nın ve derin ABD sayılan Yahudi odakların hatırına en büyük düşmanlığı Erbakan Hoca’ya yapmıştı. Çünkü Erbakan Siyonizm’in zulüm ve sömürü saltanatını yıkacak, Türkiye merkezli yeni ve Adil bir Dünya kurmak üzere yola çıkmıştı. “Erbakan’ı etkisiz kılma ve TSK’yı hizaya sokma”, Fetullah’la Erdoğan’ın buluşma noktaları ve tapınılan Siyonist patronların talimatıydı. Bu acı gerçeklere ve açık gelişmelere rağmen Erbakan sonrası SP yetkililerinin Fetullah Hoca ve Cemaat yandaşlığı mide bulandırıcıydı. Hatta bir zamanlar Koyu Erbakancı geçinen yerel Elaziz Gazetesi, birden hızlı Erdoğancı ve AKP şakşakçısı olup çıkmış, ardından Cemaat-iktidar kapışması başlayınca, önce güçlü gördükle ri FETÖ’cüleri alkışlayan ve haklı çıkaran yazılar yayınlamış, sonra Tayyip Bey’in üste çıktığını fark edince tekrar AKP ve Erdoğan yalakalığına sığınarak, Allah’ın va’dine ve kudretine iman ve itimatları bulunmayanların nasıl çarpılıp şaşkınlaştıklarını ortaya koymuşlardı.

CIA güdümündeki Fetullah Gülen'in; "Cemaat bağlılarının" Türkiye’yi ele geçirmek üzere izleyecekleri yöntemleri belirten emir niteliğindeki açıklamalarının görüntüleri 1999'da bir televizyon kanalında yayınlanmıştı. Gülen CIA’dan aldığı şu talimatları buyurmaktaydı:

"Adliye'de, Mülkiye'de mevcut olanlar mevcudiyetlerini korumazlarsa, arkadan gelenlerin mevcudiyetini koruyamayız. Bir taraftan o kanun ve kuralları, diğer taraftan da kanun ve kural adamı olma imajını kullanmalıyız. Yani sizi gören, Bunlar kurallara harfiyen riayet ediyorlar' demeli... Ta ilerilere gitmeli, can damarları içinde dolaşmalıyız. Cepheleri öğrenmeleri lazım arkadaşlarımızın... Hukuk sistemini didik didik etmeliler. Sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım... Biz de çalışıp onları istifade edecekleri mevkilere getirmeliyiz. Dikkatli olmalıyız. Erken harekete geçersek, tepemize binerler. Durmadan hazırlanmalıyız. Zamanı gelince, uygun boşluk bulunca maratona geçeriz. Devlet memuru arkadaşlarımız kahramanlık yapamazlar. Erken vuruş yaparlarsa dünya başlarını ezer. Bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephemize çekeceğimiz ana kadar her adım erken sayılır."

Fetullah Gülen’in çapını çok aşan bu sinsi girişimlerin bir CIA-MOSSAD projesi olduğu açıktı.

“Recep T. Erdoğan’a suikast” şantajıyla Fetullahçılarca Van'dan Ankara'ya Getirilen PKK Minibüsü de bir CIA tezgâhıydı!

CIA güdümlü Cemaat bu kumpasla zamanın başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ı korkutmayı, "büyük operasyon" yaptıklarını ispatlamayı ve bu "tuzak sonucunda" dolaylı şantajla para ödülü almayı amaçlamışlardı. Önce, Van'dan Mercedes Vito marka bir minibüs ayarlanmıştı; güya bu minibüse PKK 580 kilo patlayıcı doldurmuşlardı. Bu patlayıcı yüklü panelvan minibüs Ankara'ya taşınmış, Kurtuluş semtindeki çok katlı otoparka saklanmıştı. Bu esnada yapılan ihbara göre PKK, 11 Eylül olaylarının yıldönümünde, yani 11 Eylül 2007 günü, Başbakan Erdoğan'a suikast planlamıştı. İhbar sonucu, o bomba yüklü minibüsü "polis köpekleri" otoparkta bulup çıkarmışlardı. Bomba uzmanları başarılı operasyon sonrasında tehlikeyi etkisiz kılmışlardı. Böylece hem CIA-Maat etkinlik kazanacak ve tüm Cemaat polisleri nakit para ödülü alacaklardı.

İşte o minibüste "bulunan" bir cep telefonundan hareketle operasyon yapılmış ve hat sahibi Alpaslan Özkan, 13 Eylül 2007'de yakalanmıştı. Özkan, telefonun kendisine ait olmadığını, hattı ise üniversite öğrencisi İdris Nakçi'nin kullandığını açıklamıştı. İki gün sonra Eskişehir'den Ankara'ya gelirken yakalanan İdris Nakçi, PKK'nın Eskişehir'deki gençlik örgütlenmesinin sorumlusu olduğu suçlamasıyla tutuklanmıştı. Onun ardından ODTÜ öğrencisi Ali Sayan ve Alpaslan Özkan'ın gitar kursundan arkadaşı Mustafa Bayar da bombalı minibüs olayının faili oldukları iddiasıyla cezaevine konulmuşlardı. Böylece Başbakan Erdoğan'a suikast düzenlemek amacıyla Van'dan getirilen "bombalı araç" tezgâhı dört üniversite öğrencisinin üzerine kalmıştı. Üstelik bu olay, bazı medya organlarında "Ergenekon-PKK bağlantısı"nın kanıtı olarak yazılıp yorumlanmıştı.

Yıllar sonra E. Emniyet istihbarata Müdürlerinden Sabri Uzun şöyle çıkışmıştı: Ey Cemaat İmamı polis müdürleri!

Bu minibüsü, bir yardımcı istihbarat elemanına siz kiralatmadınız mı?

O patlayıcı dediğiniz gübreyi siz satın aldırmadınız mı?

O minibüsü, kendi ajanınıza verip Ankara'ya siz taşıtmadınız mı?

O minibüsü, Kurtuluş Katlı Otoparkı'na siz park ettirip saklamadınız mı?

Park ettirmeden önce üç dört gün İstihbarat Dairesi'nin kapalı garajında bekletip, ABD'deki İkiz Kuleler'e yapılan 11 Eylül saldırılarını çağrıştırsın diye 11 Eylül 2007 gününü özellikle beklemeye koyulmadınız mı?

Üzerinde parmak izi bulunmasın diye İstihbarat Dairesi'nin garajında yıkattığınız minibüsü bir polis memuruna eldivenle kullandırmadınız mı?[3]

Dilipak’ın itirafları!

“Ergenekon ve Balyoz davaları buharlaştı... Örgüt de, suç da, suçlu da kalmamıştı.Yarın Allah korusun Paralelciler geri dönüp gelirlerse, “FETÖ diye bir örgüt, dolayısı ile suç ve suçlu yoktur” diye bir mahkeme kararı çıkarsa şaşmamak lazımdı… Bana sorarsanız, artık Ergenekoncuların da, Paralelcilerin de geri dönüş yolları kapalıydı… Ama şunu da unutmamalıydı: Tamam Ergenekoncuların ve Paralelcilerin geri dönüş yolları kapalıydı, ama bu bundan sonra darbe olmayacağı anlamına gelmiyordu... Darbeler, terör ve savaşlar belli merkezlerin işi olmaktaydı… AKP’nin oluşumunda Erdoğan’ı istemeyen de Paralelcilerdi (Yani CIA’ydı), daha sonra Gül tezkereyi geçiremeyince “Artık muhtar bile olamaz” dedikleri Erdoğan’a iade-i itibar edilerek memnu hakların iadesinde rol alan Baykal’ın Cumhurbaşkanı olması senaryosunu yazanlar da Paralelciler’di… (yani CIA’ydı) Ne Çiller, ne de Baykal bir gecede hidayete erdiler sanılmasındı. Bu işler böyle ayarlanırdı…

Eğer Irak Tezkeresi geçseydi, o Ergenekoncu, Balyozcu dediklerini Irak’a gönderip orada işlerini bitirmeyi planlamışlardı. Paralelciler de gidip kahramanlıklar yapacaklar ve şanla şerefle geri dönüp, TSK'da yerlerini alacaklardı. Ama (Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a rağmen şükür ki) tezkerenin Meclis’ten geçmesi başarılamadı. TSK’daki BÇG kanadı, onun için, biz tezkereye karşı çıkarken onlar sesini çıkarmamıştı. Paralelciler de bu işi fazla ciddiye almamıştı. Nasıl olsa tezkere geçecek sanmışlardı. Ama evdeki hesap çarşıya uymamış, tezkere geçmeyip Meclis’e takılmış, Baykal da Çankaya’ya çıkamamıştı Böylece ipler kopmuş, iş başa düşmüştü. Gül Ergenekoncuların üzerine gidemeyince, sonunda Paralelciler Ergenekon ve Balyoz komplosuna sarılmıştı. Bu komplodaki sanıkların üçte biri kripto, gerçekten derin devletin darbeci kanadı idi ve Paralel yapıya karşı direnenler de bunlardı... Diğer üçte biri profesyoneller, güçlüden yana, emir-komuta zinciri içinde yer alan kişilerdi, en alttakiler ise günah keçileri (olan zavallılardı). Profesyonel gurupta yer alanların bir kısmı Paralelcilerin ele geçirmek istedikleri kadrolardaki insanlardı. Sonuçta Paralel ve Balyozdaki sanıkların üçte biri gerçek sanıktı… Eğer bunlar Paralel yapıya destek verecek olurlarsa, onlar da bir şekilde kurtarılacaklardı. Ya başka biri suçlanacak, ya da zaten üzerinde oynanan belgelerin sahte olduğu ileri sürülerek bu kişiler kurtarılacaktı..

Büyükanıt’la yapılan mutabakat, dava açı lmayan muvazzafların kurtarılması yönünde önemli bir adımdı. Derin çete artık bölünmüş durumdaydı. Zaten bu vesile ile orduda ciddi bir temizlik hareketi de yapılmıştı... Zaman içinde bu kişilerin önemli bir bölümü de emekliye ayrılmıştı. Devlet bunlarla uğraşmayı bırakıp, Paralel yapıya yönelmeye başlamıştı. Aslında AKP, derin devletin şerrinden kurtulmak için ABD, AB ve onların içerideki taşeronları Paralele sarıldı bir bakıma.. Paralel yapı da bundan aldığı cesaretle derin devlete saldırdı... Erdoğan onları bırakıp Paralel ile köprüleri atınca iş bu noktaya vardı”[4] şeklinde tespit ve tahliller yapanAbdurrahman Dilipak, kahramanlık taslarken hırsızlığını arz eden Kıpti misali,Cemaat’le AKP’yi başta kucaklaştırıp sonra kapıştıranın aynı odaklar (CIA) ve içerideki figüranları olduğunu itiraf etmiş olmaktaydı. “AKP Derin Devlet’ten kurtulmak için ABD ve AB’ye (ve onların hizmetindeki FETÖ paralelcilerine) sığınmak zorunda kaldı. Paralel yapı da bundan cesaret alıp derin devlete saldırdı” sözleriyle, hem AKP’nin hem Cemaat’in Türkiye’deki ABD ve AB (yani Siyonist Yahudi) güdümünde olmayan Milli bir yapıya savaş açtıklarını ve tabi çok şükür ki, başarısız kaldıklarını da ağzından kaçırmıştı. Sahi, bu Dilipak’ın DARBE korkusu nereden kaynaklanmaktaydı? Yoksa kendi ifadesiyle “ABD ve AB kontrolü dışında bulunan, AKP ve Cemaat’in, malum merkezlerin desteğindeki operasyonlarıyla da dağıtılamayan” yapının, işbirlikçi figüranlardan hesap soracağı kuşkusuna mı kapılmışlardı?

 


[1] Bak: Mustafa Kurdaş, 22 Nisan 2016, Milli Gazete

[2] 23.07.2008, Haber5.com / Yenişafak

[3] Bak: İN, Kırmızı Kedi yy. 2. Basım, sh: 42

[4] Yeni Akit, 25 Nisan 2016


Kaynak:

Yorum Yaz