Ekim 03 23:07

Görünüşte “İSRAİL’E HAKARET” Palavrası Gerçekte Siyonizm'e Hizmet Politikası

Görünüşte “İSRAİL’E HAKARET” Palavrası Gerçekte Siyonizm'e Hizmet Politikası

Görünüşte “İSRAİL’E HAKARET” Palavrası Gerçekte Siyonizm'e Hizmet Politikası

Erbakan Hocamızın; Siyonistlerin: “Kim, ben mi? Yahu ben hiç Dinime devletime hıyanet ve zalim İsrail hesabına gayret eder miyim!..” diye diye ve cihad marşlarını söylete söylete, birçok Müslümanları, din ve dava adamlarını kendi şeytani hedeflerine hizmet ettireceği yolundaki sözleri şimdi daha iyi anlaşılıyordu. Evet bu tür insanların bir kısmı belki farkında olmadan İsrail’in işine yarayacak yanlışlıkları, hayır ve hizmet adına yapıyordu; ama bazıları da maalesef yukarıdaki sözlerle Müslümanları kandırarak bile bile dinine ve davasına hıyanet edip, makam ve menfaat hatırına Siyonistlerle işbirliğine girişiyordu. Çünkü İsrail’e hizmet için ille de CIA ve MOSSAD’a katılmak veya MASON olmak gerekmiyordu ve nasıl olsa Yahudi Lobilerinden boyunlarına özel cesaret madalyaları takılanlara bile hala hüsnü zan ediliyor, hatta kahraman gözüyle bakılıyordu!..

Siyonist odaklar, kendilerine rahat hizmet etsin ve halkını peşinden sürüklesin diye, “asıl adamlarını, azılı düşmanları” gibi gösteriyordu!

Boyunlarına bizzat cesaret (esaret) tasması taktıkları ve BOP’a eşbaşkan yaptıkları siyasi figüranları kahramanlaştırmak, “halkının demokratik desteği ile şer güçlere savaş açmış korkusuz adam” rolüyle siyonizme hizmetlerini kolaylaştırmak için, Lobilerin ürettiği suni senaryolar Takvim yazarları imzasıyla piyasaya sürülüyor ve “Recep Tayyip Erdoğan’la başa çıkamayan, Paralel çeteyle, Gezi tertipleriyle onu yıkamayan ve sandıktan zaferle çıkan Başbakan’la İngiliz ve ABD derin devletleri (Yahudi Lobileri, Rothschild ve Rockefeller aileleri) çaresiz onunla işbirliği yapmaya ve yanında durmaya mecbur kaldılar” palavrasıyla bunların dış merkezlerle irtibatlarına kılıf hazırlanıyordu.

30 Mart Seçim sonuçları, Türkiye siyasetinin tıkandığını ve giderek demokrasiye olan güvenin tükendiğini gösteriyordu. CHP ve MHP iktidar olma hedefini ve ümidini yitirmiş olmanın karamsarlığı, AKP ise, Muhalefete düşme ihtimalini gündeminden çıkarmış olmanın rahatlığı içinde hareket ediyordu. PKK temsilcisi BDP ise CHP ve MHP’den tamamen ayrı ve ırkçılık-ayrımcılık amaçlı bir mecrada ilerliyordu. Bu durumda, ülke sorunlarını aşma, yeni anayasa hazırlama ve geleceği kurgulama işi tamamen AKP’nin sırtında ve sorumluluğunda kalıyor ve tek desteği BDP’den alıyordu. Böyle olunca da AKP iktidarı ve özellikle Erdoğan, her türlü hukuki, hatta ahlaki kuralları hiçe sayarak, keyfince ve siyasi ihtirasları istikametinde davranmaktan çekinmiyordu. Tabi bu pervasız tavır ve tahribatlar, çok ciddi ve sinsi kamplaşmaları ve kaçınılmaz hesaplaşmaları da, alttan altta besliyordu.

  AKP’yi dengeleyip dizginlemek üzere, ta kuruluşundan itibaren yanına katılan Cemaat ise, kendisini verilen role fazla kaptırması ve “Küresel bir aktör” Donkişotluğuna soyunması sonucu, ABD derin Lobilerine güvenip (gözlerine girmeyi hedefleyip) Dinimizi ve devletimizi yozlaştırma çabalarını iyice artırıyor ve şımarıyordu. Altının oyulduğunu ve jelatinli kabuğunun soyulduğunu sezen AKP ve Erdoğan, Cemaate karşı taarruza geçiyor ve umduğundan daha kolay püskürtüyordu. Artık iyice rakipsiz ve takipsiz kalan AKP ve Erdoğan:

* Bakanları ve kendi çocukları hakkında yolsuzluk soruşturması başlatan savcıları ve emniyet mensuplarını sürgüne yolluyor,

* Daha önce Oslo’da PKK ile ve İngiliz hakem gözetiminde “devletten gizli görüşme yaptığı” gerekçesiyle ifadeyle çağrılan MİT Başkanı için bir gecede “Başbakanlık izni ve himayesi” kanunu çıkarıyor,

* İktidarın gizli-kirli ilişkileri, Milli Güvenliğimizi ve geleceğimizi tehdit eden tehlikeli girişimleri deşifre edilince, internete erişimi yasaklıyor,

* “Bayrak, Ezan ve İstiklal Marşı” gibi siyasi istismarı suç olan reklam filmlerini YSK’nın kaldırma kararına rağmen “Biz böylesi yasakları takmayız” diyerek devam ettiriyor,

* Ağrı gibi şaibeli seçim sonuçlarını örtbas etmek için YSK hâkimini mecburi izne çıkarıyor, bu da yetmeyince seçimleri iptal ettiriyordu… Ve böylece “İleri Demokrasi”nin ne olduğunu açıkça gösteriyordu!

Saadet de vazifesini tam yapmıyordu!

Maalesef bu seçim sürecinde Saadet Partisi de “tebliğ vazifesini” ve “hakikati hatırlatma-uyarı mesuliyetini” yeterince yerine getirmiyordu. “Milli Görüş belediyeciliği yeniden şahlanacak, saadet kazanınca herkes, karlı çıkacak” gibi kof ve kuru sloganlar dışında, Milli Görüş açısından ülke sorunları ve çözüm yolları ortaya konmuyordu. Her nedense “Erbakan’ın tarihi atılım ve icraatlarına, D-8 oluşumuna ve amaçlarına, Adil Düzen programlarına ve Milli Görüşün temel farkına ve Yeni bir Dünya ufkuna” hiç değinilmiyordu. Amacımız “iktidar değil, İslam için siyaset”[1] başlıkları, cehaletle atılıyorsa bunların gafletini, bilerek yapılıyorsa, hıyanetlerini deşifre ediyordu. Çünkü iktidar olmak, hakkı ve hayrı uygulamak ve İslam’ı hâkim kılmak için kaçınılmaz bir araçtır ve Allah’ın rızası amaçlanarak yapılan siyasi cihat bu hedef için farz kılınmıştır. Saadet Partisini, sadece sohbet ve edebiyat üreten bir tarikat ve cemaat konumuna düşürmek, davayı asli amacından saptırmaktır. Elbette bizler zaferden değil, seferden sorumlu olduğumuzun bilincindeyiz; ama “seferin” yani bu seçim sürecindeki tebliğ fırsatı görevinin şartları yerine getirilmiyor, topluma alternatif umut kapıları gösterilmiyordu. Ve tabi bu davaya, bu davete ve va’dolunan kutlu akıbete, önce tebliğcilerin kendilerinin inanması gerekiyordu. Cihadın, kökü olan “CEHD” kelimesi, çok sert ve çorak toprağın, oldukça zahmetli, özverili ve sabır gösterici bir gayretle, ziraata müsait hale getirilmesi anlamına geliyordu. Öyle kolaycılıkla, zorluktan kaytarıcılıkla ve ucuz kahramanlık edebiyatıyla rahat koltuğunda oturup telefon talimatıyla seçim sürecini (yani cihat mevsimini) atlatmaya çalışıp, sonra da Hz. Nuh gibi çalıştıklarını sanıp toplumun helakını bekleyenler yanılıyordu.

17 Aralık’tan beri aylardır Recep Erdoğan’ın Cemaatle ilgili çok yüksek perdeden atıp tutmasına ve hakaretler yağdırmasına rağmen, hala bu paralel yapıya yönelik hiçbir soruşturma açılmaması, yoksa kendileriyle ilgili pek tehlikeli tapeleri piyasaya sürmeleri korkusundan mı kaynaklanıyordu? Çünkü çok ciddi açıkları, ayıpları ve karanlıkta kalması istenen tarafları olmayan bir başbakanın, bu denli kuşkulu, huysuz ve huzursuz davranmaması gerekiyordu!

Hükümetin de Cemaatin de tarzı mide bulandırıyordu!

Sn. Recep Tayyip Erdoğan grup toplantısında “Yolsuzluklarla ilgili kimsenin gözünün yaşına bakmayacağız” diye hava atıyordu ama kimseyi inandıramıyordu. Çünkü Kur’an’a hakaretler yağdıran ve büyük soygunlara bulaşan Egemen Bağış balkon konuşmasında başbakanın tam yanında duruyordu. Eski Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan, evinde ayakkabı kutusu içinde 4.5 milyon dolar bulunmasına rağmen şimdi Ziraat Bankası Yönetim Kurulu üyesi yapılıyordu! 17 Aralık’ta tutuklanan Rıza Sarraf’ı hangi güç iki ay içinde tahliye ediyordu? Başbakan’a ulaşan 18 Nisan 2013 tarihli MİT raporunda Sarraf’ın bakanlarla yasa dışı ilişkisi ortaya konulmuş olmasına rağmen, Erdoğan nasıl bu kişiye “hayırsever işadamı” diyebiliyordu? 25 Aralık operasyonunda hedef alınan Yasin El Kadı ya da Usame Kutub ile Bosphorus 360’ın irtibatları ve gizli ortakları araştırılıyor muydu? Havuz medyası için toplanan paralar ihaleye fesat kapsamına niye sokulmuyordu? Ahmet Davutoğlu’nun, hükümet aleyhine yazılan bazı mektuplardan hareketle, 160 ülkedeki Türk okullarının kapatılması talimatı verdiğini açıklamasıyla bütün bu yolsuzluklar temizlenmiş mi oluyordu? Bakan Davutoğlu’nun gündeme getirdiği Gülen’e yakınlığıyla bilinen enstitünün hükümeti dünyaya şikâyet ettiği mektupta ortaya çıkıyordu. Bu mektup, “Türkiye’deki muazzam büyüklükteki bir yolsuzluk soruşturması dünya çapında manşetlere çıktı.” başlıyor ve New York Times, Wall Street Journal gibi ABD gazetelerinde yer alan Türkiye aleyhindeki haberler referans gösteriliyordu. Fetullah Gülen’in onursal başkanı olduğu ABD’deki Peace Islands Institute’ün Küresel işler Merkezi Direktörü Mehmet Kılıç imzasıyla gönderilen mektupları Star gazetesi manşetten duyuruyordu. “İşte ihanet mektubu” başlığıyla verilen haberde Gülen grubuna yakın enstitünün mektubu Washington ve New York’taki yabancı elçiliklere gönderdiği belirtiliyor ve AKP’yi yıpratma ve dünyada yalnızlaştırma amacı taşıdığı vurgulanıyordu. Böylece Cemaatin de, Hükümetin de, kendi ikbal ve ihtiraslarını, Dinin maslahatından, devletin ve milletin menfaatinden üstün tuttukları ortaya çıkıyordu. Cemaat Hükümeti dış odaklara (Yahudi ve Hristiyan gâvurlara) şikâyet edip kötülüyor, Hükümet ise pek çok hayırlı hizmetlere vesile olacak okulları ıslah edip geliştirmek ve yabancıların güdümünden çekip çıkarıvermek yerine, kökten kapatmayı düşünüyordu.

Halkımız, hatta AKP’nin tabanı ve teşkilat mensupları bile şunları soruyordu.

Başbakanımız: “Gazetelerini almayın” dedi, bıraktık… “Televizyonlarını seyretmeyin!” dedi, kapattık… “Dershanelerinden çocuklarınızı çekin dedi, aldık… “Himmetleri, destekleri kesin dedi, bağımızı kopardık… Bu son çeteyi ortadan kaldırmak için oy toplayın!” dedi, gece gündüz çırpındık ve yüzde 50’ye yakın bir destek sağladık. Ama Sn. Erdoğan, “Bunların inlerine gireceğiz”sözünü hala tutmadı! Bu Cemaat bir Paralel devlet örgütlenmesi ise, casusluk ve ihanet çetesi ise, yabancı istihbarat servisleriyle işbirliği içinde ise, bunlardan ne zaman hesap sorulacak ve adalet önüne çıkarılacaktı? Yok eğer bütün bu iddialar sadece suizandan ve kuru şantajdan ibaret ise, böyle bir iftira kampanyasıyla seçim kazanan Başbakan, yalan üzerine kurulan bir makamda daha ne kadar oturacağını sanıyordu!

Fehmi Koru ne demeye çalışıyordu?

“Yaşanan süreçte bana ‘muamma’ olan, bugünden geriye dönüp baktığımda ‘17 Aralık süreci’ sırasında zihnime takılan ve o gün bugündür aklımı zorlayan pek çok nokta var. İlki şu: Fetullah Gülen kendisini ziyaret eden misafiri eliyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e ulaştırılmak üzere verdiği mektupta olağanüstü yumuşak ifadeler kullanmıştı. Sertliğin karşılıklı tırmandırılması niyetinde olmadığını belli ediyordu. Buna karşılık, mektubun Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bilgisi dahiline girdiği gün (25 Aralık) 21 kişiyle ilgili yasal süreç başlatıldı. ‘Cemaat’in ikinci hamlesi’ olarak görülen ve Tayyip Bey’i niyetten kuşkulandıran bu girişim neyin nesiydi? Aralarında Cemaat’in hep olumlu yaklaştığı farklı dini grupların saygın isimleri ile hizmetlere katkılarıyla bilinen işadamları da vardı o 21 kişilik listede. Cemaat ikinci hamlesiyle yalnızca Tayyip Erdoğan ve AKP’ye değil, çok daha geniş bir kesime karşı tavır almış oldu. Yani cephe genişletti. Bunun anlamı neydi? Süreç boyunca Washington ve Brüksel başta olmak üzere Batılı başkentlerden hükümet karşıtı mesajlar yoğun biçimde geliyordu. Mesajları okuduğumda, görüş açıklayanların sanki biraz önce kendilerine aktarılmış bilgileri demeç olarak verdiği hissine kapılıyordum. Seçim oldu, Batı’dan mesaj trafiği bıçakla kesilmişe döndü; Washington’dan çıkan “Unutun Pensilvanya’daki zatı” açıklaması dışında. Böylece Washington Cemaat konusunda 2010 öncesi tavrına döndüğünü ilân etmiş oldu o açıklamayla. 2010 öncesinde, ‘yabancı din adamı’ kontenjanından verilen vizeyi uzatmaya yanaşmayarak ve her ay kendisini ziyaret eden Cemaat önde gelenlerinin vizelerini iptal edip gelenleri ilk uçakla geri göndererek, Fetullah Gülen’i Türkiye’ye dönmeye zorluyordu ABD. Benzer bir tavrı Washington şimdilerde de benimseyebilir.”diyen Fehmi Koru, yoksa ABD’li derin mahfillerden bazı duyumlar mı alıyordu?

Gülen’den, Şaşırtan, Açıklama, Geliyordu!

En şaşırtıcı açıklama, seçim sonrasında Pensilvanya’dan geliyordu. Öncesinde Türkiye’deki medyası aracılığıyla mesaj vermeyi yeğleyen Fetullah Gülen, sonrasında, kendi internet sitesine, “Kasetler, tapeler yoluyla sonuç almaya çalışmak bizim meşrebimize aykırı” anlamına gelecek bir görüş açıklatıyordu. Dört ay boyunca, hepimiz, telefon görüşmelerine kulak verme ve ortam dinlemeleri yoluyla elde edilmiş ses kayıtlarının Cemaat’le ilişkili olduğunu düşünüyorduk. Neden cemaate yakın medyanın onlara sahip çıkması yüzünden. Sanıyorum, Pensilvanya’daki zat: “Biz yapmadık, onlar yaptı mesajı veriyordu. İyi de bunlar makul bir kurgu olsa bile, yaşananları bir gazeteci grubunun yerli-yabancı bürokratları manipüle etmesine bağlamak pek inandırıcı gelmiyordu. Yani Pensilvanya önce aldatılıyor ama farkına yeni mi varıyordu?

Mısır’daki haksız idam kararlarına karşı “ahlaksız suskunluklar” riyakârlık ayarını ortaya koyuyordu!

Mısır’da zulme karşı direnişin, darbeye boyun eğmeyişin bedeli idam kararı oluyordu. 1 değil, 5 değil, 10 değil, 100 değil… Tam 529 insan kurban ediliyordu! Fakat bu 529 insanın 20 dakikada verilen idam kararına maalesef dünya dönüp bakmıyor ve temel insan haklarına sahip çıkmıyordu. Neden, yoksa Müslüman oldukları için mi bunlar haksız yere öldürülmeyi ve ilgisizliği hak ediyordu? Her fırsatta bize insan hakları ve demokrasi dersi veren, en ufak bir olayda parmak sallamayı kendine vazife edinen dünya ülkeleri ve hükümetleri neden bu denli sessiz ve tepkisiz kalıyordu? Hadi onların insan hakları kendine işliyor, mevzu bahis Müslüman olunca 3 maymuna dönüyorlar diyelim. Peki ya Müslüman ülkeler niye seslerini çıkarmıyordu? diye sızlanan sözde İslamcı ve AKP yandaşı-yalakası yazar-yorumlar takımı, neden hiç “bir zamanlar, kışkırtır gibi Mursi’yi ve İhvanı Müslimini sürekli destekleyip körükleyen Başta Recep T. Erdoğan ve iktidar kurmayları, bugün 529 masum Müslümanın idam fermanına karşı çıkmıyor, dünyayı ayağa kaldırmıyordu?” diye sormuyordu!? “Mısır’daki idamlara Meclis’ten ortak bildiri” hazırlatan Kahraman Erdoğan’ın bu tavrı Hz. Ali’nin: “Susulacak yerde konuşmak ahmaklık, konuşulacak yerde susmak korkaklıktır!” sözünü hatırlatıyordu.

Zalim odaklara ve münafıklara şu ilahi uyarıyı ve insani çağrıyı yapmamız gerekiyordu.

Temel insan haklarına sahip çıkmak ve inancını yaşamaktan başka suçu olmayan ve halkın demokratik tercihleriyle iktidara taşınan Muhammed Mursi’ye ve 529 Mısırlı Mü’mine, hem de birkaç saatlik mahkeme neticesinde, tamamen haksız ve vicdansız bir şekilde idam kararı çıkartan ABD ve İsrail uşağı çağdaş Firavunların ve Şeddat’ların da…

Başka zaman dereleri kurutulan üç-beş kurbağa ve denizi kirleten birkaç kaplumbağa için dünyayı velveleye veren, ama şimdi 529 masum Müslümanın idam kararını görmezden gelen tüm Batılı, Haçlı ve Siyonist şarlatanların da…

Daha önce, Mursi’ye ve demokrasiye sahip çıkıyor havasıyla, bir nevi Mısır halkını sorumsuzca kışkırtan, ama şimdi nedense sesi soluğu kısılan Erdoğan iktidarının, yalaka yandaşlarının ve hala sadıklarla sahtekârları ayıramayan şaşkınların da…

Türkiye’de solcu veya sağcı bilinen ve “İhvanı Müslimin’e mensuplar” diye bu 529 mazlumun idam kararını pek önemsemeyen ve gereğince gündeme getirmeyen; parti, gazete, TV, dernek gibi çifte standartlı sapkınların ve haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytanların da; Allah’ın kahrına, gazabına ve intikamına; mücahit ve müstakim Müslümanların Mehdiyet kıyamına uğrayıp derbeder olacakları vakit yaklaşıyordu!..

“Zulmetmekte olanlar (ve zulme seyirci kalanlar) nasıl bir inkılap (ve intikama) uğrayıp devrileceklerini (ve derbeder edileceklerini) pek yakında bilecek (ve göreceklerdir)” (Şuara: 227) ayetinin haber verdiği günler geliyordu.

Bu sahte tavırlı, çifte standartlı ve riyakâr istismarcı Akit, Yeni Şafak, Takvim vb. yazar yalaka taifesi, açıkça ve alçakça Kur’an ayetleri ve Bakara Suresi ile alay eden ses kayıtları internette dolaşan kurmay takımından E. AB Bakanı Egemen Bağış’a asgari bir mü’min gayreti ile tavır alacağına “Arkadaşımıza güveniyoruz böyle şeyler konuşmayacağına inanıyoruz!” diyerek Kur’an’a değil kurmaylarına ve suç ortaklarına sahip çıkan Recep T. Erdoğan’a da hiçbir tepki göstermiyordu. Evet bugün Kur’an’ın münafıklarla ilgili ayeti çok daha iyi anlaşılıyordu!

Pınar Kür denen, edep ve erdem yoksunu: “Bana göre başını örten kadın ile playboy dergisine soyunan kadın zihniyet açısından aynıdır” diyerek zırvalıyordu. Bir zamanlar densiz ve dengesiz birisi de: “başı açık kadın perdesiz ev gibidir, ya kiralıktır ya satılık” diyerek dindarlık kılıflı bir şeytanlık yapıyordu. Bu her iki sakat zihniyet te birbirini besliyor ve maalesef AKP’ye mazeret üretiyordu.

İşte Erbakan’la Erdoğan farkı burada ortaya çıkıyordu!

Mısır’da yirmi yıl önce 10 kişiyi Prof. Dr. Necmettin Erbakan sessiz sedasız idam sehpasından kurtarırken şimdi Erdoğan’ın tutarsız ve duyarsız tavrı mide bulandırıyordu.Mısır’da 529 İhvan üyesi günbegün idama doğru sürüklenirken ülkemizdeki Erdoğan hükümetine “makam sahiplerinin çaresizliği”, “dünyanın sessizliği”ne karışıyordu. Ancak “ümmetin göz parıltısı ülkesi”nin dış politikada içine düştüğü çıkmaz, “kendi ayağına vurduğu pranga” gelecek günler için umutsuzluk ve çaresizlik aşılıyordu. Hiçbir şey yapılmıyor ama her şey yapılıyormuş algısı oluşturuluyordu. Oysa “mikrofonlarda yüksek sesle konuşmadan”, “nara atmadan” da dış politikanın çok daha başarılı yürütülebileceğini 1995 yılına baktığımızda rahatlıkla görülebiliyordu. Bundan yaklaşık 20 yıl önce  Meclis’te yalnızca 38 milletvekili bulunan Refah Partisi’nin Genel Başkanı ve Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın yine Mısır’da “sessiz sedasız” idam sehpasından 10 kişiyi nasıl aldığını Milli Çözüm Dergimiz defalarca duyurmuştu. 1995 yılında yaşanan bu olayı anlatan Saadet Partisi Genel İdare Kurulu Üyesi Fetullah Erbaş, “Erbakan Hocamız bir anda bizi makamına çağırarak, ‘Mısır’daki kardeşlerimizi idamla yargılıyorlar. Gideceksiniz orada İhvan (Müslüman Kardeşler)’ın avukatlığını yapacaksınız’ dedi. Daha sonra havaalanına gittik ve gördük ki, Erbakan Hocamız her şeyi ayarlamış ve bize 6 kişilik bir jet uçağı hazırlatmıştı. Ahmet Dökülmez ve Mehmet Elkatmış ile birlikte o uçakla Kahire’ye gittik. Orada bizi Hasan el-Benna’nın oğlu Şeyhülislam el-Benna karşıladı” diyerek sürecin Erbakan’ın talimatıyla ve onun planıyla nasıl yürüdüğünü açıklıyordu.

Mazlum mahkûmlar: “Liderimiz bizi dert edinip sizi göndermiş ya, artık assalar da umurumuzda değil” diye ağlıyordu!

Erbaş: Tutuklular o günkü Amel Partisi’nden seçimlere girmekle suçlanmıştı. Tutukluluk süresinde 3 yıl cezaevinde kalmışlardı. Sivil mahkemede başlayan yargılama süreci Hüsnü Mübarek’in emriyle askeri mahkemeye alınmıştı. Duruşmanın yapılacağı salona gittik. İdamla yargılanan tutuklulardan birine, ‘Bizi Erbakan Hoca sizin savunmanızı yapmak için gönderdi’ deyince tutukluların hepsi hüngür hüngür ağlayarak, ‘Dünya Müslümanlarının ve mazlumların lideri bizi düşünmüş ve bize avukat göndermiş ya, artık bizi assalar da umurumuzda değil’ diyerek şükür secdesine kapanıyordu. Hocamızın talimatları uygulanıyor ve 10 masum Müslüman idamdan ve zindandan kurtarılıyordu.

Recep Erdoğan, kirli çamaşırları ve gizli dosyaları ortalığa saçılmasın diye her yolu deniyor, köşe yazılarına, başlıklara, ekranlara müdahale ediyor, yayın yasağı getiriyor ve Twitter’ın kökünü kazıma sözü veriyordu.Anayasa Mahkemesi’nin, bu yasağı kaldırmasına da o yüzden öfkeyle sataşıyor ve“milli çıkar”a uygun görmediğini söylüyordu. Büyük İsrail hatırına ve kirli tezgâhlarla Suriye’ye karşı savaşa sürüklenen bir halkın, bundan haberdar olma hakkı mı “milliçıkar”a aykırı oluyordu?Operasyon haberi alınca eve yığdığı paraları ne yapacağını bilemeyen hırsızların deşifre olması mı “milli çıkar”a aykırı oluyordu? Hem İranlı bir işadamı kabineye rüşvet dağıtırken ya da Suudilere beleş arazi tahsis edilirken uyanmayan “milli heyecan”,nasıl oluyor da istihbaratın harp çıkarmak için kendi türbesini bombalama planları deşifre edilince harlanıyordu? Hakikatin duyulmasına hizmet eden Amerikalı şirkete karşı uyanan vicdan, Karadeniz derelerini yok eden sermayeye “milli”diye mi oluk oluk para akıtabiliyordu?   Bu haliyle de hassasiyetin, “milli”den ziyade   “şahsi” olduğu ortaya çıkmıyor muydu?   Burada   “milli”  perdelemesini kabullenirseniz, hiç kuşkunuz olmasın ardından “dini” örtülerle (acı gerçeklerin gizlenmesine sıra geliyordu)” [2] tespitleriyle doğru ve duyarlı bir tavır takınan bazı muhalif yazarlar da, sonunda:

“Hakikat, milliyet tanımayan, sınırlar aşan bir evrensel değerdir. Öyle bir değer ki, dünyanın öbür ucundaki bir barış gönüllüsünü, kendi milliyetinizden bir savaş kışkırtıcısından daha yakın hissettirir size... Hukuk da öyledir. Kıymeti, evrenselliğindedir.   “Milli”kıyafetler içine girdi mi, adalet dağıtmaktan çok, milli liderlerin hatalarını kapatmaya, servetini aklamaya yarar. Biz milli olanın değil, hukuki olanın, insani olanın, hakikatin peşindeyiz. Onların kaçtığı da bu zaten” diyerek sapıtıyor ve “Evrensellik” diye Haçlı ve Siyonist dünya düzenine ve bu şeytani odaklara hazırladığı kanun sistemini tabi olmayı “Milli hukuk”tan üstün tutarak, gerçek ayarlarını ortaya koyuyordu. Kaldı ki, Sn. Recep Erdoğan Milli birlik ve dirliğimize ve ülke bütünlüğümüze yönelik pek çok tahribatını, bu “evrensel hukuk”a ve AB normlarını dayanarak yapıyordu. Ve bu sahte Kemalist yazarlar nedense her şeye rağmen giderek ve gizlice güçlenen Türkiye-İsrail ilişkilerine hiç değinmiyordu.

Ülkemizde yaşanan seçimler sonrası Hükümet-Cemaat kapışmasının kızıştığı bir ortamda Türkiye’nin önüne atılan ilk konunun İsrail ile uzlaşı meselesi olduğu gözleniyordu. Şu ana kadar Ankara’dan konuyla ilgili hiçbir açıklama gelmemiş olmasına rağmen, özellikle ABD ve İsrail çevrelerinde en önemli gündemlerden birini teşkil ediyordu. Batı bugüne kadar Türkiye ve İsrail müttefikliğinin bozulması sonrasında bölgede kurdurduğu hiçbir ittifaktan arzu ettiği verimi alamıyordu… Oysa seçimler öncesinde Hükümet-Cemaat kapışmasında, Cemaat’in galip gelmesi durumunun dışında hiçbir şekilde Türk modelinin geleceğini garanti altına alınamayacağı dile getiriliyordu. Yani Ankara’dan ümitler kesiliyor ve batının arzu ettiği İslam modeli Cemaate bağlanıyordu ancak kısa sürede durum toparlanarak bambaşka bir arzuyla Ankara ile yakınlaşma çabaları yeniden ağırlık kazanıyor ve iç politik aktörlerden daha hızlı şekilde Türk seçmen davranışı analizinde bulunularak kendi politikaları açısından nasıl en iyi yolun tayin edilebileceği arayışına giriliyordu. Çünkü batı dünyası Türkiye-İsrail müttefikliği döneminden bu yana hiçbir ittifaktan beklenilen randıman alamıyordu. Batı önce Suriye konusunda ki belirsizlikten dem vuruyordu akabinde Arap Baharı gibi tüm bölgenin demokratikleşmenin önemli görülen gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan hayal kırıklığını vurgu yapıyordu. Son olarak da İran’ın bölgede oynamaya başladığı rol ile nükleer silah geliştirmenin başta iki ülke için ortaya çıkarılabileceği güvenlik endişesini dile getiriyordu. Tüm bu istenmeyen gelişmelerin nedenini Türkiye ve İsrail ittifakının 2010’dan bu yana bozulan yapısından kaynaklandığını iddia ediliyordu. Eğer ittifak yeniden kurulacak olursa, Bölgesel sorunlar daha kolay aşılabilir düşüncesi pompalanıyordu. Sonuç olarak batı dünyası, Türkiye-İsrail barışının iki ülkenin ahlaki değerlerin ötesinde realist ve pragmatist dürtülerin etkisiyle, özellikle de enerji alanındaki işbirliği ile anlaşacağını öngörüyordu [3] Ve Recep Beyin ABD Yahudi Lobilerince boynuna takılı cesaret madalyası hala yerinde duruyordu.

KCK, AKP iktidarını tehdit ediyordu!

“İmralı görüşmelerinin yasal çerçeveye oturtulmasının yanlış olacağını açıklayan” Başbakan Tayyip Erdoğan’ı tehdit eden KCK Yürütme Konseyi, "başka seçenek kalmadı" diyordu.KCK Yürütme Konseyi, Erdoğan’ın sözleriyle zaten çoktan beri tıkanan sürecin bitirilmek istendiğini vurgulayıp ardından tehditler savuruyordu: “Bu durumda halkımızın demokratik özerkliğini kendi iradesiyle inşa etmekten başka seçeneği kalmamıştır. Ya önderliğimizle yasallığa dayalı müzakere sürecine razı olunacaktır, ya da kimsenin arzulamadığı yeni bir süreç başlayacaktır.” KCK Yürütme Konseyi tarafından örgüte yakın internet sitelerine yapılan açıklamada AKP’nin “ilkesiz pragmatik, oligarşik, tekçi, faşizan bir karaktere” sahip olduğu belirtiliyordu.

“Yakında yeni toplumsal provokasyon senaryoları devreye sokulacaktır. Bu bağlamda (Erdoğan muhalifleri) Kürt siyasi hareketini bir kez daha kendi cephelerine çekmeye çalışacaktır. Bu başarılamazsa DHKP-C başta olmak üzere diğer sol fraksiyonların eylem gücü devreye sokulacaktır. İstikrarsızlık büyütülüp Erdoğan’ın Köşk’e çıkmasına engel olmaya çalışılacaktır. Hatta Erdoğan geri adım atmazsa bu sefer “her şeyi denedik ama başarılı olamadık, yeni bir yol bulmalıyız psikolojisiyle hareket den uluslararası odaklar ve ortakları son sahnede “Erdoğan’a suikast” kartını oynamaktan sakınmayacaktır. Başarılı olup olamayacakları zamanla anlaşılacaktır. Ancak Cumhurbaşkanlığı seçime kadar gerilimin sürekli tırmandırılacağı açıktır ve hiçbir doğum sancısız olmayacaktır!”[4] şeklindeki duyum ve yorum aktarmaları, acaba özerk Kürdistan senaryolarını ve Suriye’ye saldırı hazırlıklarını gizleyip, toplumu suni gündemlerle oyalama amaçlı mı yazılıyordu?

Bu ara Erdoğan’ın dostu Barzani: ‘adım adım bağımsızlığa gidiyoruz’ açıklamasını yapıyordu.

Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani SkyNews Arapça televizyonuna verdiği mülakatta bağımsızlığa doğru ilerlediklerini söylüyordu. Mesut Barzani’ye yakınlığıyla bilinen rudaw.net adlı internet sitesindeki habere göre Mesut Barzani’nin SkyNews televizyonunda, “Kürdistan Bölgesi, Irak ile konfederal bir birlikteliğe ve bağımsız bir Kürt devletine doğru adım atmaktadır” diyordu.

Yerel seçim neticeleri çözüm süreci, özerklik ve HDP projesini analiz eden Sırrı Süreyya Önder El Cezire Türk’e çarpıcı açıklamalarda bulunuyor ve özerkliği kaçınılmaz görüyordu.

“Dünyada yürümüş olan tüm barış süreçleri gibi sancılı bir süreç söz konusudur. Devleti tek bir bütün olarak algılayanlar için ‘süreç’ kavranılması zor bir olgudur. Başbakan’ın Bölge’deki mitinglerinde sürecin geleceğine yönelik bir şey söylemiyor olması da dahil olmak üzere birçok unsur, bölge halkının umut olarak BDP-HDP bütünlüğünü tek hat olarak görmesine neden oldu. Bu bütünlük elbette Kürt hareketinin devlet diliyle ‘legal’ kanadına özgü değil. KCK’nin ve Öcalan’ın da BDP-HDP çizgisiyle ortaklaşa bir dil oturtabilmeleri ve bunca olumsuzluğa rağmen bir arada hareket edebilmeleri büyük bir avantajdır. Bana kalırsa sürecin en iyi taraflarından biri, Kürt siyasi hareketinin AKP gibi ‘yukarıdan’ bir ikna süreci yürütmek zorunda olmamasıdır. Barış pratiğinin demokratik ve aşağıdan biçimde sürdürülebilir olması, ‘kalıcı’ olmasının en temel dayanağıdır. Bunun Kürt halkı ve onun siyasal kurumlarındaki karşılığı da hepimizi umutlandırabilecek yoğunluktadır. Toplumda çatışmasızlık süreci barış süreci gibi yansıtılmaktadır ve bu yanlıştır. Evet bir diyalog / müzakere süreci vardır ama şu an sadece çatışmasızlık aşamasına tekabül ediyor. Üstelik bu kırılgan bir aşamadır. Rojava orada dururken, Suriye’deki Ermeniler, Aleviler ve Kürtler’e yönelik imha tehdidi ortadayken, süreci Ortadoğu’daki şiddet sarmalından ayrı okumak imkânsızdır. Herkes meseleyi Kürtler’in silahlı güçlerini Türkiye sınırından dışarı çekmesi olarak tanımlıyor ama mesele bu kadar basit sanılmamalıdır. Bu bağlamda 'Kürtler silahlarını alsın gitsin' demeden önce Kürtlere kendilerini güvende hissedecekleri bir politik ve hukuki güvencenin verilmesi şarttır. Bu güvencenin sağlanmadığı bir ortamda AKP’nin beklentileri gerçekçilikten oldukça uzaktır. Başta Kürtler olmak üzere bütün Türkiye’yi sürece dahil etmeyi ve ikna etmeyi sağlayabilecek olan ve görevini yapmayan AKP iktidarıdır. Kürtler artık yeni bir siyasal durum içerisindeyiz; Seçmen özerklik isteğini kayda geçirdi. Bu durumu Türkiye’nin seçim sonuçları haritası üzerinde fiziki olarak görebiliriz. Yerel seçim sonuçlarına ilçeler ve iller gözüyle ayrı ayrı baktığımızda gördüğümüz; Türkiye’nin fiilen demokratik özerkliğe ihtiyacı olduğu gerçeğidir.”

Ali Bulaç’ın sinsi ve Siyonist ağızlı itirafı kafa karıştırıyordu!

Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç, Fetullah Gülen'in Türkiye'ye dönmesi halinde bazı sorunlar yaşayabileceğini söylüyor, bunun doğru olmadığını belirtiyordu. Cemaatin 2002 yılından bu yana iki büyük hata yaptığını savunan Bulaç, cemaatin siyasallaşarak AKP ile hareket etmesinin büyük sorunların yaşanmasına neden olduğunu itiraf ediyordu. CNN Türk'te katıldığı televizyon programında AKP'nin İslamcı bir parti olmadığını, olanlarında İslamcılık'tan vazgeçerek partiye katıldıklarını hatırlatan Bulaç, “ben de Fetullah Gülen Hocaefendi'nin bugüne kadar gelmesi gerektiğini düşünüyordum ve çok arzu ediyordum. Ama şimdi gelmemesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü gelirse başına belli ki bir takım işler açılacak, güvenliği ile ilgili bir takım sorunlar yaşanacak. Bir süre daha hicret hayatı yaşamasında yarar var” diyerek ağzındaki baklayı çıkarıveriyordu:

"Diyanet Lağvedilsin!" diyerek Fetullah Hoca’ya zemin mi hazırlıyordu?

“Diyanet İşleri Başkanlığı'nın lağvedilmesi lazımdır. Osmanlı'da da devam eden bir özelliğimiz var; din devlet içerisinde örgütlenmiş durumdadır. Dinin sivil alanda faaliyet göstermesi şarttır. Alevilik, Sünnilik diğer tüm mezhepler özgürce örgütlenebilme imkânına kavuşmalıdır. Devlet din işlerine hiçbir şekilde müdahil olmalarıdır. Onun için Diyanet İşleri'nin temelden lağvedilmesi en temel çözüm olanağıdır!”…işte o zaman Fetullah Gülen “sivil diyanet reisi ve ılımlı İslam’ın halifesi” sıfatıyla Türkiye’ye dönüş yapacak ve Dinimiz tamamen ABD ve AB güdümlü Cemaat ve tarikatların istismarına sunulacaktır.

“Doğu Perinçek, AKP’nin en büyük hasımlarındandı ve düpedüz Tayyip Erdoğan’ın düşmanıydı. 2008’de AKP kapansın diye her türlü tertibin içine sızmıştı. Zaten cezaevinden çıkarken, “Erdoğan’ların, Gül’lerin iktidarını yıkacağız. Cemaatler’in kökünü kazıyacağız” diye bağırmıştı. Şimdi Akit’e verdiği son röportaj, pek hayra alamet sayılmazdı. Doğu Perinçek: “Kim Hizmet’in kökünü kazırsa, biz onunla birlikte çalışacağız. Bu konuda Tayyip Erdoğan’la beraber olacağız” açıklamasını yapmıştı. Bu gidişat Tayyip Erdoğan açısından hayırlara vesile olmazdı. Zira “Zulm ile abad olanın, ahiri berbat olacaktı!”[5] diye yazan ve Altına Abdurrahman Dilipak’la Doğu Perinçek’in birlikte çekilmiş fotoğrafını koyan Sabataist-Liberalist Nazlı Ilıcak, aynı Erdoğan’ı 12 yıl boyunca alkışlayıp arka çıktıklarını ne çabuk unutuyordu?

Türkiye'nin Suriye'deki sarin gazı saldırısından sorumlu olduğu” iddiasını ortaya atan Seymour Hersh, geri adım atmıyordu.

Pulitzer ödüllü ABD'li gazeteci Seymour Hersh, "The Red Line and The Rat Line" (Kırmızı Hat ve Gizli Hat) adlı makalesinde yer verdiği, geçen yıl Ağustos ayında Suriye'de düzenlenen kimyasal saldırının arkasında Türkiye hükümetinin olduğu iddiasını tekrar gündeme taşıyordu.

LRB’de (London Review of Books) yayımlanan haberdeki iddialara göre Türkiye’nin amacı, kimyasal silah kullanımını ‘kırmızıçizgisi’ olarak belirleyen ABD’yi, “Suriye’ye askeri harekât düzenlemeye zorlamaktı.” BBC Türkçe’ye açıklama yapan gazeteci Seymour Hersh, ‘kanıtların yetersiz olduğu ve kaynakların isimsiz olması nedeniyle makalenin güvenilirliğine dair soru işaretleri olduğu' yönündeki eleştirilerine sert tepki göstererek şunları söylüyordu:

“Bu iddialar çok meşru iddialardır. İnsanlar için ‘kaynakların isimsiz olması’ yapılabilecek en basit savunmadır. İsimlerini verirsem hepsi işini kaybetmiş olacaktır. Hersh, makalesinde referans verdiği belge dışında da belgeler olduğunu ve bu belgelerde ‘El Nusra’nın eğitimine MİT ve jandarmanın dâhil olduğuna’ ilişkin bilgiler yer aldığını da şu sözlerle dile getiriyordu:

“Türkiye’de MİT ve jandarmanın, [El Nusra’nın] eğitilmesine, bu kimyasal silahları nasıl kullanacaklarını öğrenmelerine yardımcı olduklarına dair bilgi ve belgeler bulunmaktadır.” Seymour Hersh, “Makalede yer alan iddialar ABD yönetimindeki karar mercilerin görüşü mü, yoksa kaynakların bireysel görüşleri mi?” sorusuna da şu yanıtı veriyordu:

“Ben, ABD Başkanı’na giden ve Guta’nın doğusunda elde edilen sarinle, Suriye ordusunun mühimmat deposundaki sarinin aynı olmadığını söyleyen ABD Genelkurmay Başkanlığı’ndaki isimler hakkında yazıyorum. Dolayısıyla bunların yalnızca ‘dışarıdakiler mi’ yoksa ‘içeridekiler mi’ olduğuna siz karar verin. Tabi ki bunun hakkında konuşmayacağım.”

'BBC'nin 'The World Tonight' adlı radyo programına da katılan Hersh, savaşın 'uzun dönemde sonuçlarının ne olacağı' sorusunu ise "Savaşı Beşar Esad kazanır ve Türkiye dahil bölge büyük bir karmaşaya sürüklenir" şeklinde yanıtlıyordu.

Beyaz Saray iddialar için ne diyordu?

Beyaz Saray, Amerikalı gazeteci Hersh’ün Suriye rejiminin geçen yıl 21 Ağustos’ta düzenlediği kimyasal saldırının arkasında Türkiye’nin olduğuna yönelik iddialarını Anadolu Ajansı'na verdikleri özel mülakatla yalanladı.  Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü Caitlin Hayden, yaptığı açıklamada, Hersh’ün haberini gördüklerini ve bu haberin ismi verilmeyen sadece bir kaynağa dayandığını belirterek "haberin Suriye’deki 21 Ağustos’taki kimyasal saldırıya yönelik vardığı sonucun tamamen yanlış olduğunu" belirtiyordu.

Peki bu Hersh’ün “kaynaklar’ı neden dönüp dolaşıp Hakan Fidan’a dair hikayeler anlatıyordu?

Seymour Hersh makalesinin ilk kısmını da Libya’dan Suriye’deki isyancılara taşınan silah trafiğine ayırıyordu. Bu silah trafiğinin baş sorumlusu olarak Türkiye’yi gösteriyordu. Makalenin en sorunlu yeri Türkiye’de yakalanan sarin gazı ile ilgili bulunuyordu. Hatırlarsanız ÖSO ya da El Nusra’yla bağlantılı olduğu düşünülen 10 kişi Türkiye’de sarin gazı malzemeleri ile yakalanıyordu. Daha sonra tamamının serbest bırakıldığı dava son zamanların belki de en ilginç davalarından biri sayılıyordu. Zira dava sırasında kimi telefon tapeleri yayımlanıp, bu konuyla ilgili haberlerin internet sitelerinde yayımlanıp uluslararası dolaşıma sokulması için yönlendirme yapıldığı iddia ediliyordu. Hersh bu haberlere makalesinde yer veriyordu ama bu tapeler ortada yoktu!.. Makalede MİT’in isyancılara sarin gazı kullandırarak Obama’yı Suriye savaşına çekmek için plan yaptığı iddiası yine isimsiz ‘kaynaklara’ dayandırılarak uzun ve ayrıntılı anlatılıyordu. Hersh’e bütün bu bilgileri veren kaynaklarının neredeyse tamamının ortak hedefi Erdoğan gibi gözükse de asıl hedef tahtasına MİT Başkanı Hakan Fidan konulmuşa benziyordu. Özellikle Beyaz Saray’da yapılan malum üçlü zirveden aktarılan anekdotlarda Hakan Fidan ne zaman söz almaya kalksa Başkan Obama’nın sözünü kestiği, konuşturmadığı hatta terslediği iddia ediliyordu. Daha da ilginci bir ara Başbakan Erdoğan’ın, Obama'ya kırmızı çizginin geçildiğini anlatırken parmağını kaldırıp sert bir ifade ile konuşmaya başladığında masada bulunan ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Tom Donilon’un, Erdoğan’ın ‘Beyaz Saray’da ABD başkanına parmağını salladı’ dediğini yazıyordu. Hersh burada da kaynağının kim olduğunu yazmıyordu. Ancak bu dedikodu aylardır diplomatlar ve gazeteciler arasında Washington-Ankara diplomasi koridorlarında konuşuluyor ama yazılmıyordu… Hersh makalesinin sonunda Dışişleri'nden sızdırılan son skandal dinlemeyi de referans vermeyi unutmuyor ve özellikle Hakan Fidan’ın sözlerinden alıntı yapmayı da ihmal etmiyordu. Muhtemelen Hersh bunları açık açık yazdığı için Türkiye’de bir kısım basın tarafından tanıdık bir itibarsızlaştırma kazanına atılacağa benziyordu. Hersh’ün ‘kaynaklar’ı şu aralar neden dönüp dolaşıp Hakan Fidan’a dair hikâyeler anlatıyordu? Acaba asıl dert ve hedef ne oluyordu? Belli ki Batı cephesinde diplomasi kazanında yeni bir şey pişiriliyordu. Ve o kazandan hiç de iyi kokular gelmiyor!”[6] tespitlerini de ciddiye almak gerekiyordu.

Hükümetin, “an-Nusra ve müttefikleri’ne ‘lojistik destek’ sağlamasının, Türkiye’nin başına büyük bela saracağını ve bölgede İsrail lehine bir felaket yaşanacağını Erdoğan ve kurmayları sezmiyor muydu?

Obama’yı ‘Kırmızı Çizgi’nin aşıldığına inandırmak ve ABD’yi Suriye’ye saldırtmak için Şam varoşu Guta’ta 21 Ağustos’ta girişilen sarin gazı saldırısının arkasında Tayyip Erdoğan iktidarının bulunduğu iddialarına karşı niye hala ciddi ve gerçekçi yanıtlar verilmediği soruları hala kafaları kurcalıyordu.

 

--

Özel Yazılar - Milli Çözüm Dergisi

 


[1] Bak: 9 Nisan 2014, Milli Gazete, İsmail Hakkı Akkiraz

[2] 06.04.2014, Cumhuriyet, Can Dündar

[3] Yusuf Ünlü, 9 Nisan 2014, Milli Gazete

[4] Hüseyin Yazman, 08.04.2014

[5] Nazlı Ilıcak, Bugün, 08 Nisan 2014

[6] Cüneyt Özdemir, Radikal, 08 Nisan 2014

Yorum Yaz