Cemaat, kaset savaşlarıyla Hükümeti yıkacağını sanıyor, Hükümet ise yolsuzluklarını “şantaj, montaj edebiyatıyla” savuşturmaya çalışıyordu. Halkımıza hiçbir ciddi ve gerçekçi proje sunamayan ve umut aşılayamayan Muhalefet ise Cemaatin kasetlerinden medet umuyordu. CHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran, Cemaatin Erdoğan aleyhine piyasaya süreceğini söylediği ses kayıtlarını kastederek: “24 Mart’tan sonra, Başbakan o makamda oturamaz!” tehditleri savuruyordu. Oysa Eski CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın da aynı çirkin kaset komplolarıyla istifa ettirildiğini unutuyordu. İmani ve Kur’ani değerlere inanmasa bile, sosyal demokrat geçinen bir insanın en azından böylesi kumpaslara karşı çıkması gerekiyordu. Bu saldırılardan bunalan ve suçluluk psikolojisiyle hırçınlaşan Sn. Başbakan ise, Suriye’ye savaş açarak gündemi saptırmaya ve seçmenini avutmaya çalışıyordu. Güya sınırımıza yaklaşan bir Suriye uçağının düşürülmesiyle kahramanlık naraları atan Erdoğan, 22 Ekim 2013 günü hava sahamızı ihlal eden Rus uçaklarına, Merzifon 5. Ana Jet Üssünden kalkan F-16’larımızın niye müdahale etmediğini hiç konuşmuyordu. Türkiye ve İsrail ortaklaşa Suriye’ye sataşıyor, Taha Akyol ise “NATO ve Batı ile birlikte vuralım” diye akıl veriyordu.
AKP iktidarı böylece PKK ve El Kaide için yol temizliği mi yapıyordu?
Suriye uçağının düşürülmesinin PKK ve El Kaide’ye yaradığını kaydeden eski Genelkurmay İstihbarat Başkanı emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin, ‘Türkiye’nin bu şekilde kendi ayağına kurşun sıktığını’ söylüyordu. Hayret, Suriye savaş uçağının düşürülmesine en çok PKK ve El Kaide seviniyordu. Çünkü Uçağın düşürülmesi ve Esad yönetiminin zayıflatılması çabası PKK’nın özerklik ilanına destek olarak değerlendiriliyordu. AKP, terör örgütlerine yol temizliği yaparken, emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin’in, “Türkiye kendi ayağına kurşun sıkıyor” uyarısı çok önemli mesajlar içeriyordu. Sanki Suriye’ye operasyon konusunda İsrail ve Türkiye ortak hareket ediyordu. İsrail, bir hafta önce Suriye topraklarını vururken, Türkiye de Suriye’nin savaş uçaklarını düşürüyordu. ABD destekli teröristler Lübnan hattı kesilince Türkiye desteği ile Lazkiye’yi hedef alan saldırı başlatılıyordu. PKK’nın Suriye kolu PYD ise faaliyetlerini artırıyordu. PYD, Şam yönetimiyle birlikte hareket eden Haseki bölgesindeki Kürt aşiretlerini kontrol altına almaya çalışıyordu. TSK’nın hükümet emriyle IŞİD’i temizleme operasyonu yapan Suriye Ordusu’nun hava unsurlarını hedef alması, Suriye’deki terör gruplarına ve PKK/PYD’nin “Kanton” denilen özerk bölgelerine rahat nefes almasını sağlıyordu.
Angajman değişince özerkliğin önü açılıyordu!
Suriye’nin Kesep kasabasına yönelik Türkiye üzerinden saldırı eylemi, teröristlerin Şam başta olmak üzere büyük kentlerdeki saldırıları için kilit önemde olan Yebrud’un Suriye Ordusu’nca teröristlerden temizlenmesinden sonra ve kuzeyde PYD’ye yönelik operasyon hazırlıklarının konuşulduğu sırada gerçekleşiyordu. Bunun hemen ardından Suriye uçağı “angajman kuralları” gereğince düşürülüyordu. AKP hükümetinin “angajman kurallarını değiştirmesi” dönüm noktalarından biri oluyordu. 22 Haziran 2012’de, hangi görevle bölgede bulunduğu tam olarak anlaşılamayan Türk uçağının Suriye tarafından “hava sahası ihlali” gerekçesiyle vurulmasından sonra Türkiye angajman kurallarını değiştiriyordu. Yeni angajman kuralları gereği, Suriye tarafından sınıra yaklaşan her unsur tehdit olarak değerlendirilip “askeri hedef” muamelesi görmeye başlanıyordu. Ayrıca dikkat çeken önemli bir gelişme, Akçakale olayının hemen öncesinde de bölgeye askeri yığınak yapılıyordu.
SP Genel Başkanı Sn. Mustafa Kamalak ise AKP'yi İttihat ve Terakkiye benzetiyor, ama nedense Cemaatin karanlık bağlantılarına ve tahribatlarına hiç değinmiyordu!
Türkiye’nin bugün ikinci İttihat ve Terakki dönemini yaşadığını ifade eden Kamalak, “Birinci İttihat ve Terakki döneminin, koskoca imparatorluğu nasıl batırdığını hepimiz biliyoruz. Gidiş, ne yazık ki İttihat ve Terakki’nin gidişinden farklı değil.” diyordu. SP lideri Mustafa Kamalak, Balıkesir mitinginde partililere bir belge açıklıyordu. Bu belge, İçişleri Bakanlığı’nın, bir soru önergesi üzerine TBMM Başkanlığı’na sunmuş olduğu 20 Aralık 2013 tarihli bir rapora dayanıyordu. 2009 yılında yapılan seçimlerden bu yana bin 752 belediye başkanı hakkında soruşturma açılıyordu. Belgeye göre bunlardan 678’i AKP’li, 511’i CHP’li, 263’ü MHP’li, 121’i de BDP’ye mensup belediye başkanı oluyordu. Mustafa Kamalak’ın gündeminde Başbakan’ın her miting meydanında dile getirdiği ‘paralel devlet’ iddiaları da yer alıyordu. Hükümetin gece gündüz bir paralel yapıdan bahsettiğini hatırlatıp: “İşleri güçleri ‘paralel yapı’. O zaman ben soruyorum; ey hükümet yetkilileri, ey bakanlar, ey Başbakan, siz yeni mi geldiniz iktidara? 12 yıldan beri işbaşında değil misiniz? Sizin gerçekten dediğiniz gibi Haşhaşi tipi, virüs tipi, yamyam tipi, yarasa tipi cinayet örgütü gibi şebeke varsa 12 yıldan bu yana neden bunların üstüne gitmediniz? Gerçekten iddianızda samimiyseniz böyle bir terör örgütünü adliyeye sevk etmek, mahkemeleri harekete geçirmek gerekmez miydi? ‘Siz işbaşına geldiğinizde böyle bir terör örgütü yoktu da, sonradan mı oluştu?’ O zaman da sorumlu sensin. 17 Aralık tarihinde bir pislik deşifre edildi. O pisliğin üzerini örtmek için siz böyle bir hayali düşman uydurdunuz. Ne biçim samimiyetsizlik bu. Bütün bunları 17 Aralık operasyonundan sonra mı keşfettin? Vahiy mi geldi sana? Böyle devlet yönetimi olmaz. ‘Yanılmışız, safmışız’ diyorlar. Ülke yönetimi basiret ister.” diyerek AKP’yi tenkit ediyordu.
AKP’yi dış mihraklar kurdurdu!
Mustafa Kamalak, Türkiye’nin bugün ikinci İttihat ve Terakki dönemini yaşadığına dikkat çekiyordu. “Birinci İttihat ve Terakki döneminin ülkeyi nerelere sürüklediğini, koskoca imparatorluğu nasıl batırdığını hepimiz biliyoruz. Birinci İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelenleri, Abdülhamit Han’ın öğrencileri ve subaylarıydı. Abdülhamit Han’ın siyasetinin 33. yılında öğrencileri tarafından yolu kesildi. Amaç, İsrail’in kurulmasıydı. Bunun için Osmanlı Devleti’nin yıkılması gerekiyordu. Yıkılabilmesi için savaşa sokulması icap ediyordu. Bütün bunlar adım adım gerçekleşti ve İsrail devleti kuruldu. AKP’yi kurduranlar da dış mihraklardır. 24 Eylül 1998 tarihli Güneri Cıvaoğlu’nun bir makalesi yayımlandı. Orada: ‘Millî Görüş camiası içinden bir isim, allanıp pullanıp iyice cilalanarak, ‘İşte Millî Görüş’ün müstakbel genel başkanı’ diye lanse edilecek’ deniyordu. Kimdi bu isim? Recep Tayyip Erdoğan. Milletvekili bile olmadan Beyaz Saray’da ağırlanıyordu. Batı ülkelerinde krallar gibi karşılandı. İttihat ve Terakki’nin önde gelen üç tane paşası vardı. Talat Paşa, Cemal Paşa ve Enver Paşa. Abdülhamit Han’ın öğrencileri sayılırdı. AKP kuruluşunda da Erbakan’ın üç öğrencisi vardı. Tevafuk, burada da Erbakan Hoca’nın siyasetinin 33. yılı. Buradaki üç beyi de siz zaten bilirsiniz! İttihatçıların amacı İsrail devletinin kurulmasıydı, kuruldu. AKP’nin iktidara taşınması ise Büyük İsrail devletinin kurulmasını sağlamaktır. Ancak Arz–ı Mevud denilen arazi tam anlamıyla elde edilemedi daha. Onların inancına göre Büyük İsrail vatanı, Nil’den Fırat’a kadar olan alanı kapsamaktadır. Bu alanın önemli bir kısmı, Türkiye’nin sınırları içinde bulunmaktadır. Gidiş, ne yazık ki İttihat ve Terakki’nin gidişinden farklı değildir. Ülke sürekli geriliyor; bu gerilmenin sonunda kopma olur. Biz Türkiye’nin düşmanlığa değil, dostluğa ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. Çatışmaya, kavgaya değil, kardeşliğe ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz.”
Cemaatçilerle Tayyipçiler kıyasıya birbirine giriyordu!
Tayyip Erdoğan, "Başbakan ya da Cumhurbaşkanı yasa dışı dinlenir mi" diye soruyor; hatta bu fiili, casusluk faaliyeti içinde göstermeye çalışıyordu. Ama Eski Özel Harpçi, güvenlik uzmanı emekli Binbaşı Mete Yarar “Amerika'daki NSA'nın (National Security Agency) başkanları, bakanları, devlette görev alan herkesi rutin olarak dinlediğini” söylüyordu. Siyaset bilimci Prof. Hasan Köni de "Seçimle gelen başkanlar da ülkelerine ihanet edebilir. Bu yüzden başkan da dahil bütün kamu yetkililerinin konuşmaları gözetime tabidir; stoklanır ve yasaların ihlali halinde savcıya intikal ettirilir" diyordu. Dolayısıyla 17 Aralık'ta Tayyip Erdoğan ile oğlu arasında geçtiği iddia edilen konuşmalara "yasa dışı" diyerek konuyu örtmeye çalışması, Recep Bey’in yargıdan kaçması olarak değerlendiriliyordu. Hele de başka olaylarla bu konuşmalar teyit ediliyorsa. (Sümeyye Erdoğan'ın acele Ankara'dan İstanbul'a çağrılması; aileye yakın bir avukatın Şehrizar Konakları'ndan 6 daire alması; GSM operatörlerinin HTS kayıtlarında telefonlar arasındaki görüşmelerin zamanlaması gibi.) "Bu montajdır, dublajdır" iddiasının mutlaka bir mahkemede kanıtlanması gerekiyordu. Amerika'da olsa, NSA böylesi bilgileri çoktan yargıya intikal ettirmiş olurdu.
Emekli Emniyet Müdürü Ali Fuat Yılmazer, Başbakan'a cevap vermek üzere yeniden BUGÜN Televizyonu'na çıkıyor ve Erdoğan'la 2008'in Şubat ayından başlamak üzere, 2010'un 8'inci ayına kadar en az 30-40 görüşme yaptığını söylüyordu. Başbakan ise "Ancak 2-3 defa birlikte olduk" diyordu. Yılmazer ile Erdoğan'ın görüştükleri süre zarfında, Ergenekon ve KCK operasyonları gerçekleşiyordu. Hem Ergenekon soruşturma ve tutuklamalarında hem de KCK operasyonlarına Başbakan'ın desteği olduğu biliniyordu. Bu durum, Yılmazer'in "Erdoğan'dan perspektif alıyorduk" iddiasını da doğruluyordu. Üstelik Başbakan, kendisini Ergenekon'un savcısı ilan ediyordu ve KCK'dan dolayı Büşra Ersanlı'nın çok tartışılan tutuklanması üzerine (30 Ekim 2011) "Siyaset Akademisi'nde ders vermiyor mu bu kişi?" sözleriyle, onun örgüt üyesi olduğunu savunuyordu!”[1]
Öte tarafta bir dönem FBI’da danışmanlık yapan, ABD'nin radikal İslam ve terör uzmanı Prof. Paul L. Williams Fetullah Gülen ve cemaatiyle ilgili çarpıcı açıklamalarda bulunuyordu. 1999’dan bu yana ABD’de yaşayan Fetullah Gülen’in CIA’ya hizmet ettiğini söyleyen Williams, cemaatin "50 milyar dolarlık malvarlığı" olduğunu ve “Gülen'in çiftliğinde atış talimlerinin yapıldığını” ileri sürüyordu. Yıllardır Fetullah Gülen ve cemaati üzerine çalışan William, Gülen'in Pensilvanya'daki malikânesine giren sayılı isimlerden biri sayılıyordu. Gülen hakkında yeni bir kitap hazırlayan William cemaatle ilgili Akşam gazetesine bir röportaj veriyor ve şunları söylüyordu:
Gülen’in Erdoğan'a düşman olması şaşırtıcı olmuyordu!
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Mavi Marmara olayının ardından takındığı tavır ve Suriye’deki tutumu nedeniyle Gülen’i kendisine düşman edinmesi şaşırtıcı bulunmuyordu. 34 yıl önce Orgeneral Kenan Evren, dönemin Amerikan Ulusal Güvenlik Başdanışmanı Zbigniew Brzezinski’nin “Orta Asya’daki Türk devletleri için yeni bir düzen getirilmesi” gerektiği fikrine uygun hareket ediyordu. Ancak bu fikri asıl hayata geçiren Gülen oluyor ve bölgedeki doğalgaz ve petrol yataklarının kontrolünü ABD’ye verebilmek için okullarıyla bölgeye sızmaya başlıyordu. Bu yüzdendir ki eski CIA yöneticileri kendisine Yeşil Kart (Green Kart) başvurusunda referans mektubu veriyordu. Gülen konuşmalarında “Osmanlı'nın yeniden dirilişi ya da yeni İslami dünya düzeninden” bahsediyor ve ilginçtir ki CIA de bu fikri paylaşıyor ve destekliyordu. Yoksa neden Gülen’in Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Kazakistan'daki okullarında CIA elemanları bulunsundu? Bu nedenle Rusya ve Ukrayna, Gülen’in okullarını kapatıyordu. Gülen’in etkisi Çin’in Uygur bölgesindeki eylemlerde de görülüyordu. Bu şekilde CIA tarafından zaten bağımsız bir ülke kabul edilen Türkistan, Çin'den bağımsız olması sağlanmaya çalışılıyor ki Uygur Türklerinin lideri de ABD-Chicago’da yaşıyordu.”
Bir zaman Fetullah Gülen’in halifesi olduğu söylenen ve nedense yeni dili çözülen Latif Erdoğan ise “Gülen’in, CIA'e rapor verdiğini” söylüyordu!
Bir dönem Gülen hareketinin en etkin isimlerinden eski Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Latif Erdoğan çarpıcı açıklamalar yapıyor: “Gülen Yahudi bir CIA görevlisine belli periyotlar dâhilinde rapor sunuyor. Olan her hadiseyle ilgili hesap verdiğini çok defalar kendisinden dinledim. 8 yıl önce kendisini getirmek için ABD'ye gittim, ama gözaltına alındım” diyordu. 1990'lı yıllarda cemaatin en etkili isimlerinden olan Latif Erdoğan, A Haber'de yayınlanan Deşifre programında Fetullah Gülen'le ilgili şok edici açıklamalarda bulunuyordu. Yıllar önce Gülen'in bir sohbet sırasında, orada bulunanların huzurunda 'Ben Allah'la görüştüm' dediğini aktaran Erdoğan: “Gülen bana Allah ile konuştuğunu ve kendisine: “Bu kâinatı Hz. Muhammed'im için yarattım ama senin için de devam ettiriyorum” buyurduğunu aktarıyordu. Mesela, 'Ben öfkelendiğim zaman, dışarıda fırtına ve kasırga olur' iddiasında bulunuyordu. Latif Erdoğan, onun yanında geçirdiği yılları 'kayıp yıllar' olarak nitelendiriyor. Gülen'in Savaş Ay'a yıllar önce verdiği bir röportajda 'Cebrail parti kursa oy vermem' demesini de yeni kınıyordu. Gülen'e ABD'de oturum vizesi anlamına gelen 'yeşil kart'ın verilmesi için üç CIA ajanının mahkemede kefil olduğunun hatırlatılması üzerine Latif Erdoğan, “içinde Yahudilerin de bulunduğu bir grubun Gülen'e kefilliğinin tamamıyla 'imaj çalışması'” olduğunu belirtiyordu. Aynı durumun bazı uluslararası yayınlar tarafından “Gülen'in yaşayan en önemli entelektüeller arasında gösterilmesi” olayında da geçerli olduğunu vurguluyordu. 1999 yılından beri ABD'de ikamet eden Gülen'in Yahudi bir CIA görevlisine belli periyotlar dahilinde rapor sunduğunu söyleyen Erdoğan, “Olan her hadiseyle ilgili hesap verdiğini çok defalar kendisinden dinledim. ABD'de durduğu sürece anti ABD ve anti İsrail söyleminde bulunması mümkün değil. Gülen çok yönlü bir esaret altındadır. Aidiyetini kaybetmiş durumdadır. Ülkesinden uzaklaştıkça insan neler kaybettiğinin farkında olmuyor. Önceden İslam âlemi için gözyaşı döken bir insan artık bunu umursamaz hale geliyorsa, bu şüphesiz bir kayıştır” şeklinde konuşuyor ve Gülen’in hareket mensuplarınca 'mehdi' olarak görülmesini ve kendisine 'kâinat imamı' dedirtmesini de Erdoğan, komik bulduğunu dile getiriyordu. Fetullah Gülen'in Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur'u devre dışı bırakma gayreti içinde olduğunu belirten Erdoğan, 8 yıl önce Gülen'i Türkiye'ye getirmek niyetiyle ABD'ye gittiğini ancak daha uçaktayken ABD vizesinin iptal edildiğini, bu yüzden havaalanında gözaltına alındığını ve Gülen'le görüşemeden Türkiye'ye geri gönderildiğini anlatıyordu. Yaklaşık 15 yıl önce de telefonlarının Gülen tarafından dinletildiğini öğrendiğini kaydeden Erdoğan, 'Hocaefendi bana, daha Türkiye'deyken, 'Genelkurmay'da alınan kararlar Cumhurbaşkanı'na imzaya gitmeden benim önüme gelir' dediğini açıklıyordu.[2]
AB ve Cemaatin şeffaflıkla imtihanı
Hizmet Hareketi, Türkiye’nin şeffaflaşma hastalığını ebediyyen çözecek; yeni anayasa ve AB sürecini en kuvvetli destekleyen sivil toplum kesimidir. Ancak şeffaflaşma çağrılarının sonuç üretmesi için öncelikli adresin hükümet ve devlet aygıtı olduğu her türlü izahtan vârestedir. Devletin şeffaflaşmadığı bir ortamda Hizmet’e şeffaflık çağrılarının iyi niyeti her zaman sorgulanacaktır. Türkiye demokrasisini tahkim etmeden, demokratik açıklarını tamir etmeden ülkede sanki Norveç demokrasisi varmış gibi sabah akşam Hizmet’e şeffaflık çağrıları yapılması Brüksel’de kabul görmeyecektir. Daha yedi yıl önce darbe tehlikesi geçirmiş, darbe teşebbüslerinden mahkûm olanların yolsuzlukların üzerinin örtülmesi için salıverilmiş, Başbakan’ının seçim vaadi olarak ülkesinin kuvvetini cümle âleme göstermek için Twitter’ı kapattığı bir vasatta bile Hizmet şeffaflık çağrılarını ciddiye aldığını göstermiştir. Erdoğan’ın muktedir danışmanının Alo Fatih hattında ifade ettiği gibi iktidar, Meclis TV’yi bile kapattırmaya çalışırken, yolsuzluk iddialarına muhatap dört bakanın fezlekelerini ‘milli irade’ hırsızlığı yaparak Meclis’te okutturmadığı bir vetirede Hizmet Hareketi, Türkiye’nin şeffaflaşma hastalığını ebediyyen çözecek yeni anayasa ve AB sürecini en kuvvetli destekleyen sivil toplum kesimidir. Ancak şeffaflaşma çağrılarının sonuç üretmesi için öncelikli adresin hükümet ve devlet aygıtı olduğu her türlü izahtan vârestedir. Devletin şeffaflaşmadığı bir ortamda Hizmet’e şeffaflık çağrılarının iyi niyeti her zaman sorgulanacaktır.”[3] diyen Selçuk Gültaşlı, Erdoğan Hükümetini itham ederken, Cemaatin açıklarını da itiraf ediyordu.
Rahmetli Erbakan Hoca, Belkıs Kılıçkaya ile yaptığı 20 Aralık 2010 tarihli röportajında:
“Türkiye’nin milli geliri arttı deniyor. Ne artması… Milli gelirin içerisine borcu da koyuyor. Borca milli gelir denir mi hiç. Bunlar çocuk aldatmacası. Herkes kredi kartı ödeyeceğim diye kıvrım kıvrım kıvranıyor. Millet geçim sıkıntısı çekiyor. Geçen gün bana en yüksek seviyede bir devlet memuru geldi; “Hocam Avrupa’da falanca yerde şöyle bir makam boşalmış, lütfen beni oraya tayin ettirin, çünkü burada aldığım maaşla geçinemiyorum” diye dert yanıyor. Maalesef bütün basın Siyonizm tarafından satın alındığı için bu gerçekler orta yere konulamıyor. Bak ne anlatıyorum, halkı fakirleştirdi bunlar… İşsizlik %20… Efendim her zaman vardı, vardı ama böylesi yoktu… Bundan başka bakınız 80 senede gelen bütün hükümetler 80 milyar dolar borç yapmışken, bu sekiz senede 580 milyar dolara çıkarmış bulunuyor… Son olarak, Tayyip talebemdir; kendisini severim, ama Türkiye’yi daha çok sevdiğim için O’nu değiştireceğim, kendisini faydalı işlerde kullanacağım” diyordu. Belki de bu sözleriyle; şahsi iktidar ve ihtirasları uğruna, Hak davaya ve ülke çıkarlarına aykırı olarak dış güçlerle işbirliğine girişen Tayyip Erdoğan’ın ve Fetullah Hoca’nın, sonunda birbirlerine düşeceklerine ve biri diğerinin çok kirli ve tehlikeli ilişkilerini deşifre edip, istemeden de olsa bu milletin gerçekleri görmesine yardım edeceklerine işaret ediyordu.
Erbakan Hocam: “Bir insanın soruları, onun aklını ve ayarını yansıtır” diyordu.. Evet, Yetkin Yıldız “Sahi sen kimsin?” sorusuyla onurlu ve şuurlu uyanışlara vesile oluyor ve milli derin organizasyona dikkat çekiyordu!
Sahi sen kimsin?
Bu cesareti nereden buluyorsun? Bu ülkenin en hatırlı müteahhitlerini nasıl gözaltına alıyorsun? Duble yolların, Marmarayların, Tokilerin, barajların, havaalanlarının, yani koca koca yatırımların haramsız yapılmadığını ve milli amaçlar taşımadığını ispatlamaya mı çalışıyorsun? Başbakan’ın ve bakanların gizli dosyalarını nereden biliyorsun? Kimsenin bilmediği villaları, dolarları, euroları, kasaları nisaları nereden çıkarıyorsun?
Sen kimsin, kimsin sen?
“Arkasında kim bulunursa bulunsun, ucu kime dokunursa dokunsun, sonunda kime Fatiha okunursa okunsun; Şeriatın kestiği parmak acımaz, herkes hesap vermeye hazır olsun!” diyerek, nasıl böyle mert ve metin davranabiliyorsun?
Gerçekten kimsin sen?
Ülkede 50 yıldır nam salan terör eşkıyalarını ve mafya bozuntularını takmayan; tehditlerinden ve şantajlarından korkmayan, baskılardan, karalamalardan yılmayan… Sabataist cuntayı ve Mason Localarını hesaba katmayan… Banka baronlarınca ve medya patronlarınca satın alınamayan… Özel görevli aşüftelerce, fahişelerce, acem dilberlerince baştan çıkarılamayan adam!.. Ey fikri sabitlerin, ideolojilerin, askerlerin, sivillerin kontrol edemediği kahraman, gerçekten sen kimsin, kimsin sen?
Dış güçler ve işbirlikçiler milletimizi kamplara ayırıp birbirine düşürürken terör ve mafya örgütleriyle ülkeyi kan gölüne döndürürken, Mehter Marşı eşliğinde ve halkın desteğiyle iktidar olanları; Masa, kasa ve nisa ile kirleterek "dansöze" çevirip iktidarsız kılarken, Sen Cemaatle Hükümeti karşı karşıya getirip, bu en yetkili kimselerle bu en etkili kesimlerin çıbanlarını deşmeyi ve bunların gizli ve kirli ilişkilerini deşifre etmeyi nasıl beceriyorsun?
Din iman satarak, ulemalık ve evliyalık taslayarak bir yandan Amerika’ya uşaklık, Avrupa’ya âşıklık yaparken, bir yandan da Karun gibi servetlerini artıran ve şehvetlerini azdıran marazlı münafıkların saltanatlarına dinamit koymaktan hiç korkmuyor musun? Dini ve devleti yıkmak için kiralanan ve kullanılan kişi ve ekiplere, birbirlerinin hıyanet ve melanetlerini ortaya döktürmeyi nasıl başarıyorsun? Sağcı, ulusalcı ve İslamcı diye, aslında aynı düzen ve dengelere figüranlık yapan aydın ve akil kılıflı beyinsiz takımının foyalarını, böylesine ustalıkla nasıl açığa çıkarıyorsun? Ya hu! Sen Kimsin?
Washington Yönetimi’nin kıdemli Avrasya Danışmanı Yahudi Stephen Larrabee “ABD Erdoğan’dan vazgeçmiş değil” diyordu!
Bu Siyonist stratejist Washington ile Tayyip Erdoğan’ın arasındaki ilişkinin kesinlikle sona ermediğini söylüyordu… ABD’nin hoşuna gitmeyen şeyler yaşandığını ve Erdoğan’ın siyasetlerinin bazı açılardan hoş karşılanmadığını belirtiyor, ama ilişkilerin süreceğini vurguluyordu. ABD’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından RAND Corporation’ın Avrupa Güvenliği Masası Şefi Stephen Larrabee, Fetullah Gülen ile Başbakan Erdoğan arasındaki çatışmaları değerlendiriyordu. Diğer birçok Amerikalı uzmana göre daha temkinli konuşan Larrabee, Washington’un Erdoğan’ı bir kenara attığı yönündeki iddialara hararetli bir şekilde karşı çıkıyordu. Larrebee, Soğuk Savaş’ın en şiddetli dönemlerinde, 1978-1981 yılları arasında, dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’ın Beyaz Saray Milli Güvenlik Kurulu üyesi (MGK/NSC) Sovyetler ve Doğu Avrupa uzmanıydı ve Carter’ın Sovyetler konusunda sağ kolu olarak biliniyordu ve bugün de Washington’un en kıdemli Avrasya, Rusya, Doğu Avrupa ve Türkiye uzmanıydı ve Larrabee’nin Türkiye ve Başbakan Erdoğan ile ilgili değerlendirmeleri Washington Yönetimi’nin siyasetlerini yansıtıyordu.
- Gülen ile Erdoğan arasındaki kavgayı genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gülen’in Financial Times’da çıkan yazısını (11 Mart) görmüşsündür. Tam bir serbest kürsü makalesi yazmış. Kendi görüşlerini açıklıyor ve farkını ortaya koymaya çalışıyor. Erdoğan’ın adını anmıyor, ancak Erdoğan’ın yanlış yaptığını düşündüğü noktaları ve olguları ortaya koymaya çalışıyor... Ve biliyorsun, Erdoğan ilk iktidara geldiğinde hemen hemen her konuda anlaşıyorlardı. Ancak Erdoğan giderek otoriterleşince aralarında besbelli derin bir çatlak oluştu ve bugün bu çatlak düzeltilemez bir şekilde açıldı. Bence Gülen, birçok anlamda Batı’ya destek veren bir konumda bulunuyor ve Batı’nın eleştirilerine tercümanlık yapıyor!
- Washington ile Erdoğan’ın arasındaki ilişkinin bir sona geldiğini söyleyebilir miyiz?
Hayır, hayır... Kesinlikle doğru değil... ABD’nin hoşuna gitmeyen vs. şeyler var tabii. Ama ABD ile Türkiye arasında hala güçlü bir bağ ve birliktelik var. Ve her ne kadar Erdoğan’ın siyasetlerini bazı açılardan sevmese de, bu ilişkinin değişmesi pek olası durmuyor...
- CHP lideri Kılıçdaroğlu en son Washington’a gitti, sonrasında ABD Büyükelçisi kendisiyle kapalı kapılar ardında görüştü... Size göre Kılıçdaroğlu ABD için Erdoğan’a alternatif olabilir mi?
ABD Türk içişlerine karışmaz, Washington hangi hükümet iktidara gelirse onunla temasa geçer. Şu an Erdoğan iktidarsa ve dolayısıyla temel muhatap da o... Buna rağmen Washington, CHP dahil diğer partilerle de bağlarını iyi tutmaya çalışıyor. Ama bir alternatif arayışı içinde değil. Yani iç siyasete karışmaz; Gülen olsun, ya da CHP olsun veya bir başka parti... Bu tabii ki Erdoğan’ın her yaptığına katıldığı anlamına da gelmiyor. Ama ne olursa olsun, Washington seçilmiş her partiyle muhatap olmaya hazır bulunuyor.
- Erdoğan’ın Rusya ziyaretini ve Şanghay İşbirliği Örgütü’ne girme talebini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Pek bir anlam da ifade etmiyor; çünkü Şanghay İşbirliği Örgütü’nü herhangi bir şekilde AB’ye benzetmek son derece zor. Ve AB’ye katılmanın faydaları, ŞİÖ’nün sunacağı imkânlarla kıyaslanamayacak kadar fazla...
- Erdoğan’ın İran ziyaretini nasıl değerlendiriyorsunuz? Artık Batı’dan ziyade daha Avrasyacı bir siyaset mi izliyor?
Hayır, ama artık ABD de İran politikasında değişiklik yaptı. İran tekrar müzakerelere başladı. Bu Türkiye için de, İran’la ilişkilerini iyileştirmek için ve geçmişteki gerginlikleri düzeltmek için açık bir kapı oldu. Ve bu kesinlikle belli başlı yeni bir yöneliş olduğu anlamına gelmiyor, Türkiye’nin bir başka oluşma dahil olması endişesini doğurmuyor! Yani Türk siyasetinde temel bir değişim ve bir kaymaya yol açmıyor...
- Türkiye’de bazı çevreler Erdoğan’a karşı yapılan yolsuzluk operasyonunun İran ve Rusya ile kurduğu ilişkilerden dolayı yapıldığını öne sürüyor... İran’ın Türkiye’deki paraları da göz önüne alındığında, bu senaryoyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu operasyonun ve ortaya saçılan ses kayıtlarının vs. arkasındaki temel motivasyonun ne olduğunu bilmiyorum. Ama Erdoğan’ın politikaları konusunda belli bir memnuniyetsizliğin olduğunu ortaya koyduğu açıktır. Ve yolsuzluğun da bu kadar derin olduğu da göz önüne alınınca... İran ve Rusya ile olan ilişkilere cevaben yapılmış bir operasyon olduğunu düşünmüyorum. Bundan ziyade, yolsuzluğun kendisine yönelik bir memnuniyetsizliği ve meselenin çok derin ve hassas olduğunu gösteriyor.[4]
Bu ABD’li Yahudi Stratejist: “AKP iktidarından son kullanma tarihine kadar tepe tepe yararlanmak için, henüz Erdoğan’dan vazgeçmediklerini” söyleyip oyalarken, Erbakan’ı yıkıp Erdoğan’ı iktidara taşıyan diğer Yahudi Stratejistler Abramowitz ve Edelman’ın hazırladığı raporda “AKP’nin zayıfladığına” dikkat çekiliyor ve “Yerel seçimlerin ardından Türkiye erken seçime gidecek” mesajı veriliyordu!
Raporda, Tayyip Erdoğan için ‘seçilmiş sultan’ denilirken gücünü toplamak için attığı her adımda meşruluğunu daha fazla kaybettiği analizi yapılıyordu. Meşruluğun ise Haziran Ayaklanması’nda ortadan kalktığı belirtiliyordu! ABD, Türkiye’deki artan siyasi krizi mercek altına alırken, eski Türkiye büyükelçilerinden Morton Abramowitz ve Eric Edelman’ın başkanlığında hazırlanan raporda Erdoğan yönetimindeki Türkiye’nin ABD’nin istikrarlı bir müttefiki olamayacağı ve ilişkiler için risk oluşturacağı belirtiliyordu. Washington’daki son Türkiye senaryolarına göre, CHP’nin Ankara’yı alma şansı yüksek görülüyordu. Yerel seçimlerin ardından Türkiye erken seçime hazırlanacağı ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın artık Cumhurbaşkanlığı’na aday olmayacağı vurgulanıyordu. Gezi Parkı protestoları ve yolsuzluk skandalları üzerinden Başbakan Tayyip Erdoğan için raporda, “seçilmiş bir sultan” ve İspanyolcada lider anlamına gelen “İslami caudillo” diyerek Latin Amerika ve İspanya’daki diktatörlere atıfta bulunuluyordu.
Köşk adaylığı için Başbuğ ve Akşener öne çıkarılıyordu!
Cumhurbaşkanlığı seçimleri için temel sorun, CHP ve MHP’nin ortak bir adayda uzlaşması gerektiği, aksi takdirde, Gül’ün Çankaya’da 2019’a kadar oturmaya devam edeceği vurgulanıyordu. Cumhurbaşkanlığı koltuğu adaylarından biri Meral Akşener. Muhafazakâr ve milliyetçi çevrelerden oy alabileceği belirtiliyordu. Serbest bırakılan eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ’un da siyasi bir figür olabileceği yorumları yapılıyordu. Acaba bütün bunlar: “Yahu bunlardansa en iyisi Erdoğan olsun” dedirtmek için mi, gündeme getiriliyordu?
Siyonist Henri Barkey: “Erdoğan’ın meşruiyetini yitirdiğini” açıklıyordu
Eski CIA Türkiye uzmanı ve Lehigh Üniversitesi Öğretim Üyesi Henri Barkey, ABD Başkanı Barack Obama’nın, Başbakan Tayyip Erdoğan ile yaptığı telefon görüşmesindeki mesajların doğru aktarılmadığı gerekçesiyle rahatsız olduğunu söylüyor. Amerika’nın Sesi’ne konuşan Barkey, Erdoğan’ın seçimleri kazansa bile meşruiyetini yitirdiğini belirtiyordu. Erdoğan’ı artık ciddiye almanın zor olduğunu söyleyen Barkey, Erdoğan’ın kendisine karşı kurulan “komplolardan” bahsetmesinin hem Amerikalıları hem de Avrupalıları tedirgin ettiğini savunuyordu. Yoksa böylece Erdoğan’ı kahramanlaştırmak ve köşke kolay taşımak mı amaçlanıyordu?
Strateji uzmanı Mehmet Bori’nin şu tespit ve tahlilleri, içinde bulunduğumuz süreci ve gerçeği doğru okumak adına oldukça önemli sayılıyordu:
Dünyanın tek süper gücü ABD, 17,5 trilyon dolar borç ile çok derin bir ekonomik kriz içerisinde boğuluyordu. Günümüzde Çin ise dünyanın en büyük üreticisi olarak 19’uncu yüzyıldaki Almanya’nın rolünü üstlenmiş görünüyordu. Ülkemizdeki siyasi kutuplaşma kargaşasından, perde arkasında dönen küresel oyunları göremez olmuştuk. Oysa Birinci Dünya Savaşı’nın senaryosu aynen tekrarlanıyordu!
IMF Başkanı Christine Lagarde, BBC’de yayınlanan bir konuşmasında; “2014 yılının ilk iki ayında politik ve ekonomik belirsizliğin giderek arttığını ve Dünya’nın 1945’ten ziyade 1914’e doğru yönelmeye başladığını” söylüyordu. Lagard, 1914 benzetmesiyle, dünyanın 1. Paylaşım Savaşı öncesindeki benzer bir durumla karşı karşıya olduğunu kastediyordu. Bulunduğumuz durumu anlamak için Büyük Savaşı hazırlayan nedenlere kısaca göz atmamız gerekiyordu:
1815 Waterloo zaferinden sonra İngiltere, dünya denizlerinin karşı konulamaz tek hâkimi haline geliyordu. İngiliz gemileri, demir, kömür ve tekstil gibi stratejik ürünlerin ticaretini dünyanın her yerinde özgürce yapabiliyordu. Aynı zamanda Sanayi Devrimi’yle yakaladığı üretim, İngiltere’yi dünyanın güneş batmayan imparatorluğu konumuna sokuyordu. Bu dönemde İngiliz İmparatorluğu’nun uyguladığı serbest ticaret dogması zamanla tam bir başarısızlıkla sonuçlandı. Serbest ticaret adına tahıl ithalatına yüksek vergi uygulamasıyla kendi çiftçisini koruma altına alan yasanın (Corn Laws) kaldırılmasından (1846) sadece 25 yıl sonra İmparatorluk uzun süreli bir ekonomik krize giriyordu. Amerika kıtasında ithal edilen ucuz tahıl çiftçiyi bitiriyor, iç üretimi kısıtlıyordu. Tarımdaki çöküş zamanla bütün sektörlere yansıyor, serbest ticaret sayesinde zenginleşen tüccar ve bankerlere karşılık halk giderek sefalete sürükleniyor, devlet bütçesi koca imparatorluğu finanse edemez hale geliyordu. İngiltere, 1890’larda her açıdan dünyadaki mutlak hâkimiyetinin sonuna yaklaşıyordu.
İngiltere ve Almanya çatışması yaşanıyordu
Aynı dönemde Almanya gümrük duvarlarıyla, kendi iç piyasasını koruyor ve bu sayede son 200 yılın en yüksek büyümesini yakalıyordu. Yükselen Alman ekonomisi dünya ticaretinde söz sahibi olmaya başlıyordu. Bu gelişmelere paralel olarak Almanya, İngilizlerin deniz üstünlüğünü by-pass ederek asıl hedefi, Musul petrollerine ve oradan Basra Körfezi’ne, yani bugünkü Körfez ülkeleri ve İran petrollerine ulaşmayı amaçlayan Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi’ni başlattığında İngiltere ve Almanya’nın çatışması kaçınılmaz olmuştu.
İngiltere’nin stratejisi: 1) Dönemin sanayi devi ve en büyük üreticisi Almanya’yı kuşatmak, 2) Enerji ve hammadde kaynaklarını kontrol altında tutmak üzerine kurulmuştu.
1908 yılından itibaren Balkanlar’da başlayan karışıklığın asıl sebebi buydu. Takip eden yıllarda, Berlin-Bağdat demiryolunu kesmek için 1. ve 2. Balkan Savaşları İngiltere tarafından tetikleniyordu. Bu çatışmalar kaçınılmaz olan Büyük Savaşın hazırlık hamleleri oluyor. Ve 1. Paylaşım Savaşı, Berlin-Bağdat hattını birbirine bağlayacak olan eksik nokta Sırbistan’da başlıyordu. Savaş başlamadan önce İngiliz İmparatorluğu ekonomik ve finansal kriz içinde kıvranıyor ve Dünya hâkimiyetini korumak için savaştan başka çaresi kalmamış görünüyordu.
İngiltere’nin rolünü bugün ABD oynuyordu!
1. Paylaşım Savaşı öncesinde İngiltere’nin yaşadığı durumun bire bir aynısını bugün ABD yaşıyordu. Dünyanın tek süper gücü ABD, 17,5 trilyon dolar borç ile çok derin bir ekonomik kriz içerisinde boğuluyordu. Küreselleşme ile birlikte uyguladığı neoliberal politikalar, Amerikan sermayesinin Doğu’ya kaymasına, bunun yanında ülkenin ucuz mallarla dolmasına neden oluyordu. Yatırımların ucuz işgücüne yönelmesi sonucu başta Çin olmak üzere gelişmekte olan ülkelerde imalat sanayii patlaması yaşanıyordu. Bu süreçte küresel sermaye zenginleşirken Amerikan halkı işsiz kalıyor ve devletin finansal yapısı çöküyordu. Günümüzde Çin dünyanın en büyük üreticisi olarak 19. yüzyıldaki Almanya’nın rolünü üslenmiş görünüyordu. Washington, küresel hâkimiyetini sürdürebilmek için İngiltere’nin 1. Paylaşım Savaşı öncesinde uyguladığı stratejinin bir benzerini uyguluyordu. Stratejinin üç ana unsuru gözleniyordu:
1- Çin’i kuşatmak,
2- Enerji ve hammadde kaynaklarını kontrol altına almak,
3- Dışarı kaçan sermayeyi tekrar ülkeye döndürmeyi başarmak. Bu son madde, yüz yıl önceki stratejiden tek farklı ve en önemli noktayı oluşturuyordu. Bu stratejide yine savaş kaçınılmaz oluyordu ve tüm şiddetiyle hazırlık yapılıyordu. Umarım sıcak çatışmaya dönüşmezdi.”[5]
Ancak bazı konular, ya gözden kaçırılıyor veya dikkatlerden saklanıyordu:
1- Amerika’dan Çin’e (ve yine Japonya ve Güney Kore’ye) GİDEN SERMAYE, Yahudilere aitti ve bu bilinçli bir tercihti. Asırlardır kullandıkları ve “Gizli Derin devletini” oluşturdukları ABD’nin yaptığı bunca zulümler sonunda dünyanın başkaldırısına ve muhtemel saldırısına uğraması endişesiyle, Siyonist sömürü sermayesi Çin’e ve Uzakdoğu ülkelerine yönelmişti. Bu tercihlerinde, kolay hammadde temini ve ucuz işçi emeği de etkiliydi.
2- Yani ÇİN, adil ve güvenilir bir dünyanın lokomotifi değil, yeni bir sömürü ve zulüm merkezi haline getirilmekteydi.
3- Evet, yeni bir çatışma ve hesaplaşma kaçınılmaz görülmekteydi; ancak bu kapışma Adil bir Düzen’in kurulmasıyla neticelenecekti.
4- Bu Adil Düzen ise, Türkiye önderliğinde ve İslami prensiplerle şekillenecekti. Bu nedenle, önce Türkiye’de kutlu bir devrim ve değişim gerçekleşecekti.
5- Ardından Kuvayı Milliye ruhuyla kurulacak Milli Çözüm ve Onarım Hükümeti, bölgemizdeki ABD ve İsrail hâkimiyetini bitirecek tarihi bir denge dönüşümüne öncülük edecekti.
6- Daha sonra; Rusya, Hindistan, Çin, Japonya, Güney Amerika ve mecburen Avrupa da bu yeni ve Adil Dünya düzenine katılıp destek verecekti.
Özetle, komünizm de, kapitalizm de iflas edip tükenmişti, beklenen medeniyet İslam’la şekillenecekti!
--
Temmuz 2014 - Milli Çözüm Dergisi
[1] 25 Mart 2014, Bugün, Nazlı Ilıcak
[2] http://yenisafak.com.tr/gundem-haber/gulen-ciae-rapor-veriyor-9.3.2014-624526
[3]25 Mart 2014, Zaman
[4] Şafak Terzi
[5] 21 Mart 2014, Aydınlık