Erbakan Hocamıza 40 Sayfalık Mektup Yazdırtan Olay!
Almanya’daki özel ve gizli toplantıya Hoca nasıl katılmıştı, Müslümanlar aleyhindeki sinsi ve gayri insani tuzakların nasıl farkına varmıştı?
Efsane Başbakanımız Rahmetli Erbakan Hocamız, Almanya'da doçentlik tezini bitirdikten sonra çok ilginç ve iğrenç bir olayla karşılaşır. Tez çalışmaları sırasında ünlü bir Alman bilim adamı olan Prof. Schmidt kendisiyle görüşmek için çağırır. Alman bilim adamı, çok acil bir işi çıktığını söyleyerek, özel davetiye ile çağrıldığı önemli bir toplantıda, koltuğu boş görülmesin diye, bu gizli toplantıya kendisinin yerine gitmesini ister ve Erbakan Hoca da onu kırmayıp bu toplantıya katılır. Bakın ondan sonra neler olduğunu Erbakan Hocamızın kendi anlattıklarından ve ayrıntılarından anlamaya çalışalım.
"Yıl 1952, ilkbahar aylarıydı...
Almanya'da doktora tezi ve doçentlik tezi çalışmalarımı bitirdikten sonra Aachen Technische Hochschule'sinde Prof. F.A.F Schmidt ile beraber bugünün harp sanayiinin temelini teşkil eden füzeler ve Leopard tank motorlarının geliştirilmesiyle ilgili araştırmaları yürütüyorduk. Prof. Schmidt, harp içindeki Almanya'nın en üst seviyede araştırmalarını yapan Deutsche Luftfaht Forschung Merkezi'nin en önemli şahsiyeti sayılırdı. Alman ordusunun dünyada ilk defa Avrupa'da yapılan atışla Londra'yı tahrip için kullandığı V1, V2 füzelerinin keşfinde önemli rol oynamıştı. Bir gün Üniversite'nin araştırma laboratuarında çalışırken benimle görüşmek istediğini söyledi. Önünde, ESSO Petrol Şirketi Genel Müdürü Dr. Müller'in gizli bir konferansa davet kartı bulunuyordu. Bu konferansa kendisinin gidemeyeceğini, ancak böyle bir şahsın verdiği konferansta isminin yazılı olduğu masanın boş kalmamasına da ehemmiyet verdiğini belirtti. Mümkünse bu konferansa kendi adına benim gidip, yerini almamı rica etti. Memnuniyetle kabul ettim.
Konferans, o tarihte, harpten çıkmış Almanya'nın yıkık Aachen kentinin ilk tamir edilen, en lüks, en muhteşem binasında yapılıyordu. Bu binada aslında bir termal kaynak bulunduğu için adı Bad Aachen olan Aachen şehrinin ağaçlar içindeki meşhur Kurhaus oteliydi. Girişte sıkı kontroller yapıldı. Davetiyeyi göstererek Prof. Schimdt'in adına onun yerine oturdum. Şehrin Valisi, Başpiskopos'u, profesörler, ileri gelen iş adamları ve yazarlardan müteşekkil en seçkin bir topluluk bu konferansa davet edilmişti.
ESSO Şirketi Genel Müdürü Dr. Müller açış konuşmasını yaparken:
-"Sizleri her ne kadar "Bugünkü Arabistan" konulu bir konferansa davet ettimse de, bu davetin böyle takdimi konferansın gizliliği münasebetiyledir. Toplantının asıl maksadı şudur: Suudi Arabistan'ın yeni petrol bölgesi Damman'dan geliyorum. Amerikalılarla beraber dünyanın en zengin petrol kaynaklarını bulduk. Amerika'nın ve Avrupa'nın önemli şehirlerinde seçilmiş kimselerle yapılmasını programladığımız bu gizli toplantılarla, bu muazzam servetin Batılıların yararına kullanılmasını nasıl temin edebileceğimizin istişarelerini yapmak istiyoruz. Onun için bu büyük zenginlik hakkında size kısaca bilgi verdikten sonra, aslında ben sizin tavsiyelerinizi dinlemek istiyorum." dedi.
Suudi Arabistan'da dünyanın en zengin petrol yatakları bulunmuş ve ilk üretim başlamıştı. Buradaki rezervler dünya toplam rezervinin yüzde yirmisine denk büyük ve zengin yataklardı. Batı bu rezervlerin kendi yararına kullanılmasını istiyordu ve daha ilk günden bunun tedbirlerini almaya çalışıyordu.
Dr. Müller, ayrıca konuşması esnasında; Müslümanlık hakkında gerçekle hiç alakası olmayan o kadar yanlış şeyler anlattı ve Müslümanların hakkı olan bu petrolü onlardan alabilmek için toplantıya iştirak edenler de o kadar insanlık dışı haksız teklif ve tavsiyelerde bulundular ki; o gün hayatımın feveran göstermemek için en çok çaba sarf ettiğim günü oldu. Bunlar, Müslümanların evrimlerini henüz tamamlamadığını, bu nedenle tam insan sayılmayacaklarını, bu yüzden sömürülmelerinin ve hatta gerekirse öldürülmelerinin yanlış olmayacağını savunmuşlardı. Her birine hak ettikleri cevabı verebilirdim ama Prof. Schmidt'in yerine gittiğim ve Müslümanlara karşı daha ne gibi şeytani düşünce ve projeleri olduğunu dinleyip öğrenmem gerektiği için susmak zorunda kalmıştım. Ancak reaksiyonumu hemen o gece Türkiye'deki ve çeşitli İslam ülkelerindeki arkadaşlarıma 40 (kırk) sayfalık bir mektup yazarak duyurmak ihtiyacını hissettim.
İşte Batı, körfez petrolüne ilk günden beri bu gözle bakmıştır. Bu petrolü kendi kontrolünde tutmaya her şeyden fazla önem göstermiştir. Ben de Batı'nın kapalı kapılar arkasındaki gerçek yüzünü o gün bizzat görmüş ve dinlemiştim ve tabi bu haksızlığa karşı o günden beri mücadele içindeyim..."
Erbakan’ın Zaferi, Yüksek Cesaret ve Stratejisi Pentagon’da Ders Olarak Okutulmaktaydı!
Maalesef Türkiye NATO’nun güdümlü müttefiki, Tanzimat’tan beri Batının yörüngesine girmiş uydu ülkesi konumundaydı. Bu nedenle asıl mimarı Erbakan olan 1974’teki Şanlı Kıbrıs çıkarması ABD’yi şoka uğratmıştı. Çünkü adalara yapılan çıkarmalar genellikle sıkıntılı ve başarısız olmuşlardı. 1522’de Rodos alınırken 30 bin şehidimiz vardı. Kıbrıs Eylül 1571’de fethedildiğinde: 50 bin şehit verildiği anlaşılmıştı. Ardından Osmanlı donanması İnebahtı’da 30 bin şehit verdi. Girit’te 24 yıllık kuşatma ile 1669’da Kandiye kalesi alındığında 130 bin şehit bırakılmıştı. Ecdadımızın tam 403 yıl önce 50 bin şehit vererek aldığı Kıbrıs, 1974’te bugüne göre o günkü TSK’nın kıt imkânlarıyla Rahmetli Orgeneral Semih Sancar’ın komutasında nasıl sadece 498 şehit verilerek alındığına; Müttefikimiz NATO’nun kışkırtmalarına, Avrupa ve Amerika’nın askeri ambargosuna rağmen bu zafer nasıl başarıldığına, Batılıların bir türlü akılları yatmamıştı.
Viyana’yı Çözen Gâvur Kafa, Kıbrıs’ı Bir Türlü Kavrayamamıştı!
Malazgirt’te, Kosova’da, İstanbul surlarında, Viyana’da, Çanakkale’de Milli Görüşün ne olduğunu biraz bilen Haçlı Batı’nın; 1974 Kıbrıs çıkarmasını ve Erbakan’ın strateji dehasını bir türlü çözemediği anlaşılmaktaydı. Milli Gazete’den bir kardeşimiz, bir heyetle birlikte Kıbrıs’ı gezerken görevli rehber aktarmıştı. Daha önce gezdirdiği bir heyetteki, bizzat Amerikan ordusunda görevli bir subay da rehberimize anlatmıştı. ABD’li subaya göre; 1974 Kıbrıs Zaferi’nin başarısı, Pentagon’da askeri okullarda ders olarak okutulmaktaydı! Çünkü adalarda yapılan savaşlar her zaman çok zor, kayıplı, meşakkatli olur ve de kesin zaferle sonuçlanmazdı. Çok sayıda asker hayatını kaybettiği halde, sonuç alınamazdı. Ancak 1974’te tersi yaşanmış, Batılıların ağızları açık kalmıştı. Amerikalı subaya göre, Amerikan Genelkurmay Başkanlığı Pentagon, Kıbrıs Barış Harekâtı’nı askeri bir strateji dehasının ürünü olarak yorumlamıştı. Ve bunun nasıl gerçekleştiğini, askeri okullarında ders olarak okutma kararı alınmıştı.
İslam; Hem Doğuyu hem Batıyı… Hem geri bırakılmış ve işgale uğramış Müslümanları hem Hıristiyan dünyasını… Hem Kapitalizmin kıskacında kıvrananları, hem Komünist rejimler altında çağdaş kölelik yaşayanları; bu zulüm ve zilletten kurtaracak, herkesi temel insan haklarına ve evrensel hukuk ve huzur kurallarına kavuşturacak Hak Dinin ve Adil Düzenin adıydı… Ve Erbakan bu kutlu hakikat kaynağının çağımızdaki tercümanıydı...
Hoca, Washington’da Amerikalıları Nasıl Fırçalamıştı?
Milli Görüş Lideri Necmettin Erbakan’ın uluslararası gezilerin bazılarında O’nun tercümanlığını yapan Temel Karamollaoğlu o döneme ilişkin çarpıcı açıklamalarda bulunmuşlardı.
Nezâket abidesi Necmettin Erbakan’ın konu İslam Davası ve ülke çıkarları olunca nasıl celallendiğinin “Washington’da üst düzey Amerikalılara toplantıda öyle fırçaları vardı ki; biz bile tercüme etmekte tereddütler yaşadık. O’nda ise tereddüt ve endişenin eseri yoktu.”itirafları kanıtıydı. Evet, dış ülkelerde ve yabancı heyetler önünde Erbakan Hocanın tercümanlığını yapanların bir kısmının ya korkusundan veya bilgi kısırlığından; İngilizce, Arapça ve Almanca tercümelerindeki yanlışlık ve noksanlıkları Erbakan’ın nasıl düzelttiğine bizler de şahit olanlardanız. O toplantıda Hoca’nın “ABD aygır gibi tepiniyor” cümlesi salonda buz gibi bir hava oluştururken Hoca’nın hız kesmeyerek “Bu azgın aygırın zapt edilmesi lazım” cümleleri toplantı salonunda bomba tesiri yapmıştı. Amerika’da Washington’da üst düzey NATO Komutanları ve Büyükelçilerin bulunduğu toplantıda Erbakan’ın bu cesur ve onurlu konuşması salonu karıştırmıştı. Amerika’da Amerikalılara“Amerika azgın bir aygıra benziyor, sadece tekmeleyip etrafında ne varsa yok ediyor; Amerika’yı dizginlemek lazım, işte vazifemiz budur.” diyebilen tek Lider Erbakan’dı.
Batı emperyalizmi ve Siyonizm, terbiye edilmemiş bir aygır gibi insanlığı tekmeleyip duruyorlardı. Siyonizm timsahının üst çenesi ABD, alt çenesi AB, kuyruğu İsrail, gövdesi ise işbirlikçi İslam yöneticileri olmaktaydı.
Erbakan’ın Milli Görüş ve Milli Çözüm Vurguları Şeytanın dostlarını telaşlandırmıştı!
“Bakın size kesinlikle ifade ediyorum ki: TÜRKİYE'NİN KURTULUŞU; Milli Çözüm'e inanan bir Cumhurbaşkanı’nın o makama oturması, Milli Çözüm'e inanan bir Hükümet'in kurulması ve yeni bir devrin başlamasıyla mümkündür!”
Başka bir yerde, Aziz Hocamız şöyle buyurmuşlardı:
“Bu hükümet gider, dert biter zannedilmesin. Batı kulüp gider Milli Görüş gelirse bu problemler aşılır. Ancak kurtuluşa böyle ulaşılır. İşte acı tecrübelerden sonra geldiğimiz nokta budur!
Öyleyse bir Cumhurbaşkanından üç tane temel şart istiyoruz:
1- Bu Cumhurbaşkanı bizzat kendi inancı itibariyle Batı kulüp zihniyetine sahip olmamalıdır. Milli Görüş’e (bu milletin inancına) sahip olmalıdır.
2- Türkiye’nin kurtuluşunun Batı kulüp zihniyetli hükümetlerde değil; Milli Görüş zihniyetli MİLLİ ÇÖZÜM’de olduğuna inanmış, bunu idrak etmiş bir insan olmalıdır.
3- Ve bunlara ilaveten de Cumhurbaşkanı olacak bu kimsenin; bu hayırlı ve başarılı neticeleri meydana getirmek için; başkasının tesiri altında kalan değil; bizzat kendi gayretiyle çalışan ve mâniaları tek tek aşan bir insan olması lazımdır.”
Erbakan, İhvan Liderlerini İdam Sehpasından Böyle Almıştı!
Erbakan Hoca Mısır’daki mazlum mü’minlerin mahkemelerini bile bizzat takip ediyor ve sahip çıkıyordu. Meclis’te yalnızca 38 milletvekili bulunan Refah Partisi’nin Genel Başkanı ve Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan, yine Mısır’da “sessiz sedasız” idam sehpasından 10 kişiyi şöyle kurtarıyordu:
“Bizim liderimiz bizi düşünmüş sizi göndermiş ya; artık idam etseler de gam yemeyiz.” diye ağlıyorlardı!
Eski Van Milletvekili Fetullah Erbaş anlatmıştı: “1995'te bir akşam Hocamızın Özel Kalem Müdürü telefonla aradı. Hoca sizi bekliyor dedi. Ben de Meclis’ten Genel Merkez’e geldim. Hoca bize özetle “Müslüman Kardeşler teşkilatının üst düzey yöneticilerinin üç yıl önce Amel (işçi) Partisi’nden seçimlere katılmak istemeleri üzerine tutuklanarak idam talebiyle yargılandıklarını ve bizim de onları mahkemede savunmamamızı” istedi. (Tabi bu arada Hocamız; Mısır mahkemesinde nasıl savunma yapılması gerektiğini de öğretmişti.) Ertesi günü havaalanında tarifeli uçak beklerken Hocamın Özel Kalem Müdürü bize bu iş için özel bir uçak kiraladığını ve uçağa binmemizi istedi. 6 kişilik bir jet uçağı idi, uçağa bindik bir pilot üç milletvekili Kahire’ye geldik. Çıkışta bizi karşılamak üzere Hasan el Benna’nın oğlu Avukat Seyfülislam el Benna ve El Ezher Üniversitesi’nde okuyan üç Türk öğrenci bekliyordu. Ertesi gün sabah bizi otelden aldılar, duruşmanın yapılacağı Askeri mahkemeye götürdüler. Orada duruşma başlamadan önce tutukluları getirdiler, büyük arabaların içinde aslan kafeslerine benzer kafeslerde idiler. Raylı bir bölmenin dışı yine parmaklıklı idi. Tutukluların kafesleri bu raylar üzerinden mahkeme salonuna getirildi. Ben yanlarına gittim aramızda bir metre mesafeden fazla boşluk vardı. Onlara: “Bizi Türkiye’den Necmettin Erbakan Hocamız gönderdi, sizi mahkemede savunacağız bizler O’nun milletvekilleriyiz.” dedim. Bu sözlerimi Türk öğrencilerden biri Arapçaya tercüme etti. Birden büyük bir ağlama sesi duyuldu. Hepsi ağlıyordu. Bir şeyler söylüyorlardı. ”Niçin ağlıyorlar ne söylüyorlar?” diye sordum bana dedi ki: “Bunlar sevinçten ağlıyorlar. Diyorlar ki; bundan sonra bizi idam etseler gam yemeyiz. Bizim Liderimiz, İslam Davasının rehberi Aziz Erbakan Hocamız bizi düşünmüş, bize sizleri göndermiş, ya!.. Bugün bizim bayram günümüzdür, karar ne olursa olsun artık umurumuzda değil” dediklerini aktardı. Onların ağlaması beni de hislendirdi ve onlarla birlikte ağlamaya başladım. Sonra mahkeme heyeti geldi. Bizler dilekçemizi verdik. Türkiye’den geldiğimizi, baroya kayıtlı avukatlar olduğumuzu, sanıkların vekâletlerini bilahare alacağımızı, mahkemede savunma avukatları olarak kabulümüzü istedik. Mahkeme heyeti, Mısır hukuk fakültelerinden birinden mezun olmadığımızı ve Mısır’da baroya kayıtlı olmadığımızı, ayrıca Mısır vatandaşı olmamamızdan dolayı talebimizi reddetti. Bu kez ben o günlerde almış olduğum Uluslararası Af Örgütü’nün üye kartını mahkemeye sundum. Duruşmaya gözlemci sıfatıyla kabulümüzü istedim. Tercümanlar tercüme ettiler. Mahkeme üye kartıma baktı, sonunda gözlemci olarak bizi mahkemeye kabul ettiler ve duruşma başladı. Sonunda duruşma bitti ve mahkeme heyeti odalarına çekilirken ben yerimden fırladım, son üye içeriye girerken yetiştim. Kapıyı kapatırken ayağımı kapının arasına koydum, bana “memnu memnu” dedi. Ben de yanıma gelen Türk öğrenciye Erbakan Hocamızın öğrettiklerini söyledim: “Bu hâkime söyle, bu yargılama dünyanın hiçbir yerinde olmamaktadır. Siz sivil şahısları sivil suçları askeri mahkemede yargılıyorsunuz, ortaya konulan deliler de geçersizdir. Bu binaya giren herkesi idamla yargılıyorsunuz. Ancak binanın önüne bir levha dikmemişsiniz bu kapıdan giren idam edilir diye” çevirmesini söyledim. Bu arada gürültüye diğer hâkimler de geldiler. Ben de bunları dedikten sonra: “Eğer bu hususta görüşmezsek önümüzdeki duruşmaya en az on avukatla ve insan haklan örgütleriyle, af örgütüyle katılacağımızı; bu konuda Mısır’ın adalet sistemini, adil yargılama haklarını ihlal ettiğini tüm dünyaya duyuracağız.” dedim. Sözlerim tercüme edilince mahkeme heyeti başkanı bize “şimdi gidin yarın buraya gelin görüşelim!” dedi. Biz de mahkeme binasından ayrıldık. İkinci gün tekrar mahkeme binasına geldik. Mahkeme başkanının odasında oturduk hâkimler gelmişti. Bu konuda daha önce bu şahısların sivil mahkemede yargılanıp beraat ettiklerini bildiğimizi kendilerine anlattık. Onlara yeni teklifimizin bu tutukluların yattıkları süre de göz önünde tutularak kendilerine üç yılı geçmemek üzere ceza verilsin ve tamamı tahliye edilsin teklifine onlar da olumlu baktılar. Bir sonraki duruşmada bu kararı vereceklerini ifade ettiler. Biz de Ankara’ya döndük. Durumu Hocamıza anlattık, memnun oldu, mahkemeyi takip etmemizi istedi. Gerçekten bir sonraki duruşmada her birine dediğimiz gibi tutukluluk süreleri kadar ceza vererek salıverildiklerini öğrendik.”
Lübnan Savaşı’nda Erbakan’ın Kurtarma Operasyonu Talimatı!
İsrail'in 2006 yılında saldırdığı Lübnan'dan tahliye edilen Türk vatandaşlarının arasında bulunan çok önemli isim Mustafa Tahhan’dı!
Yakın tarihimizin en şiddetli saldırılarından biri yaşanırken, Türkiye, Lübnan'da bulunan Türk vatandaşlarını 24 Temmuz 2006 günü, Deniz Kuvvetleri ve Dışişleri Bakanlığı'nın gerçekleştirdiği ortak operasyon neticesinde, İskenderun feribotuyla tahliye ediyor ve Mersin'e taşıyordu. Ancak yıllar sonra ortaya çıkan gerçek; 54. Hükümetin Başbakanı Merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ın, Ümmetin her ferdini ayrı ayrı düşündüğünü bir kez daha ortaya koyuyordu. 1200 Türk vatandaşının taşındığı ve Beyrut'tan 50 mil açıkta bekleyen İsrail hücumbotlarının arasından geçen, Deniz Kuvvetleri'ne ait İskenderun feribotunda Merhum Erbakan'ın sadık dostlarındanLübnanlı Mustafa Tahhan ve ailesi de bulunuyordu.
Mustafa Tahhan Hoca'nın, olayın perde arkasını, yolculuğu ve Türkiye'de misafir edilişini anlattığı yazısında, Erbakan için söylediği, "Bazıları, niye ben son ana kadar Erbakan’la beraberim, bunu garipsiyorlar. Bunun sadece siyasi bir duruştan ibaret olduğunu zannediyorlar. Hayır dostlar! Bu aynı zamanda zayıf anımızda bizi kollayan, biz sıkıntılarla boğuşurken boğulmadan önce imdada koşan lider bir şahsiyete vefa duruşudur… O mü’min, O salih ve cesur kişiyi aradım ve yardım çığlığı attım. Ve hemen ikinci bir telefon geldi; kendimizi hazırlamamızı, bir Türk savaş gemisinin bizi Beyrut’tan alıp Türkiye’nin Mersin limanına taşıyacağını haber verdi." ifadeleri dikkat çekiyordu.
İşte Özet Olarak O Yazı:
Korku ve Ümit Arasında Lübnan Seyahati – “Dünyanın Dört Bir Yanından Hatıralar” Yazı Dizisinden – Lübnan’dan Hatıralar bölümünde meşhur Âlim ve Mücahit Mustafa Tahhan şunları aktarmıştı:
İsrail denizden ve karadan bulunduğumuz yeri kuşatmıştı. Korku ve ümidin iki kıyısı arasında sıkışıp kalmıştık… Karadan, denizden ve havadan bombardımanın şiddeti gün geçtikçe artıyordu. Renkler birbirine karışmıştı artık… Solgun yüzler, kıpkızıl akan kanlar. Şimşek gibi gürleyen sesler dinmiyor. Radyo ve televizyonlardan duyduğunuz haberler de endişenize endişe katıyordu. Yaşadıklarımızdan uzak olan çocuklarımızdan cep telefonları ile emin olabiliyorduk. Ta ki iletişim kesilinceye kadar. İnsanlar bir çıkış aramaya başlamışlardı, ağrılar kalbimi sıktıkça sıkıyor, rahatsızlığımı arttırıyordu. Çocuklarımın ilki; kızımı tüm çocukları ile beraber ülkeden çıkmak için yollarda görüyordum. Ancak gidebileceği komşu ülkeler de dahil olmak üzere hiçbir güvenli çıkış yolu yoktu… Büyük Üstad Necmettin Erbakan’ı aradım, bu tehlikeli durumdan bizi kurtarması için.
İskenderun Feribotu Mersin Limanı'na Yanaşırken Yaşanan Heyecanlar!
Bize gelen talimat üzerine hemen Beyrut’a doğru yola koyulduk. Beyrut yolculuğu risk doluydu. Ancak biraz da olsa ümit varsa beraberinde, tehlikeler emniyete dönüşüveriyordu. Bize kendi evlatları gibi muamelede bulundular. Uyumamız için bir oda tahsis ettiler. Son derece cömert ikramda bulundular. Her birinin son derece yavaş geçtiği 30 saatin ardından Adana yakınlarındaki, Kıbrıs Adası’nın karşısına tekabül eden Mersin Limanı’na ulaştık. Gemiden indiğimizde bizi güllerle karşıladılar. Yüksek rütbeli subayların odasına davet ediliyor, sağ salim ulaştığımız için tebrik ediliyorduk. Teşekkür ettik ve bizi bekleyen Saadet Partili arkadaşları bulmak üzere yanlarından ayrıldık. Yüzlerinden can, gözlerinden muhabbet fışkırıyordu. Bize dedikleri şuydu: “Bizi Erbakan Hoca aradı ve dedi ki: Eğer kurtarma gemisi ile gelmeyi başaramazlarsa hemen bir tekne kiralayıp o gemiyle onları Lübnan’dan alın ve sağ salim Türkiye’ye ulaştırın!..” dediler.
Bazıları niye ben son ana kadar Erbakan’la beraberim? Bunu garipsiyorlar. Bunun sadece siyasi bir duruştan ibaret olduğunu zannediyorlar. Hayır dostlar! Bu aynı zamanda zayıf anımızda bizi kollayan, biz sıkıntılarla boğuşurken boğulmadan önce imdadımıza koşan lider şahsiyete bir vefa duruşudur… O mü’min, O salih ve cesur kişiyi aradım ve yardım çığlığı attım. Ve hemen ikinci bir telefon geldi, kendimizi hazırlamamızı, bir Türk savaş gemisinin bizi Beyrut’tan alıp Türkiye’nin Mersin limanına taşıyacağını haber verdi.”[1]
Mustafa Tahhan Kimdir?
1938'de Lübnan'da dünyaya gelmiştir. Eğitimini Suriye'de tamamlamış bir Kimya mühendisidir. İslami uyanışın içine bulunduğu şartlar üzerinde yoğunlaşmış ve yazdığı kitaplar 60 dile çevrilmiştir. İhvan-ı Müslimin hareketinin içerisinde önemli görevler üstlenmiştir. Erbakan Hocanın sadık bir talebesi ve takipçisidir. IIFSO (Dünya Müslüman Öğrenci Örgütleri Federasyonu) Kurucu Genel Başkanlığını yürütmektedir.
Mustafa Tahhan’ın itirafları:
2012 yılında İstanbul’da yapılan “Erbakan’ı anma” toplantısına katılan Dünya gençlik teşkilatı eski başkanı Mustafa Tahhan’ın: “Ben size, Erbakan Hoca’nın Bosna halkına ve İzzet Begoviç’e sağladığı çok büyük yardımları anlatsam hayretler içinde kalırsınız.” anlamındaki Arapça sözlerini, partiyi kuşatan münafıkların tembihlediği kişi, ısrarlı uyarılara rağmen bu önemli gerçeği maalesef Türkçe tercüme etmeyip atlamıştı.
Ahmet Hocam çileye girmek isterken Erbakan Hocamızın Kerametli Uyarısı
Ahmet Akgül Hocamız birkaç sohbetinde anlatmışlardı: Vaktimiz müsait bir tatil dönemiydi. Elazığ’da merkez köylerinden, Keban baraj gölü kenarında, yeşillikli, sade ve rahat bir köy var... İlami Köyü derler. Oradan bize bir haber ulaştı; Köyün imamı kardeşimizin aniden tayini çıkmış, Ramazan da yaklaşıyor... Bizden bir hafız istiyorlardı. Cami Ramazan’da imamsız kalmasın, namaz kıldırsın ricasında bulunuyorlardı. Ben de uzun zamandır kırk gün çile oturmak için böyle bir fırsat kolluyordum… Rahmetullahu Aleyh üstadımızın da çile usulü zordu; sahurda ve iftarda çay bile yasak, su ve bir parça kuru ekmekle yetiniyorsun, zaten kırk gün oruçlusun... Bu bir fırsattı; Ramazan geliyor, 10 gün de evvel oturursam 40 günü tamamlarım diye düşündüm... Hatırladınız; Hz. Musa (AS), Tur-u Sina’ya çıkarken Allah öyle buyuruyordu: “30 ile sözleştik, 10 gün daha ekledik… 40 güne tamamladık...” dedik hayatın meşgalesi, bir kısım siyasi mücadeleler, ister istemez bazı hataları da beraberinde getiriyor... Eğer takva dairesinde, Allah rızası çerçevesinde kalamazsan laçkalaşıyorsun… Biraz kendimizi toparlamak, günaha bulanmış, gaflete dalmış nefsimizi ıslaha çalışmak niyetiyle o köyde 40 gün çileye girme kararı aldık. Şehir yerinde oturursan, göze batıyor, riyakârlık oluyordu, orası köydür, sakindir, gelen giden olmuyordu, rahatsız eden yoktu… Arkadaşa acaba ben gitsem olur mu? deyince daha çok sevindiler, keşke sen gelsen dediler... 2 saat gece uykusu var, 1 saat kadar da gündüz... Zaten bir şey yemedin mi uyku da kalmıyor, insana yemek uyku veriyordu… İşte gece gündüz, Zikrullah’la, Kur’an’la, ibadet ve huzurla vakit geçirmek üzere söz vermiş olduk… O arada dedim ki çoktandır Erbakan Hocamızı ziyaret etmedim, daha 15 gün kadar var… Hemen gidip Erbakan Hocamı ziyaret edip döneyim, gelip o köyde 40 gün çile oturayım diye kendi kendime bir plan yaptım. Otobüse bindim, Ankara’ya gidiyorum. İçimden dedim ki; Hocam sorup der ki “Ne iş yapıyorsun?” Ben ise; “40 gün bir köy camisinde çileye niyetlenmişim” desem, belli olmaz, Hocam belki; “bırak git Tunceli’de teşkilat kur! Git Hakkâri’de, Bingöl’de teşkilat kur!”buyurabilir. Gitsem, söz verdiğim şeyden (camiden) geri kalacağım, gitmesem Hocam’ı kırmış olacağım... En iyisi bu konuya hiç girmeyeyim. Ve zaten o köyün muhtarı ve aracı olan arkadaş dışında hiç kimsenin orada 40 gün oturmak için sözleştiğimden haberi de yoktu… Derken, yola çıktık, gittik Ankara’ya. Genel merkeze uğradım... Sıra beklettiler. Nihayetinde Hocam çağırdı, girdik içeriye... Hocam genellikle sohbetlerinde ve seminerlerinde konu daha iyi anlaşılsın ve mesele daha rahat kavransın diye bazen sorular sorardı biliyorsunuz... Ama bana hiç soru sormazdı, her halde şaşıracağım için böyle davranırdı. Oturdum, çay ısmarladı Hocam, döndü, dedi: “Sana bir soru sorayım Ahmet Hoca...” Buyur Efendim dedim... “Ashab-ı Kiram’ın tarikatı ne idi?” diye sorunca ben şaşırıp kaldım, ne diyeyim. Tarikatlar Efendimizden, 150-200 sene sonra sistemleşmiş, şekillenmiş manevi eğitim ocaklarıydı... Evet, tarikat öz olarak Efendimizin ve sahabenin hayatında yaşanan şeydir amma sistemleştiği zaman 150-200 sene sonrasıdır. Hatta bazı tarikatlar 400-500 sene sonra şekillenip bugünkü halini almışlardı. Aklıma ilk gelen “Sahabei Kiramın tarikatı, Tarıkat-ı Muhammediyye idi” demek istedim, sonra topladım kendimi bilmeden ezbere kafadan böyle bir şeyi atmak en azından edebe aykırıdır, sustum. Erbakan Hocam kendileri cevap buyurdular… Dediler ki: Ashab-ı Kiram’ın tarikatı Cihad idi... Cihad, ülkemize, devletimize, milletimize dışarıdan saldıracak açık düşman ordularına karşı elbette bizim de silahlı ordularımız olacaktır, hazırlıklarımız yapılacaktır. Bu askeri cihad da önemlidir ve lazımdır... Ama bir ülke içinde toplum Batıl sistemle, bozuk yönetimle, bozuk eğitim düzeniyle yozlaşmış, yoldan çıkarılmış ise o toplum içerisinde silah kullanamazsınız... O toplum içinde yeniden halkın ıslahına yönelik, ama gerekirse, en etkili vasıtaları da rahat kullanabilmek, yararlanabilmek için siyaset yoluyla cihad yapılır, fikri cihad yapılır, ilmi cihad yapılır, tebliğ cihadı yapılır. Şimdi, şu Anadolu’da hiçbir ev yoktur ki, sülalesinde en az beş-on tane şehit bulunmasın… Ama bu şehitlerin çocuklarının hali ortada. Hem dünyalık fakr-u zaruret, cehalet ve esaret içinde bir toplum haline getirildik, hem de ahlaken sefalete, rezalete, Hakk’tan hayırdan uzak bir sisteme mahkûm edildik. Bu sırada, döndü bana doğru parmağıyla işaret ederek, “Şimdi bizimkine ne olmuş ki ev ev, köy köy dolaşıp bu gerçekleri anlatmak toplumun yeniden ıslahına ve huzura kavuşmasına vesile olmak için çalışmamız gerekirken, kendisini bir köy camisine 40 gün hapsetmeye karar vermiş?”
Anlattığım şeyde sadece Hocamın bin kilometre ilerde düşündüğüm şeyi bana hatırlatması şeklindeki kerametini vurgulamak değil, asıl anlatmak istediğim; “Bizlerin;hayatın içinde kalarak, ama takva dairesinden çıkmayarak, helal-haram ölçülerinden asla uzaklaşmayarak, her türlü görevimizi mutlaka en iyi şekilde yerine getirmeye çalışarak, ama bütün bunları yerine getirmeyi Hakkın hâkimiyeti için cihadı da terk etmeye bahane yapmayarak uğraşmamız gerektiğini, aynen sahabe tarikatı gibi davranmamız gerektiğini”hatırlatmasıdır.
Kolay mı, kolay değil elbette... İşte bakın geçen ay ki dergi sayımıza 5 ayrı dava daha açıldı… 1 sayımıza 5 kardeşimiz ayrı ayrı sorguya alındı, şimdi sonucu bekliyoruz. Neymiş, niye Hakkı söylüyorsunuz, niye toplumu uyandırıyorsunuz? Niye gerçekleri konuşuyorsunuz? Ne diyor Efendimiz (sav)? Ahir zamanda iman bir kor ateş olur, elde tutamaya çalışanların eli yanacak, yere atsa o hakikatten mahrum kalacak. Rabbim yardımcımız olsun, elimize gönlümüze dayanma gücü versin... Yani gönlümüzde hakikati saklamaya, dilimizle gerçekleri haykırmaya bize gayret ve metanet lütfetsin ve Cenab-ı Hakk cehalet ve gaflet içindeki insanlara şuur, huzur versin, onların da ıslahına yol açsın inşallah… Çünkü işi yapan Cenab-ı Hakk’tır...Hatta Allahu Teala; siz düşünemezsiniz, Allah dilemedikçe buyuruyor...
Ayeti kerimeyi hatırlayın, Efendimiz as. Bedir harbinde, Uhud harbinde, sayıca çok üstün, teçhizatça çok üstün düşmana karşı, yerden bir avuç kum alıyor, Bismillah-u Allah-u Ekber deyip düşmana savuruyor… O kum tanelerinin her biri bir bomba gibi, bir gülle, bir kurşun gibi düşman askerlerinin başına, gövdesine nereye isabet ederse deviriyordu… Allah ne buyuruyor? O attığını da sen atmadın, Ben attım! Öyle ise bizzat Peygamber Efendimizin bu büyük mucizesine bile Cenab-ı Hak onu yapan, yaptıran, o etkiyi yaratanBenim derken biz hangi amelimizden dolayı kalkar da ben ettim, ben yaptım, ben başardım havasına düşeriz?
Mersin ve İlçelerinde Refah Partisini kurma çalışmalarında bindikleri arabanın kontrolden çıkması.
Allah’ın ve Resulûllah’ın va’dine ve Erbakan Hocamızın müjdesine tam itimat, insana yüksek bir cesaret ve ihlas kazandırır.
Muhterem Üstadımız Ahmet Akgül Hocamız anlatmıştı. O yıllarda Mersin’de bulunan daha sonraları Dilovası Belediyesine atanan Nihat Bilgiç isimli mühendis bir kardeşimizde bu olayın canlı şahitleri arasındaydı ve kendisi de birkaç yerde aktarmıştı.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra Milli Selamet Partisi kapatılmıştı. Bunun üzerine Refah Partisini kurma çalışmaları başlatılmıştı. Mersin’de sadık dava kardeşimiz Mustafa Bey bizi arayıp, Antalya’ya kadar uzanan Mersin ve ilçelerinde RP’yi yeniden kurma çabalarına katılmamız ricasında bulunmuşlardı. Bizde Şubat tatiline denk getirip 10 gün kadar kendilerine yardımcı olmak amacıyla Mersin’e ulaştık. Maalesef eski Milli Görüşçülerin çoğu Turgut Özal’ın ANAP’ına kaymış, elde kimse kalmamıştı, Fıtratı ve fırsatı müsait kimseleri davamıza kazanmak üzere, Mersin’deki ev sohbetine katılanlardan, aslen Erzurum Oltu’dan cesaretli ve birikimli kardeşimiz Alaattin Bey konuşulanlardan etkilendiğini ve bizimle birlikte hareket edeceğini açıklamıştı. Biz de kendisine: “Maddi durumunuz müsait, hidroelektrik barajlarına su türbinleri üreten fabrikanızı kardeşleriniz yönetip yürütüyor. Siz Refah Partimizin İl Başkanı olursanız, hem büyük bir uhrevi sevab kazanacaksınız, hem de ailenizi ve işyerinizi manen sigortalamış olacaksınız!..” deyince, biraz tereddüt ettikten sonra, Adalet Partili olduğu halde RP Mersin İl Başkanlığımıza razı olmuşlardı.
Vaktimiz kısıtlı olduğu için, ertesi sabah hemen ilçeleri, beldeleri hatta köyleri ziyarete çıktık… Kahvehanelerde ve işyerlerinde yaptığımız konuşmalar etkisini göstermeye, partimize üye olmaya ve görev almaya başlamışlardı. Erdemli kazasında Rahmetli Doktor ağabeyi ziyaretimiz sırasında, daha önce Avrupa Milli Görüş teşkilatlarında çalışan ve o sırada Arı peteği üretmekle uğraşan Ali Hayta kardeşimiz de bize katılmıştı. Silifke ve Mut’u taradıktan sonra Mustafa’nın köyünün bulunduğu Gülnar’a uğrayacaktık. O süreçte Mersin-Antalya yolu çok dar, virajlı ve bakımsızdı. Yolumuz üzerinde Akkuyu Nükleer tesislerinde çalışan ve Türkiye’nin birkaç Atom Mühendisinden biri sayılan ve bizim de Mersin Milletvekili adayımız olan bir kardeşimize vefat eden annesi için bir taziye ziyaretine gitmeyi kararlaştırdık.
O esnada uğradığımız bir beldeden çıkışta, Erdemli’den aramıza katılan Ali Hayta kardeşimiz, yolları iyi bildiğini söyleyerek arabayı kendi kullanmaya başlamıştı. Tali yoldan asfalta çıkarken viraja çok hızlı dalmıştı. Yola da yeni mucur döküldüğünden arabamız kontrolden çıkmış ve iki sol tekeri üzerinde altı deniz olan uçuruma doğru kaymaktaydı. Ön koltukta şoförün yanında ben oturmaktaydım, diğer üç arkadaşımız arka koltuktalardı. Bu korkunç tehlike karşısında şoförümüz ve arkadaşlarımız paniklemekten de öte korkudan sapsarı kesilmiş ve kanları donmuş durumdaydı.
O güne kadar hiç şoförlüğüm yoktu, hatta arabanın direksiyonu dışında vites ve fren kollarını bile tanımazdım. Ani bir kararla şoförümüzü sola itip direksiyonu hızla sağa çevirince, uçurumdan kıl payı kurtulan aracımız bu sefer dağın yamacına tırmanıp ters dönme riskiyle karşılaştık, tekrar sola kırıp yola çıktık ve az ileride ormanlık alanda arabamızı durdurmayı başardık… Arkadaşlarımızı indirip yakındaki bir kır çeşmesinde yüzlerini yıkattık… Hepsi hayret ve hayranlık içinde bize bakmaktaydı. Alaattin Bey dayanamayıp sormaya başladı: “Hocam, bizler artık kurtuluşumuz yok, ölüme gidiyoruz, düşüncesiyle korkudan kanımız donarken, siz nasıl bu kadar sakin ve rahatsınız? Bizler sapsarı olup baygınlık geçirirken, siz neden moralinizi hiç bozmadınız?” diye sorunca kendilerine; “Yok canım biz de elbette kuşkulandık, ama sizin kadar açığa vurmadık!”dedikten sonra şu olayı hatırlattık.
Hz. Peygamber Efendimizden sonra, İslam orduları İran’da bir kaleyi kuşatmışlardı. Ancak bu kale çok yüksek ve sağlam taş duvarlarla çevrili olduğu için kolay alınamamıştı ve Müslümanlar büyük zayiata uğramıştı. Çünkü surların üzerinden sürekli ok ve yağlı ateş atılmakta ve yaklaşmak mümkün olmamaktaydı. O sırada ordu içinde bulunan sahabeden mübarek zat: “Arkadaşlar Mancınık’ın içine taş yerine beni koyun ve kaleye fırlatın. Allah’ın izniyle bir fırsatını bulup kale kapılarını sizlere açarım!” deyince komutanlar önce karşı çıkmışlardı. Kendisine, kaleye düşerken sakatlanacağını hatta ölebileceğini, böyle olmasa bile düşmanların elinden kurtulamayacağını hatırlatmışlardı. O sahabe ise: “Hayır, endişelenmeyin… İnşaallah bana bir şey olmaz… Çünkü Peygamber Efendimiz bir sefer dönüşü kulağıma “Sen filan şehre vali olmadıkça ölmeyeceksin!...” buyurmuşlardı. Şimdi o şehir hala alınmadığına ve ben valiliğe atanmadığıma göre, henüz ölmeme vakit var, bana bir şey olmayacak!” diye ısrar edince, kendisini mancınıkla kalenin arka taraflarında, nöbetçilerin bulunmadığı ve yumuşak toprak damların-depoların bulunduğu kısma fırlatmışlardı ve gerçekten bir yolunu bulup kale kapısını açmayı da başarmıştı.