Stratejik hedeflere, İslami ve insani modellere ulaşmak için; günümüzde siyasi hizmetlerin ve buna bağlı girişim ve gayretlerin ne kadar gerekli, hikmetli ve isabetli olduğu giderek daha iyi anlaşılmaktadır. Şunu peşinen belirtelim ki; İnandığımız haklı ve hayırlı bildiğimiz için sahip çıktığımız bir kısım gerçekleri başkalarına zorla kabul ettirmek gibi bir kastımız ve sıkıntımız yoktur; amacımız tarihi ve Kur’ani gerçekleri ortaya koymaktır.
Öncelikle hatırlatalım ki, herhangi bir hizmet ve hareketin başarıya ulaşması için, onunSünnetullah'a uygun olması şarttır. Nasıl ki Cenab-ı Hakk; gece-gündüzün dönüşümünü, mevsimlerin dolaşımını, ekinlerin oluşumunu, belli esaslara ve kurallara bağlamıştır,“Tabiat Kanunu” olarak bilinen bu doğal düzene “Sünnetullah” ve “Adetullah” denir ve bunlar asla değişmez İlahi kanunlardır. “Ve la tecidü li sünnetillahi tahvila. Ve la tecidü li sünnetillahi tebdila” gibi ayetler Sünnetullah’ta hiçbir değişiklik bulunamayacağını vurgulamaktadır.
Örneğin; Cenab-ı Hakk’ın adeti, ekinleri baharda bitirmek yazın olgunlaştırmaktır. Biz, zamanı gelmeden, tarlayı istediğimiz kadar sürelim, en verimli gübreyi atıp ve en seçme tohumu ekelim, yine de kışın ortasında ekin yeşermeyecek hasat ve harman olmayacaktır. Baharı ve yazı beklemek zorundayız. Doğan bir bebeğin olgun insan seviyesine gelmesi için yine çocukluk ve ergenlik çağlarını geçirmesi ve uzun yıllar beklemesi gerekli kılınmıştır. Hiçbir suni gayret ve zorlama ile, birkaç ay içinde çocuğun olgunlaşması sağlanamayacaktır. Çünkü, Allah'ın adeti ve tabiat sistemi neyse öyle olacaktır. Öyle ise biz Adetullah'a, yani doğal kurallara, uygun iş yapmak zorundayız. Allah’ın bizim keyfimize, kendi sünnetini, kural ve prensiplerini değiştireceğini sanmak saflıktır.
Bu durum, her asırdaki tevhid ve tebliğ hareketinin hizmet metodunda da böyle olmaktadır. İlim ve ibret nazarıyla, tarih boyunca devam eden Hak-Batıl mücadelesine baktığımızda, her çağda insanların en çok rağbet ettikleri, ve kıymet verdikleri ne ise, Peygamberlerin o cins mucizelerle, müceddid ve mürşitlerin de, o gün için gerekli ve geçerli olan hizmet ve hareketlerle halkın karşısına çıktıkları anlaşılmaktadır. İşte bu gerçek, hizmet ve faaliyetlerimizde başarılı olmak için mutlaka uyulması gereken bir Adetullah ve Sünnetullah olduğunu ortaya koymaktadır.
Şimdi meseleyi daha iyi kavrayabilmek için bizzat Kur’an-ı Kerim’de Peygamberlerle ilgili kıssalara bir göz atalım.
Tarihi kaynaklardan anlıyoruz ki, Hz. Davut (as) zamanında, halkın en çok ilgi gösterdiği ve öğrenmek istediği meslek, demircilik sanatıydı. Herkes bu sahada yarışıyor, herkes çocuğunu bu sanatta yetiştirmek istiyordu. Güncel sohbetlerin konusu bile, “Filan demirci ustası şöyle bir ev gereci veya av aletini yapmış” gibi şeyler oluyordu. İşte bu yüzdendir ki Cenab-ı Hakk, Hz. Davud (as)’a, demiri avucunda hamur haline getirip yoğurmak ve istediği şekle sokmak gibi, hiçbir demirci ustasının erişemeyeceği bir mucize ve marifetle onların karşısına çıkarıyordu. Ta ki dikkatleri üstüne çekebilsin, merak ve menfaat damarıyla insanları etrafına toplayabilsin ve asıl tebligata zemin hazırlayabilsin.
Cenab-ı Hakk Sebe suresi 10-11. ayetlerinde "Andolsun, Biz Davud'a Tarafımız'dan bir fazl (üstünlük) verdik. "Ey dağlar, onunla birlikte (Beni tesbih edip) yankıyla ses verin (ve tüm gizli hazine ve madenlerinizi hizmetine verin" dedik) ve kuşlara da (aynısını emrettik). Ve Ona demiri yumuşatıp (emrine verdik). "Geniş zırhlar imal et; (onları) düzenli bir biçime sok (ölçülü şekilde üret) ve hepiniz salih ameller yapın. Gerçekten Ben, sizin yaptıklarınızı görenim" (diye vahyettik)", buyurmakla bu gerçeği ifade ve ispat etmektedir.
Ayrıca Enbiya suresi 80. ayetinde:
“Bir de size harbin şiddetinden korunmanız için elbise (zırh) yapma sanatını (ve tekniğini) öğrettik (ki) bunlara karşılık siz şükredenlerden misiniz? (Deneyip görelim)”,buyrularak harp sanatı ve silahlarının yapımına ve ağır sanayiye teşvik ve işaret edilmektedir.
Yine tarihe ve Kur’an-ı Kerim’e bakıp anlıyoruz ki; Hz. Yusuf (as) zamanında insanların en çok merak ve dikkat ettikleri konuların başında rüya tabiri gelmektedir. En çok hürmet ve rağbet ettikleri kimseler de rüya tabircileri oluyordu. Kur’an’da Yusuf suresinde sık sık görülen rüyalardan ve bu rüyaların tabirlerinden bahsedilmesi, anlattığımız konuya açık bir örnektir. İşte böyle bir ortamda Cenab-ı Hakk’ın Hz. Yusuf’u“Görülen rüyaları en doğru ve doyurucu olarak yorumlamak” şeklinde bir mucize ile desteklemesi ve göndermesi Adetullah’ın icabı ve duyulan ihtiyacın bir sonucuydu. Önce Hz. Yusuf’un kendi gördüğü rüyayı babası Hz. Yakub’un tabiri ve doğru çıkması, sonra zindan arkadaşlarının rüyalarını Hz. Yusuf’un isabetli tabiri, derken kralın 7 semiz ineği, 7 cılız ineğin yemesi, yine 7 yeşil başağı, diğer 7 kuru başağın yutması şeklindeki rüyasını tabir için, bilge kişileri toplayıp;
“…Ey önde gelen (kâhin-bilginler), eğer rüya tabir ediyorsanız benim bu rüyamı çözüverin” demişti.[1] “Onlar da, “Bu gördükleriniz karmakarışık rüyalardır. Biz böyle karışık rüyaların tev'il ve tabirini bilemeyiz” diyerek (acizliklerini itiraf etmişlerdi).”[2] İşte tam bu sırada Hz. Yusuf’un: “Bu Rabbimin bana ilettiği ve öğrettiği ilimlerdendir”, diye ifade ettiği bir mucizeyle kralın rüyasına isabetli bir yorum getirmesi ve Mısır’a Hazine Bakanı olmaya zemin hazırlaması, mevcut şartların tabii neticesiydi ve böyle olması gerekiyordu.
Yine bunun gibi, Hz. İsa (as)’ın, abraşlık gibi tedavisi çok zor ve sıkıntı verici bir deri hastalığını iyileştirmek, kör gözleri açmak ve ölüyü diriltmek gibi, tıbbın, değil o gün, bugün bile erişemediği mucizelerle gönderilmesi, yine halkın dikkatini ve rağbetini çekmek ve asıl tevhid davasını izah ve ispat etmek içindi. Maide suresinin 110. ayetini birlikte okuyalım:
“…İznimle çamurdan kuş biçiminde (bir şeyi) oluşturuyordun da (yine) iznimle ona üfürdüğünde bir kuş olup (uçuverdi). Doğuştan kör olanı ve (deri hastalığı olan) alacalıyı iznimle iyileştirdin, (yine) Benim iznimle ölüleri (tekrar hayata) çıkarıverdin…” Zaten halkın da Hz. İsa’dan istediği mucize ve marifetler genellikle bu cins şeylerdi.
Hz. Musa (as) döneminde en çok ilgi duyulan ve rağbet edilen meslek ve marifet ise sihirbazlıktı. Firavun, Hz. Musa’yı halkın huzurunda, bütün ülkeden topladığı seçme sihirbazlarla yarışmaya çağırdığı zaman, Hz. Musa; “Ben bir peygamberim. Hokkabazlıkla işim yok,” demiyordu. Sihirbazlık sahnesinde davasını tebliğ ve Hakk’ı temsil için bulduğu bu fırsatı değerlendirmeye koşuyordu. Cenab-ı Hakk da, Sünnetullah gereği orada, o anda lüzumlu ve geçerli olan sihirbazlık cinsinden bir mucizeyle peygamberini destekliyor ve ona Asa’yı gönderiyordu. Çünkü, halkın rağbeti ve dikkati sihirbazlığa idi ve o konudaki başarılar alkışlanıyordu ve herkes o konuda yarışıyor, o konuları konuşuyordu. Taha suresinde Cenab-ı Hakk buyuruyor: “(Artık herkes meydana toplanınca, sihirbazlar Hz.) Musa’ya, “Sen mi (önce marifetini ortaya) atacaksın, yoksa biz mi atalım?” diye (sormuşlardı).”[3]
“(Hz.) Musa da “siz atın” da (marifetinizi görelim) buyurmuşlardı. (Bunun üzerine sihirbazlar öyle acayip hünerler ortaya dökmüşler ve halkın gözlerini büyülemişlerdi ki, onları dehşet ve korku kaplamıştı. Böylece büyük bir sihirbazlık gösterisi yapmışlardı.) Sihir olarak yere attıkları ipleri ve değnekleri gerçekten koşuyormuş gibi göstermeyi (başarmışlardı).”[4]
Tam bunun üzerine Cenab-ı Hakk Hz. Musa’ya; “Şimdi sağ elindekini yere bırak, onların yaptıklarını (tek tek) yutacaktır; çünkü onların yaptıkları yalnızca bir büyücü hilekârlığıdır.Sihirbazlar hangi hünerle ortaya çıkarsa çıksın, nereye varırsa varsın, iflah olmayacak (ve başarıya ulaşamayacaktır).”[5]
“(Artık gerçek anlaşılmış böylece onların bütün yaptığı numara ve hileler boşa çıkmıştı. İşte orada hem sihirbazlar -dolayısıyla Firavun- yenilgiye uğramışlardı ve küçülüp, mağlup şekilde çekilmek zorunda kalmışlardı.) Bunun üzerine (gerçeği öğrenen) sihirbazlar hep birden secdeye kapanmışlar; “Biz Harun’un ve Musa’nın Rabbine iman ettik” diyerek (herkesi şaşkınlığa uğratmışlardı).”[6]
“De ki: "(Artık) Hakk geldi, batıl zail oldu. Hiç şüphesiz batıl yok olucudur. (Çünkü Hakk gelince batıl batacak, güneş doğunca karanlık kaybolacaktır)."[7]
İşte Hz. Musa sihirbazlık sahasında, Firavun’un oyunlarını bozduğu gibi;Bizler de, Allah'ın izniyle, siyaset arenasında oynanan hile ve hıyanetleri boşa çıkaracağız. Bugünkü siyaset cambazlarının Hakk’ın karşısında secdeye kapanacakları dönem de yakındır. Medya sihirbazlarının, halkın gözünü büyüleyen ve gönlünü kirleten TV yayınlarının sihirlerinin de bozulacağı günler yaklaşmaktadır. Elbette her Firavun’un bir Musa'sı, her Musa’nın da bir asası mutlaka bulunacak ve mazlumların ahı, zalimlerin saltanatını yıkacaktır.
Şimdi gelelim bizim peygamberimiz, Hz. Muhammed (sav) dönemine:Efendimizin göreve başladığı zaman ve mekânda, Araplar arasında şiir ve edebiyata rağbet oldukça yüksek ve yaygındı. Şair ve hatiplere, “Yarı Tanrı” nazarıyla bakarlardı. Güzel konuşmak, akıcı ve etkili şiir okumak bir tutku halini almıştı. İşte Peygamber Efendimize, her peygambere verilen mucizeler yanında, en önemli ve en büyük mucize olarak verilen Kur’an-ı Kerim’in, erişilmez belâgat ve fesahatı (akıcılık ve tatlılığı) karşısında müşrikler, Arapların yarışmaları 'sonucu yaldızlı harflerle yazıp Kâbe’ye astıkları meşhur şiirlerini, “Kur’an geldikten sonra, bunların asılı durması yakışıksızdır. Güneş doğduktan sonra mumları halâ yanık tutmak manasızdır” diyerek kendi elleriyle indiriyor ve yırtıyorlardı. Hatta, “Artık Ey Resulüm, emrolunduğun şeyi kafirleri çatlatırcasına açıkla, cahillerden yüz çevir!” ayetini duyan meşhur bir şair hemen secdeye kapanıyor. “Ne oldu, yoksa iman mı ettin?” diye soranlara da, “Hayır, bu sözün belâgatına secde etmekten kendimi tutamadım” itirafında bulunacaktı.
Evet, mademki o çağın insanı şiir ve hitabete özellikle rağbet ediyor ve o konuda yarışıyordu. O konuda ilgisi ve bilgisi vardı; o halde o cinsten bir mucizeyle dikkatlerinin çekilmesi gerekiyordu. Efendimiz (sav)’le artık nübüvvet kapısı kapanmıştır. Yeni bir Peygamber gelmeyecektir. Ancak İslam, sadece belli bir asrın değil, kıyamete kadar değişen ve gelişen bütün çağların ve topyekün bütün insanlığın maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarına cevap verip doyuracak bir hayat programı olarak, zaman zaman tecdid, yani yeniden doğuş ve diriliş hareketlerine sahne olacaktır.
İşte devr-i saadetten kısa bir zaman sonra, hatta daha bir kısım sahabe hayatta iken, “Kur’an’ı ve Sünneti herkes kendi keyfine göre yorumlama, aynı ayet ve hadislerden değişik hükümler çıkarma”, rahatsızlığı ortaya çıkmıştı. Siyasi tarafgirlik ve mezhep taassubuna, İslam'ı yozlaştırmak isteyen zındıka hareketleri de karışınca, durum daha da kötüleşip karmaşık bir hal almıştı. Müslümanlar bir şaşkınlık ve perişanlık içinde kıvranmaktaydı. Evet, kim haklıydı? Kimlerin sözlerine uyulacak; kimlerin tarafında olunacaktı? Halkın kalbi ve kafası bu sorular ve kuşkularla meşgul bulunmaktaydı. İşte böyle bir zamanda İmam-ı Azamlar, İmam-ı Malikler, İmam-ı Şafiiler gibi büyük müçtehid imamların çıkmaları, Kur’an ve Sünnetteki en uygun manayı, en ilmi metotlarla ortaya koymaları, bir kuru heves ve tesadüfün eseri değil, ciddi bir ihtiyacın neticesi olmaktaydı. Ve Sünnetullah böyle bir hizmeti gerekli kılmaktaydı.
Yine, Emeviler elinde giderek saltanata ve zorbalığa dönüşen hükümet yönetimi ve İslami kuralların terk edilmesi, Müslüman toplumu ciddi ciddi düşündürdüğü ve artık herkesin her yerde “Halimiz nedir, gidiş nereyedir, sonumuz ne olacak?” diye üzüldüğü bir dönemde, bir Ömer İbni Abdülaziz Hazretlerinin çıkıp yeniden “İslami adaleti devlet yönetimine hâkim kılma” şeklindeki değişim ve düzelme hareketini yapması, yine o günkü ihtiyacın ve Sünnetullah’ın icabıydı.
Daha sonra, tarikat ve tasavvuf hareketinin hızla yayıldığı, ahlaki disiplin ve düzenin bu sayede sağlandığı, ama giderek bu sefer tarikatlar içinde bid’at ve sapıklıkların baş gösterip, hızlı ve tehlikeli bir yozlaşmanın ortaya çıktığı bir ortamda, İmam-ı Rabbanihazretlerinin zuhur edip tarikat mesleğinin ıslahını esas alan tecdit hareketini yapması, elbette Adetullah’ın bir gereği sayılmalıydı. Çünkü o gün insanların büyük çoğunluğunun dikkati ve rağbeti tasavvuf ve tarikatlar üzerinde yoğunlaşmıştı. Zaten bozulma ve yozlaşma da, o noktada başlamıştı. Öyle ise ıslah ve irşad hareketi de o cinsten olmalıydı.
Daha sonraları, eski Yunan felsefelerinin, Bizans ve Roma'nın safsata dolu eserlerinin tercümeleri sonucu, İslam aleminde, güya ilim ve hikmet perdesi altında, itikadi sapıklıkların yayılmaya başlaması üzerine, bu sefer bir İmam-ı Gazali Hz.lerinin çıkıp Kur’ani ve İslami ilimleri yeniden ihya ve felsefeyi fikren ve ilmen imha yoluyla tecdit hareketini ve hizmetini yürütmesi doğal ve sosyal bir ihtiyacın neticesi olarak algılanmalıydı.
Nihayet, ehli tarikat ve ehli şeriatın birbirine cephe açtıkları ve birbirini küfür ve sapıklıkla suçladıkları, medrese ile tekkenin birbirlerinden uzaklaştıkları bir sırada, Mevlana Halidi Bağdadi Hz.lerinin ortaya atılıp “Tarikat, şeriati yaşamaktır. Maksadı ve manası aynıdır. Tarikat, şeriatın şahsi hayatımıza en güzel tatbikatıdır” diyerek bu lüzumsuz düşmanlık ve dedikoduyu kaldırarak, tefrika ve tecavüzleri önlemek üzere yaptığı tecdit hareketi, yine mevcut şartların ve tabii ihtiyaçların zaruri neticesi olarak yaşanmıştı. Ona “Zülcenaheyn” yani “Çift kanatlı” denmesi de; hem Kadiri, hem Nakşi tarikatına bağlı olmasından değil, medreseyle tekkeyi, ilim ile ameli, şeriatla tarikatı meczedip birleştirmesinden dolayı idi.
Ve derken, Siyonist odakların ve Mason localarının siyasi entrikaları sonucu yıkılan, I. Dünya Harbi sonunda fiilen parçalanan Osmanlı'dan arta kalan ve Kurtuluş Savaşı sonunda Cumhuriyet olarak ortaya çıkan Türkiye’mizde, fen ve felsefe kılıfıyla yaygınlaştırılan, ilim ve ilericiliğin bir gereği gibi sunulan ve sanılan bir “inkârcılık ve din dışılık” akımı karşısında, üstad Bediüzzaman Hz.lerinin çıkıp, şüphe ve vesveselerle bulanmış kafaları ve bunalmış gönülleri, bizzat Kur’an’dan çıkardığı, hikmetli ve ibretli iman dersleriyle huzura ve itminana kavuşturmak üzere yaptığı Risale-i Nur hizmeti ve eserleri, yine ciddi bir ihtiyacın ve iştiyakın neticesi yazılmıştı. Çünkü Sünnetullah böyle istiyordu; önce imansızlık cereyanının önlenmesi, sağlam bir imanın kalplere yerleştirilmesi gerekiyordu.
Bu kadar uzun bir izahtan sonra, şimdi asıl günümüzde nasıl bir yöntem ve sistemle ortaya çıkılmalıydı?
Mademki Allah'ın sünnetinde ve ezeli takdirinde bir değişiklik olmayacaktı. Mademki Allah'ın iradesine ve rabbani prensiplere uygun olmayan hiçbir hizmet ve hareket başarıya ulaşmayacaktı. Mademki devr-i Adem'den beri süregelen Hak-Batıl mücadelesinde, bütün peygamberler kendi zaman ve mekânlarına halkın en çok ilgi ve ihtiyaç duyduğu konular cinsinden mucizelerle ortaya çıkmıştı. Çünkü, “Hakk’a çağıran ve halkı uyaran bir Resul göndermedikçe hiçbir kavme azap etmemek” Allah’ın hükmü ve rahmetinin gereği durumundaydı. Mademki davetin ve tebliğin en önemli şartı da, o hizmete uygun bir ortam ve fırsat hazırlamaktı. Elbette halkın merak ettiği, kıymet verdiği ve dikkatle takip ettiği konularla, onlara yaklaşmak ve her seviyeden, herkesin ilgi gösterdiği bir sahadan halkın karşısına çıkmak, davamızda başarılı olmak için mutlaka uymamız gereken Allah'ın değişmeyen sünneti ve âdeti olmaktaydı.
İşte bu nedenle mademki, günümüzde köylü-şehirli, alim-cahil, zengin-fakir, genç-ihtiyar, herkesin doğrudan ve dolaylı, mutlaka bulaştığı ve hiç kimsenin ilgisiz kalmadığı şey, siyaset ve particilikti. Mademki, Siyonizm'in güdümündeki zulüm ve sömürünün bütün dehşetiyle hüküm sürdüğü günümüzde, inancını ve amacını icraata çevirebilmenin en geçerli yolu yine siyaset ve particilikti. Öyleyse, haksızlık ve ahlaksızlık saltanatını yıkacak olan hizmetin siyaset sahasında ortaya çıkması bekleniyordu, böyle gerekiyordu ve öyle oldu. Evet evet; her şey kaybedildiği yerde aranmalıydı. Nasrettin hocamızın ibretli fıkrasını hatırlayalım:
Hoca karanlık ve karışık samanlıkta kaybettiği anahtarını, evin önünde ve ay ışığında aramaktadır. Ne aradığını öğrenen konu komşu da hocaya katılır. Hep birlikte uzun süre anahtarı ararlar, ama bir türlü bulamazlar... İçlerinden birisi “Hocam anahtarını burada düşürdüğüne emin misin, başka yerde düşürmüş olmayasın?” diye sorunca, Hoca “Hayır anahtarı samanlıkta düşürdüm, ama o karanlıkta deve bile bulunmaz diye aydınlıkta arıyorum” der ama, bir ömür aransa anahtarı bulmak mümkün olmayacaktı.
Evet, bu millet, savaş meydanlarında kazandığını maalesef, siyaset sahasında kaybetmiştir. Siyasette kaybettiğini yine ancak, siyasette arayıp bulmak mecburiyetindedir. Bu uğursuz kuyuya hangi merdivenle indirildi ise, yine aynı merdivenle çıkılmak gerekmektedir. Siyasette kaybettiklerimizi başka yerde aramak bizi boşuna oyalayacak bir gayrettir. Elbette başka hizmetlerin de ayrı bir önemi ve kıymeti vardır; ama kaybedilen ve gasp edilen haklarımız başka yerdedir. Siyasette kaybedilen şey sokak kavgalarında ve macera meydanlarında aranmakla da asla ele geçmeyecektir. İşte bu nedenle Siyonist güçler ve Masonik çevreler, Müslümanları siyasetten ve dolayısıyla yönetimden uzak tutmak için, bütün gayretlerini sarf etmekte ve “Müslüman siyasetle uğraşmaz” demektedir.
Oysa bu ülkede milli ve yerli düşünce, bir siyasi parti olarak ortaya çıkmasaydı, Anadolu insanın hamallıktan kurtulması mümkün değildi. Sağcılar inecek, solcular binecekti. Masonlar binecek, Komünistler sürecekti. Müslüman camide -güya- Allah'ın karşısında eğilip bükülecek, ardından gidip masonların karşısında eğilip bükülecek, sonra patronların karşısında eğilip bükülecek ve bu perişanlık ve şaşkınlık içinde ömürleri tükenip gidecekti.
Artık bugün sürdürdüğümüz siyasi cihadımızda, metot olarak en uygun ve en geçerli olan yolu takip ettiğimizi anlamış olmalıyız. Mevcut kurum ve kanunlar çerçevesinde geçerli sayılan vasıtalarla bir hedefe varmak mümkün oluyorsa, bu aracı bu fırsatı değerlendirmek üzerimize şarttır. Gerçek demokrasiye ve örnek bir laikliğe de ancak böyle ulaşılacaktır.
Dikkat ediniz, şimdi kendi kuracağımız bir matbaada en lüks kâğıtlara özel paralar bastığınızı düşünün, üzerine de Kâbe resmini ve Kelime-i Tevhid’i yazmış olalım. Bu parayla, Allah aşkına, Türkiye'de herhangi bir şey almamız mümkün olur mu? Hayır, çünkü geçersiz ve yapmacıktır. Üzerinde kadın resmi, köprü resmi bulunan bugünkü paraları ise hep koynumuzda taşıyoruz. Çünkü onlar geçerlidir, ihtiyacımızı onlarla karşılıyoruz. Zulmün sistemleştiği ve Siyonizm'in siyasi, iktisadi ve kültürel yönden dünyayı ele geçirdiği böyle bir dönemde, elbette ve sadece siyasi teşkilatlanma da yeterli olmayacaktı.
Hükümet ve devlet imkânlarını halkın hizmetinde kullanabilmek için, nasıl partiye ihtiyaç vardı, öyle de işçi haklarını savunmak için de sendika kurulmalıydı. Bu da yetmiyordu, toplumu yönlendirmede ve kamuoyu oluşturmada çok etkili olan basın sahasına da el atılmalı, Hakk’ın gözü, kulağı, dili olacak bir gazete çıkarılmalıydı. Yurt dışında, özellikle Almanya’da ve Avrupa'daki işçi ve öğrencilerimize sahip çıkılmalıydı. Ayrıca çeşitli vakıflar kurulmalı, dernekler açılmalı, giderek İslam Birleşmiş Milletleri, İslam Ortak Pazarı, İslam Ortak Dinarı, İslam Ortak Savunma Paktı gibi evrensel dayanışma unsurları hazırlanmalıydı.
Bu ne muazzam bir beyin, bu ne tükenmez bir enerjidir ki, bu hizmetlerin her birisi ayrı ayrı ilim, ihtisas, kabiliyet isteyen şeyler olduğu halde, bu hizmetlerin bir tanesinin altında bile yüzlerce insan ezildiği halde, tek başına hepsinin üstesinden gelebilmek, ancak Cenab-ı Hakk’ın özel lütfuna mazhariyetle elde edilecek bir başarıydı.
Bir de “Efendim, batılın kanun ve kurumlarıyla Hakk’a hizmet edilmez. Bunların emrinde ve himayesinde görev yürütülemez” gibi tutarsız ve dayanaksız iddialarda bulunanlara Kur’an’dan bir ayetle cevap verelim: Yusuf suresi 54. ayetinde: “Kral; “getirin onu bana”, diyerek (Hz. Yusuf’u yanına istemişti). “O'nu kendime özel (dost ve danışman) yapayım” demişti. Kendisiyle konuşup (ondaki olgunluğu görünce Yusuf’a) “Sen artık bugün yanımızda mevki sahibi, güvenilir (bir kimse)sin ve artık emniyettesin” (diye teminat vermişti).”
Açıkça görülüyor ve anlaşılıyor ki, Firavunlardan biri olan Mısır Meliki, yine kendi saltanatını ve hükümranlığını sürdürüyor olmalı ki, Hz. Yusuf'u koruması altına aldığını söylüyor. Çünkü ancak etkili ve yetkili yüksek bir makamda olan, zayıf ve güçsüz birini himayesine alabilir. Şimdi bizim kalkıp devletin valisine veya emniyet müdürüne giderek, “Efendi rahat uyu, endişe etme benim emniyetim ve himayem altındasın” dememiz gülünç olmaz mı? Zaten Hz. Yusuf (as) da bu güven veren sözler karşısında:
“(Bunun üzerine Hz. Yusuf) “Öyleyse beni memleketin hazinelerine (bir nevi Maliye ve Sanayi Bakanlığı görevine) memur etsene, çünkü ben gerçekten (hazineyi ve serveti) iyi korurum, (ticaret ve ziraatı çok) iyi bilirim” dedi.”[8]
Bu ayetten Hz. Yusuf’un Melikin hükümetinde bir bakanlık seviyesinde görev talep edip aldığı kesin olarak anlaşılmaktadır. Aksini iddia etmek, eğer cahillikten gelmiyorsa, kuru bir inattır. Zaten Kur’an’ı bir sayfa daha çevirdiğimizde, Hz. Yusuf’un Hakk’a ve halka hizmet imkânı bulabilmek ve dinini yerleştirmek için Kralın mevcut kanun ve kurallarına uyarak hizmetini yürüttüğü anlaşılmaktadır. Uzun yıllar geçtikten sonra, buğday almak üzere Mısır'a gelen kardeşleri arasında bulunan öz kardeşi Bünyamin'i yanında alıkoymak için, Hz. Yusuf’un bizzat yetkisi bulunmadığından, Allah’ın vahyettiği ve öğrettiği hile ile O’nun yüküne devlete ait bir kabı bırakarak, güya çalınmış gibi önce kardeşlerinin yükünü, sonra da Bünyamin’in yükünü arayıp, kaybolan kabı ortaya çıkarmaktadır. Ve bu hırsızlık suçunun kardeşlerinin ülkesindeki cezası ne ise, -ki kendisi babasının şeriatını bildiği için- öyle muamele edeceğini önceden onlara hatırlatmaktadır.
“…İşte biz, Yusuf’a bu şekilde bir “Keyd” (hile-tedbir, plan) öğretmiştik. Aksi halde Melikin dinine (Kralın Kanunlarına) göre kardeşini tutamayacaktı (tutsa da ağır cezadan kurtaramayacaktı)…”[9] buyrularak, Hz. Yusuf’un uzun müddet kralın hükmü ve himayesi altında kaldığı da kesinlik kazanmaktadır. Bu konuda müfessir Mehmet Vehbi Efendinin“Hulesatü'l Beyan fi Tefsiri'l Kur'an” adlı kıymetli eserinin, 7. cildinin 2450 / 2451. sayfalarında geniş ve güvenilir bilgiler aktarılmaktadır.
[1] Yusuf: 43
[2] Yusuf: 44
[3] Taha: 65
[4] Taha: 66
[5] Taha: 69
[6] Taha: 70
[7]