Yeni Şafak yazarı Kemal Öztürk’ün saptırmaları!
“Sorumuz şu: Müslümanların insanlığa önerdiği ütopya nedir? Bu soruyu Erbakan Hoca’nın ‘Adil Düzen’ kavramı etrafında tartışmaya açıyorum bu yazıda. İlgi gösterenler buyursun.
Bu dünyada insanlığın mutluluğu ve huzuru için üretilmiş ütopyalar vardır. Bu ütopyaları üreten insanlar, aslında kaybettiğimiz cenneti bize yeryüzünde vadediyor bir anlamda. Ütopya bir hayal, bir fikirdir. Sonra bu somut önermeye, sisteme ve modele dönüşür. Modern ideolojiler böyle doğar. Komünizm, sosyalizm, kapitalizm modern insanın ürettiği ütopyalardır ve bize yeryüzünde cenneti vadeder aslında. Rusya’da, Çin’de, Küba’da komünizm ve sosyalizm, İran’da İslam Devrimi ile insanlara huzur ve selamet bulacakları bir cennet önerildi. Bu cennete nasıl ulaşacaklarını gösteren bir de planları (sistem önerisi) vardı. Sonuç: Rusya’da sistem çöktü. Çin baş düşmanı kapitalizmi, komünizmle evlendirdi, ortaya prematüre bir sistem çıktı. İran’da yüzbinlerce insan, İslam’da haram olan faizci bankerler tarafından zarara uğratıldığı için isyan etti, Küba’da açlık ve sefalet had safhaya ulaştı… İnsanlar bu yönetim biçimlerinden, bu düzenlerden mutlu olmadı, hatta mutsuz oldular. Yani ütopya hayal kırıklığına dönüştü.
İddiam şudur: Adil Düzen bir ütopya olmalıydı. Müslüman dünyasının ortak bir hayali, yeryüzü cenneti ve gelecek tasavvuru bu kavramlaştırmayla hayat bulabilirdi. Aynı zamanda Adil Düzen kavramının içi bilimsel olarak, reel politiğin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde doldurulmuş olsaydı, bu tez bugün dünyanın umudu olacak bir sistem önerisi olabilirdi. Yapmadılar. Milli Görüş hareketi bu büyük ütopyayı kısır bir siyasi harekete dönüştürdü. Ne içini doldurabildi, ne de dünyaya tanıtabildi. Ancak gücü bu kadardı. İnsan kaynağı ve kapasitesinin yettiği kadarını yaptı. Buna itiraz eden AKP ise hareketten koptu ve sistem partilerine benzer bir parti kurdu. Reel politiğin gereğini yaptı ve başarılı oldu siyasette. Ancak dünyaya alternatif bir ütopya önermedi. Rahmetli Erbakan’ın tezini yeniden incelemek ve üzerinde bilimsel çalışmalar yapmak şimdi daha kolay. Zira AKP’nin devlet tecrübesi, bilim adamı sayısının artması, bu tezi sağlıklı bir şekilde incelemeye yarayacaktır. Bugünlerde kilit parti olan Saadet Partisi, dar siyasi tartışmalardan kurtulabilirse, belki bu konuyla da ilgilenir.”[1]
Aynı yazar bundan birkaç gün önce de sapla samanı, hıyanet kahramanlarıyla Erbakan’ı aynı ayarda ve aynı safta gösteren bir makale yazmıştı:
Erbakan Hoca’yı Anlamayanlara İsyan Ediyorum!
“Dün ölüm yıldönümüydü. Adil düzen diyerek, tüm adaletsizliklere, tüm ahlaksız düzenlere, batının hegemonyasına isyan eden adamı özlüyorum. “Bana ne Amerika’dan” diye isyan ettiğinde grup toplantısında, onu anlamayan ama bugün onun dediği yere gelen siyasi anlayışımıza isyan ediyorum. Menderes’i, Özal’ı, Erbakan’ı anlamayan, karalayan, dışlayan ve şimdi de aynı şeyleri Erdoğan’a yapan anlayışa isyan ediyorum. Tüm hatalarına, yanlışlarına, eksikliklerine rağmen, bağımsız, özgür ve adil bir düzen savunan bu insanlara, dünyada uygulanan ve Türkiye’de karşılık bulan haksız ablukaya isyan ediyorum.
28 Şubat’a İsyan Ediyorum
Bizi bir silindir gibi ezmeye çalışan, ülkenin ana damarını yırtmaya uğraşan, ‘post modern darbenin’ yıl dönümünde, halâ bu ahlaksız darbe kurbanlarının hapislerde olmasına isyan ediyorum. Tüm çağrılara, hukuksuz uygulamaların varlığına, tüm bağrı yanıkların varlığına rağmen, onlarca insanın suçsuz yere hapislerde kalmasına isyan ediyorum. Adil bir hukuk düzeni, hakkaniyetli bir adalet sistemi, insanların canı gönülden güveneceği hukuk adamlarının olduğu bir dünyayı arzu ediyorum, talep ediyorum.”[2]
Yeni Şafak yazarı ve Erdoğan yandaşı Bay Kemal Öztürk’e önce şunu hatırlatmak lazımdı: Adil Düzen, iddia ettiği gibi bir “ütopya” değil, ciddi, gerçekçi ve orijinal bir programdı. Ütopya; Hayali ve hamasi kurgular olarak tasarlanan ve erişilmez bir ideal olarak ortaya konan uydurmalardır. Yunanca “yok olan, ortada bulunmayan”anlamındaki “Eu” ile “yer, ülke” anlamına gelen “topos” sözcüklerinden türetilen bir kavramdır. Aslında gerçekleşmesine imkân bulunmayan ideal ve sistemler için kullanılır. Oysa Adil Düzen hayali ve hamasi olarak zihinlerde ve hayal gücüyle üretilmiş bir tasarı değil; İlmi, İslami ve İnsani bir proje durumundadır. Adil Düzen’i ütopya olarak tanımlamak, bunun hayali ve gerçekleşme imkânı bulunmayan bir tasarı olduğu kanaatini çağrıştırdığı için yanlıştır. Bunun yerine “dayanağı nakil (Kur’an ve Sünnet) ve akıl olan, orijinal bir umut kaynağı” demek lazımdır. Bay yazar Erbakan Hoca’yı, öyle yüzeysel değil, biraz derinlemesine tanımış olsaydı, Onun “İslami hakikat ve kuramlar, yine ancak İslami kelime ve kavramlarla anlatılır ve anlaşılır. Batılı kavramlarla İslami hakikatleri anlatmaya kalkışmak yanlıştır ve yanıltıcıdır.” sözlerini hatırlayacak ve böyle bir hataya kaymayacaktı. Bay yazarın, kulaktan dolma yarım yamalak şeyler dışında, Adil Düzen’le ilgili; yeterli, gerekli ve ciddi bir bilgiye de sahip olmadığı sırıtmaktaydı. Yok eğer içeriğini bildiği halde böyle bir çarpıtmaya kalkışmışsa, bu daha beter bir sahtekârlıktı. Ve hele Kemal Öztürk’ün Menderes’i, Özal’ı ve Erbakan’ı aynı kefeye koyması ve Erdoğan’ı da başa oturtması ve hepsini de “Adil Düzen savunucuları” olarak sunması, tam bir saptırmacaydı. Oysa Özal ve Erdoğan Adil Düzen’i ve Milli Görüş istikametini bozmak karşılığı iktidara taşınmış ve korkunç tahribatlar yapmışlardı. Menderes ise zaten Siyonist sistemin bir parçasıydı. Şimdi kalkıp AKP’lilerden “Adil Düzen” kavramını öne çıkarmalarını ve uygulamalarını istemek, eşyanın tabiatına aykırıydı. Zira zaten AKP, Adil Düzen projelerini askıya almak ve yozlaştırmak karşılığı bir dış proje olarak iktidara taşınmıştı. Kemal Öztürk’ün bu yöndeki çağrısı: “Erbakan’ın Adil Düzen programlarını da, artık bol keseden istismar ve suiistimal etmeye bakın!” şeklinde okunmalıydı.
Bir ara rahmetli Bülent Ecevit’in DSP’sinin Genel Başkanlığını da yapan Masum Türker, Milli Görüş’ten ayrılan AKP’lilerin riyakârlık ve münafıklığını ortaya koyan ilginç şeyler anlatmışlardı.
Bülent Ecevit, Refah-Yol yıkıldıktan sonra kurulan Mesut Yılmaz ve Bahçeli’yle birlikteki koalisyon iktidarı sürecinde “kayıp trilyon teranesi bahanesiyle cezalandırılmak ve partisi kapatılmak” istenen Erbakan Hoca’nın hüküm giymesini ve Fazilet Partisi’nin kapatılıvermesini önleyecek netlikte bir kanun değişikliği teklifi hazırlamış ve çeşitli komisyonlardan sonra oylamak üzere meclise taşımıştı. Oylamadan sonra; o süreçte Fazilet Partili, ardından AKP’li olacak arkadaşlara rastlayınca “Gözünüz aydın partinizin kapatılmasını ve Hocanın ceza almasını önleyecek kanun değişikliğini Meclise getirip oylattık!..” deyince, Bana: “Yahu biz bu teklife ‘evet’ oyu vermedik ki…” cevabını verince şaşırmıştım. Bu sinsi hıyanetin nedenini ise şöyle açıklamışlardı: “Biz Fazilet Partisi’nin kapatılmasını ve camiamızın artık Erbakan’dan kurtulmasını istemekteyiz. Çünkü parti açık bulunduğu halde ayrılırsak hain ve ayrılıkçı konumuna düşeceğiz. Ama Fazilet kapanır ve Erbakan ceza alıp yasaklanırsa, biz yeni bir parti kurmak için hazır gerekçe üreteceğiz ve daha rahat hareket edeceğiz!” demekten utanmamış ve sakınmamışlardı. Gerçekten Erbakan’ı rahatlatmak üzere verdiğimiz kanun teklifiyle ilgili oyların sayımında bu kişilerin (AKP’lilerin) “hayır” dedikleri anlaşılmıştı, çünkü normal hesaplara göre, bunların “evet” demeleri halinde teklifin Meclis’ten geçmesi lazımdı. Evet artık “Erbakan’ın devamı ve sadık adamları” rolü oynayan AKP’lilerin gerçek ayarı, iğrenç tavırları ve istismarcılık sahtekârlıkları böylece ortaya çıkmış ve kesinlik kazanmıştı.
Şimdi Yeni Şafak yazarı Bay Kemal Öztürk’e soruyoruz: Davasına ve Hocasına böylesine hıyanet ve hakaret karşılığı iktidara taşınmış ve 15 yılda maddi ve manevi akıl almaz tahribatlar yapmış ucuz dindar kahramanlarımız mı Adil Düzen’e sahip çıkıp uygulayacaklardı? Bunu yapacaklarına inanacak kadar saf mıydınız, yoksa onlara yeni bir istismarcılık ve halkın umutlarını avlayıcılık fırsatı mı sağlayacaktınız?
Kemal Öztürk gibi yandaşlar “istismarcı”, Taha Akyol gibi “tarafsızlar” ise“istisnacıydı!”
Kemal Öztürk gibi yandaş takımının, İslami değerleri ve Milli Görüş geleneğini pervasızca istismar ve suiistimal etmelerine karşılık; Taha Akyol gibi tarafsız ve duayengeçinen masonik demokrat takıntılı yazarlar da, İslam’ın devlet düzeninden tamamen istisna tutulması, sadece bir gelenek-görenek şeklinde ve aksesuar cinsinden uygulanmasına göz yumulması kanaatini taşımaktaydı. Taha Akyol “Siyasal Din” başlıklı yazısında şunları yazmıştı:
“Nitekim bütün dinlerin ve milletlerin tarihlerinde insanların kanlı siyaset ve iktidar kavgaları vardır. Tarihten dersler çıkarılarak ‘büyüklerin yanılması, hata etmesi, yanlış yola gitmesi’ gibi olayları ‘denetleyip dengelemek’ ihtiyacı duyuldu, modern zamanlarda bunun için kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü gibi değerler ve kurumlar geliştirildi… Siyasete sağdan veya soldan ‘bizler’ ve ‘onlar’ diye ayırarak yahut ideolojik kavramları öne çıkararak bakarsak, zihinlerimizde ‘kuvvetler ayrılığı’ gibi ilkelere yer kalır mı?! Herkes ‘adil devlet, adil düzen’ gibi soyut kavramları benimser ama bunun içeriği önemlidir. Bunun içeriği yöneticilerin ‘Kim?’ olması değildir. Yönetimin ‘Nasıl?’ yani denetlenebilir, dengelenebilir, eleştirilebilir olmasıdır. Dini siyasallaştırmak kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı gibi değerleri ezmekle kalmaz, dinin özü olan yüksek ahlaki değerleri de araçsallaştırır, içini boşaltır. Dinden soğumaya bile yol açabilir. Merhum Hocam Prof. Erol Güngör, “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” adlı kitabında çeyrek asır önce bu uyarıyı yapmıştı: “İslam aydınlarının kendilerini yıpratan, enerjilerini büyük ölçüde boşa çıkaran siyaset çekişmelerinden mümkün olduğu kadar uzakta kalmaları, günlük hadiselere tepeden bakarak kalıcı çözümler üzerinde kafa yormaları gerekiyor. Herhalde bu davaya en büyük kötülüğü yapanlar, onu günlük siyaset kavgalarında taraflardan biri haline sokmaya kalkanlardır.”[3] İslamcı aydınlar artık kuvvetler ayrılığı, denetim ve denge gibi modern anayasal kavramları düşünce dünyalarına almalıdır.”[4]
Kısaca, Din asla sisteme ve siyasete karışmamalı, dindar insanlar ve din alimleri de siyasetle ve sistemle uğraşmamalıydı. Bunların demokratlığı ise; Batı’ya (Yahudi ve Hristiyan ahlakına ve ahkâmına) bağımlılık ve masonik elit tabakasının gizli hükümranlığı anlamındaydı. Çünkü Taha Akyol, malum ve mel’un 28 Şubat sürecinde güya tarafsız ve tutarlı bir aydın tavrıyla, Erbakan Hoca’ya ve Refah-Yol iktidarına yönelik antidemokratik ve despotik tavırları hep haklı bulmuşlar ve hiç utanmadan sürekli Erbakan’ı suçlamışlardı…
Erken seçim yerine, Erbakan’ın tasfiyesine taraftar olan Taha Akyol, Bülent Ecevit’in: “Erken seçim, RP’nin çok istismar edeceği bir ortamda yapılmış olur, Erbakan’ın ekmeğine yağ sürer” sözlerine destek çıkacak kadar ham demokrattı.[5]
“Din-Laiklik kutuplaşmasını arttıracak hükümet formüllerinin (yani koalisyon protokolü gereği Başbakanlığın Tansu Çiller’e devredilip, Refah-Yol’u devam ettirmenin) ülkeye büyük zararlar vereceğini ve bu nedenle Refah-Yol Hükümetinin mutlaka sona erdirilmesi gerektiğini…”[6] söyleyecek kadar demokrat (Şeytanlık idaresi taraftarı) Taha Akyol, ABD derin devleti sayılan Siyonist mahfillerin tezgâhında rol alarak dönemin Gaziantep Belediye Başkanı Celal Doğan’ın: “Bu ortamda seçim olsa bütün partiler geriler, RP ise yüzde otuzları geçer…”[7]uyarılarını köşesine taşımaktaydı.
Bu Bay Masonik Demokrat Taha Akyol, Siyonist odakların, seçimler yoluyla ve halkın hür iradesine başvurularak Erbakan’ı yönetimden uzaklaştırma imkânı kalmadığını anlayıp, postmodern darbe ile devre dışı bırakma senaryolarında figüran olarak kullandıkları isimlerden TİSK Başkanı Refik Baydur’un, Mesut Yılmaz’a aktardığı: “Fazilet Partisi Sayın Erbakan’ın dizginiyle devam ederse, (yani Fazilet Partisi Erbakan’dan kurtarılıp işbirlikçi yenilikçilere devredilmezse) rejim yine tehlikeye girecektir. Ancak FP kendi (yeni) kişiliğini ve ılımlı çizgisini oluşturabilirse (yani sonradan AKP’yi kuracak kadrolara fırsat verilirse) rejim rahatlayacaktır.”[8]sözlerini köşesine taşıyıp, bu sinsi tertiplere ve şeytani tekliflere sahip çıkarak gerçek ayarını ve demokratlığını defalarca ortaya koymuşlardı.
27 Mayıs 1960 darbesini yapan 28 kişilik Milli Birlik Komitesi’nin üyesi Orhan Erkanlı, 1972’de yayınlanan “Anılar-Sorunlar-Sorumlular” isimli eserinde emekli bir amirale atfedilen şu cümleyi aktarır: “Geri kalmış ülkeler kendi ordularının işgali altındadır.” Türkiye’nin en önemli sorunlarının başında “Ordu-İktidar ilişkileri”nin geldiğini kaydeden Erkanlı, TSK’nın siyasi hayata etkileri konusunda şunları aktarmıştı:
“Elli yıldır (1972 itibariyle) Türkiye’yi Ordu’dan gelen kişiler yönetmiştir. Bu tesadüfün neticesi değildir, tarihi gelişimimizin bir eseridir. Beş Cumhurbaşkanından dördü askerdir. Sivil Cumhurbaşkanı bir tane gelmiş, o da Ordu tarafından 27 Mayıs’ta iktidardan indirilmiştir. 1950’ye kadar başkanlardan sivil veya asker olmalarının bir önemi yoktu, zira bütün güç Milli Şef’in elindeydi. 1950’den sonra iki defa sivil başkanlar görüldü; birisi on yıl sonra, ikincisi beş yıl sonra Ordu müdahalesiyle ayrılmaya mecbur edildi. Halen içinde yaşadığımız dönem bir askeri yönetimdir (Erim Hükümeti dönemini kast ediyor), başkanların sivil olması veya olmaması hiçbir şeyi değiştirmez. Adeta memlekete askeri bir hanedan mevcutmuş gibi, Cumhurbaşkanlarının bir general olması geleneği yerleşmektedir.”
Evet bu sözlerde haklılık payı vardı, ama gerçek eksik anlatılmış ve yarım bırakılmıştı. Çünkü uzun yıllar Türkiye’yi yöneten asıl gizli güç ve iktidar, Masonik yapı ve Siyonist odaklardı. Bunlar özellikle Ordu içinde kadrolaşıp, baskı rejimlerinde askeri kullanmakta ve bütün suçların ve kahredici sonuçların bütün sorumluluklarını askerin sırtına yıkıp kendilerini saklamaktaydı.
Koyu Erbakan karşıtı olan bunak Kadir Mısıroğlu’nun sadık dostları!
Bazı dostluklar, kişilerin ayarını ve amacını göstermesi bakımından oldukça ilginç ve belirleyici fırsatlar sunardı. Hatırlayınız, önce Erdoğan, sonra Meclis Başkanı İsmail Kahraman, İstanbul/Ataşehir'de bir hastanede tedavi gören Kadir Mısıroğlu'nu ziyarete koşmuşlardı. Burada sormak lazımdı: Sn. Erdoğan, Mısıroğlu'na neden büyük saygı duymaktaydı? Ve yine Rahmetli Erbakan’ın, Mısıroğlu'yla neden yıldızları hiç barışmazdı? Bakınız, yıl 1972. Mısıroğlu Sebil dergisinde “MSP, AP'nin önünü kesmek için kurduruldu” diye yazmıştı. Buna rağmen Erbakan, hakkında davalar açılan Mısıroğlu'nu Milletvekili yaparak “dokunulmazlıktan” yararlanmasına ve aşırılıklardan kurtarılmasına çalıştı ve 1977 genel seçimlerinde Trabzon ikinci sıradan aday yaptı, ama kazanamadı. Sonra Senato seçiminde İstanbul ikinci sıraya koydu yine kazanamadı. Bütün bu iyiliklere nankörlük olarak MSP'nin 1978'deki kongresinde Erbakan'a karşı Korkut Özal’ın hazırladığı alternatif listede Kadir Mısıroğlu (ve İsmail Kahraman) yer almaktan utanmamışlardı. Özal ve Mısıroğlu, Erbakan'ın listesini delmeye çalışmıştı. İşte bu süreçte Erbakan karşıtı alternatif listeden kazanması için çalışan gençlerden biri de Sn. Tayyip Erdoğan idi! (Serkan Yorgancılar “İslamcı Gençliğin Yazılmamış Öyküsü: Akıncılar” adlı kitabında, 1976'daki MSP İstanbul İl Gençlik Kolları Kongresi'nde Erdoğan, Divan Başkanı Kadir Mısıroğlu kurnazlığıyla başkan seçilmiş; Sebil dergisine kapak yapılmıştı!)
Şimdi, Fetullah Gülen'i “vermiyor” diye ABD'ye ve AB’ye kızan iktidar yandaşlarına bir hatırlatma yapalım. 12 Eylül 1980 darbesi MSP'yi kapatmış ve başta Erbakan olmak üzere parti yöneticilerini tutuklamıştı. Bugün SP başında bulunan Temel Karamollaoğlu gibi parti yöneticileri hapse girerken Kadir Mısıroğlu yurtdışına kaçmıştı. Kadir Mısıroğlu kısa zaman sonra ailesini de Frankfurt'a aldırmıştı. 1983'te hakkında “yurda dön” çağrısı çıkarıldığı halde dönmeyip İngiltere'ye sığınmıştı. Çünkü İngiltere'de bir “koruyucusu” vardı: Şeyh Nazım Kıbrısi cemaatini kollayan odaklar Kadir Mısıroğlu’na da sahip çıkmıştı. Oysa Dinlerarası Diyalog kapsamında Papa ile sadece Fetullah Gülen değil Şeyh Kıbrısi de Papa 2. Jean Paul ve Papa 16. Benediktus ile görüşme yapmıştı. İngiliz hükümetiyle yakın ilişkileri saptanmıştı. MİT ve Genelkurmay arşivlerinde “İngiliz casusu” belgeleri vardı… Hem Kadir Mısıroğlu, hem eşi Aynur (Aydınaslan) ve çocukları Abdullah Sünusi, (rahmetli Mehmet Selman ve Fatıma Mehlika, hepsi Nakşibendi Şeyh Nazım Kıbrısi'ye bağlanmışlardı. Hatta Fatıma Mehlika, “Semamızda Bir Yıldız” kitabında şeyhi Nazım Kıbrısi'yi göklere çıkarmıştı. Lozan'da Türkiye'yi en çok zorlayan İngiltere, “Lozan zafer değil hezimettir” diye kitap yazan Mısıroğlu'na siyasi iltica hakkı tanımıştı! Mısıroğlu'nun, İngilizlerin onayıyla Anadolu'ya çıkarma yapan Yunan Ordusu için “keşke Yunan galip gelseydi” demesini de bu açıdan değerlendirmek lazımdı. Sahi, neden kimse sormamıştı: Mısıroğlu'nun Kuleli Askeri Lisesi yanındaki -ruhsatını AKP'nin verdiği- Kuleli Yakamoz Restaurant, 15 Temmuz FETÖ darbesi gecesi ne yapmıştı?”[9] soruları neden halâ yanıtsızdı? Ve Soner Yalçın calkazanı; bu kaypak ve manyak tiplerin Erbakan gıcıklıklarını ve Ona karşı kancıklıklarını bildiği halde, halâ bunlar bahanesiyle Erbakan’a sataşıp karalamaya çalışması nasıl bir şeytanlık ve şarlatanlık damarıydı?
Megalomanyakların Erbakan istismarı!
Megalomani; herkesten farklı ve ayrıcalıklı yaratıldıklarına, seçkin ve erişkin kişi olduklarına inanan, büyüklük ve üstünlük saplantısına kapılan… Kendi kafasında kurguladığı şeytani senaryoları ve hezeyanları gerçek sanan kişilerdeki ruh hastalığıdır. Bu marazlı manyak tipler, kendilerini en önemli gören, diğer herkesin kendilerine hizmet etmesi gerektiğini düşünen insanlardır. Arzu ve hayal ettikleri makam ve imkânlara kavuşamayınca, zihinlerinde bu beklentilerinin nasıl gerçekleşeceğine dair kof kuruntular kurgulayıp bunlara kendilerini ve çevrelerini inandırırlar.
Kendi nefsi hevesleri ve dünyevi hedefleri için, en yakınları dahil, dostlarını ve arkadaşlarını harcamaktan asla sakınmazlar. Bu nankörlük ve vefasızlığı yaparken de, kendilerinin akıllı, mağdur edilenlerin ise “bu hakarete müstahak” olduğunu savunurlar. Artık hayal ikliminde ve kof beklentiler peşinde koştukları için de, gerçeklerden, imani ve vicdani disiplinden tamamen koparlar. Bu megalomani hastalığına ilk yakalanan Şeytan’dır. Boş gurur ve kibir batağına saplanarak, Allah’a itiraz ve isyana kalkışmış ve bu sapkınlığını savunmaya ve kendisini haklı çıkarmaya çalışmıştır. Mü’min Suresi 56. ayeti bu tipleri şöyle anlatmaktadır:
“Şüphesiz, kendilerine gelmiş bulunan hiçbir (kuvvetli ve geçerli) delil olmaksızın, Allah'ın ayetleri(ni değiştirmek ve dejenere etmek) konusunda mücadele edenlere gelince; onların göğüslerinde kendisine asla ulaşamayacakları bir büyüklük (arzusundan, şeytani kibir ve gururdan) başkası bulunmamaktadır. (Bu yüzden sapıtıp kayılmaktadır.) Artık Sen Allah'a sığın. Şüphesiz O hakkıyla İşiten, hakkıyla Görendir. (Güvenilip dayanılacak yegâne makamdır.)”
Maalesef kendi kof kuruntu ve kurgularını, Erbakan bağlılığı üzerinden haklı göstermeye ve gerekçe üretmeye yönelen bazı megaloman kafalı insanlar bile çıkmıştır!
Yeğenim Harun Akgül aktarmıştı.
Yaklaşık 12-13 yıl önce internette haberleri takip ederken flaş bir haber dikkatimi çekmişti. Haberde: “Mü… Geç… isimli bir gencin Necmettin Erbakan’ın oğlu olduğunu iddia ettiği” bildirilmekteydi. Bu haberi okuyunca doğru olup olmadığını öğrenmek üzere tanıdığım için kendisini arama gereği hissettim. Telefonda Mü… Geç… bana “bu haberin gerçeği ifade ettiğini, kendisiyle Fatih Erbakan’ın aynı dönemde dünyaya geldiğini; babası Z… G…’in kendisine söylediğine göre “Erbakan Hocanın öz oğluna zarar gelmesin diye Fatih Erbakan’la kendisinin yer değiştirildiğini”, o nedenle gerçek babasının Necmettin Erbakan olduğunu bildiğini, bunu kanıtlamak için de, Erbakan Hocanın bir vesileyle yanında bulunduğu sırada bir yolunu bulup saç telinden bir iki tane alıverdiğini ve kendi saç teliyle birlikte DNA testine gönderdiğini ve bir ay içinde sonucun verileceğini”söyledi. Bu görüşmemizden yaklaşık bir ay sonra kendisini tekrar arayıp sonucun ne çıktığını öğrenmek istediğimde ise sert ve ters bir ses tonuyla, “Sonuç olumsuz çıktı. Babam kendi kuruntularını ve kurgularını gerçek diye bize anlatmış ve hepimizi aldatmış, artık kimseye güvenmiyorum, davaya da inanmıyorum.” diyerek, hatta babasına küfürler ve hakaretler ederek artık bugünden sonra siyasi olarak şucu bucu da olmayacağını belirtmiştir.
Sonra çevresinden öğrendiğimize göre, kendi babasına telefon açıp bu yalanları ve saplantıları yüzünden hayatını alt üst ettiği için kendisini öldürmekle tehdit etmiş, babası da paniğe kapılıp karakola giderek şikayetlerini iletmişti. Evet işte bu çarpıcı örnek de, Erbakan istismarının başka bir çeşidini bize göstermekteydi.
Fehmi Çalmuk’un “Türktime”den Fahrettin Damga ile yaptığı 28 Şubat 2018 tarihli röportajında: “Tabi, Erbakan’ın siyasi angajmanı, devlet adamlığı, bulduğu yapı, soğuk savaş liderliğiyle, Tayyip Erdoğan liderliği bir değil. Tayyip Erdoğan sokaktan geldi, çorbanın içinden geldi. Erbakan hazır buldu bunu. Ben bir gün Necmeddin Hocama dedim ki; “Hocam ekmek kaç lira?” (bilemedi…) Bir gün fırından fotoğraf alalım size. Erbakan Hocam bunu Karadeniz gezisinde balıkçıların rakı sofrasına oturarak gösterdi. Onun resmini çektik o zaman. Yani halkın içinde olma(mıştı), halktan kopuk değil ama ister istemez böyle bir yapıdaydı. Fakat Tayyip Erdoğan simit satarak, bayat simit satarak, şeker satarak geçirmiş gelmiş bir noktada. Şimdi, demek istediğim şu; Evet, bugün Saadet Partisi’ni izliyoruz, görüyoruz. Her ne kadar biz Erbakancıyız, Erbakan geleneğinin devamıyız deseler de, Erbakan’ın oğlunu partiye almayan bir partiden bahsediyoruz. Ve Erbakan’ın mirasını ve şurada açıkça söyleyeyim, Kerkük Türkleri’nin paralarıyla kurulan Hamidiye Camisi’ni (ve Genel Merkez binasını) Erbakan’ın oğlu icraya veriyor. Böyle bir muamma var. Kendi içlerinde (birbirlerine) düşme bir yapısı var. Erbakan Araştırmaları diye bir enstitü yok. Ben 16 yılımı verdim iki biyografi kitabıma. Yani eksikliğimiz muhakkak vardır. Eleştirilere açığım ama ne çocukları ne tarafları, Erbakan’la ilgili bir araştırma yapılmamış.” iddiaları da tam bir safsata ve saptırmacadır. Ve hele “Erbakan Hoca’yı “Halktan kopuk” Erdoğan’ı ise “Halk çocuğu” gösterme çabaları tam bir çarpıtmacadır ve kendi yazdıklarıyla da çelişen saptamalardır. Halktan kopuk bir Erbakan; köylünün, işçinin, emekçinin, ezilen kitlelerin sorunlarını ve bunların çözüm yollarını nereden bilecek, ciddi ve gerçekçi tedbirleri nasıl alacaktı? Vakfın ve Partinin Erbakan Hoca’yı gerçek yönleriyle tanıtıcı araştırmalar ve programlar yaptırmaması, elbette bir ayıptı ve kayıptı. Ama Erbakan Hoca’nın gerçek kişiliğini, örnek mücadelesini ve yüksek idealini en önce kitaplaştıran ve onlarca kitaba kaynaklık yapan“Erbakan Devrimi”ni biz yazmıştık.
Türktime’den Fahrettin Damga ile yaptığı ve “Dasist Erbakan” kitabı tanıtımı amaçlanan röportajında Fehmi Çalmuk’un: “28 Şubat dönemi Necmeddin Erbakan’ın elinden İslami hareketi alıp Fetullah Gülen’e teslim etme operasyonudur… Bunun içinde yerli ve yabancı işbirlikçiler vardır. Erbakan, 97 yılında mutlaka iktidar olma zorunluluğu hissetti. Milli Görüş’ün ana dinamiği şudur; Anti emperyalisttir. Mazlumun yanında, zalime karşı. Milli Görüş’te bu felsefeyi anlamamış hiçbir kimse Milli Görüşçüyüm diyemez… Recep T. Erdoğan’ın son Afrin Operasyonu. 7 Haziran sonrası Recep T. Erdoğan fotoğrafı böyle bir fotoğraftır. Daha doğrusu 2011’den başlayan süreçte böyle bir fotoğraftır.”iddiaları da tamamen asılsızdır ve çok çiğ ve çirkin bir istismarcılıktır.
Çünkü Erbakan’a ve Refah-Yol iktidarına yönelik 28 Şubat tezgâhı, Fetullah Gülen’i değil, asıl Recep T. Erdoğan’ı iktidara taşımak üzere tertiplenmiş bir Siyonist tezgâhtır ve Masum Türker’in çok çarpıcı itirafları bunun en açık ispatıdır. Peki Fehmi Çalmuk 2011’den (yani Devletin işe bizzat müdahale etmesinden) önceki süreçteki AKP tahribatlarını ve halâ devam eden yıkıcı ve yanlış icraatlarını niye hiç yazmaya yanaşmamaktadır. Zaten Afrin Operasyonları da Hükümetin değil Devletin bir kararıdır ve elbette sahip çıkılmalıdır. (Ne demek istediğimiz yakında anlaşılacaktır.)
Yetmez Erbakan Hocanın Refah-Yol iktidarını, D-8 inkılabını ve 28 Şubat’ın perde arkasını anlatan “Refah-Yol’la Rantiye Savaşı”nı hamdolsun biz hazırlamıştık. Erbakan Hoca’mızın İslam Dünyasına ve insanlığa en büyük armağanı olan “Adil Düzen ve Yeni Bir Dünya” kitabını biz yazmışız ve tam beş dile çevirmiş bulunmaktayız. Biyografi yazmakla ilmi eserler hazırlamak arasındaki farkı bile halâ anlamayanların bu istismarcılık çabaları saman alevi gibi parlayıp sönmekten başka işe yaramayacaktı... Hocanın Hayat Hikayesinin detay bilgileri ve biyografisi de elbette yararlıydı, ama AKP ile Erbakan’ın farkını anlamayanların, veya bile bile yamuklaştırıp yanlış yorumlayanların, doğru ve doyurucu sonuçlar alması imkânsızdı. Ve hele kitabında; Necip Fazıl’ın iftiralarını, gerçekmiş gibi aynen alıp hiçbir açıklama yapmaması ise, tam anlamıyla mide bulandırıcıydı.
Fehmi Çalmuk’un: “Tayyip Erdoğan parti kuracağı sırada Erbakan’la son bir görüşme yapıyor. Elini öpüyor. Erbakan Hoca ona ne diyor? ‘’Yeni muhitin hayırlı olsun’’ diyor. Kelimenin aynısını Saadet Partisi’nden ayrılan Numan Kurtulmuş’a da söyledi… “Yeni muhitiniz hayırlı olsun.” demek, “bu (Fazilet) parti benim. Siz de kendinize yeni bir bina yapın! (yeni parti hazırlayın)” demekti. Erbakan Hoca Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçildiği gün İzmir’de iftarda ne diyor? “Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı Milli Görüş’ün en büyük zaferidir” diyor. Eğer Erbakan AKP'li eski öğrencilerine insanlarına sahip olsaydı, AKP bu kadar performansı sağlayamazdı. (AKP için) En büyük yanlışlık F. Gülen ve ekibinin ipiyle kuyuya inmek oldu. Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye Başkanlığı’ndan başlayarak F. Gülen’i ve ekibini hiç sevmedi ama zorunlu kaldı.” sözleri de, tarihi hıyanet ve hatalarını meşrulaştırmaya Sn. Erdoğan’ın akla ve vicdana sığmaz tahribatlarını saklayıp aklamaya yönelik tezviratlarıdır. Ve hele AKP’nin Milli Görüş’ten kopmasını, Siyonist odaklarla işbirliği yapmasını, sanki Erbakan arzulamış hatta planlamış gibi gösterme çabaları Fehmi Çalmuk’un nasıl yamulduğunun fotoğrafıydı. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığını ise Rahmetli Hocamız “Milli Görüş’ün en büyük zaferi…” diye sahip çıkmamış, “Milli Görüş’e hıyanetin karşılığı, bu makamı hanımı tesettürlü birine vermek zorunda kalmışlardır”anlamındaydı.
Fehmi Çalmuk’un şu ayetleri dikkatle okuması ve kendi durumunu Kur’an terazisinde tartması lazımdı:
“(Ey Resulûm) Biz Sana Kitabı (Kur'an'ı) Hakk olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın Sana gösterdiği şekilde adaletle hüküm veresin (İslami ve insani hukuk kurallarına göre hükümet edesin). Sakın (İslâm'a ve insanlığa aykırı sistemleri beğenen ve sözde Müslüman geçinen) hainlerin tarafını çekmeyesin!” (diye Hz. Peygamber Efendimizin şahsında bütün mü’minler uyarılmıştır. İslâm davasını ve iktidar imkânlarını istismar ve suistimal ederek, aslında)Kendi nefislerine hıyanet edenleri savunma. Çünkü Allah (c.c) daima hainlik yapan ve günahlara dalan kimseleri asla sevmez. Onlar (hıyanet ve kötülüklerini) insanlardan gizlerler de Allah’tan gizlemezler. Oysa O asla hoşnut olmayacağı sözden (ve sinsi projelerden ibaret hıyanet girişimlerini) ‘geceleri (ve gizlice) düzenleyip kurarlarken,’ (Allah) onlarla beraberdir. Allah bütün yaptıklarını kuşatıvermiştir. İşte siz böylesiniz; (haydi marazlı münafıkları sahiplenip) dünya hayatında onları savundunuz (diyelim...) Peki, kıyamet günü onları Allah'a karşı savunacak kimdir? Ya da onlara vekil olacak kimdir?”[10]
Ey Fehmi Çalmuk, sen şimdi bunların hıyanetlerine mazeret ve keramet uyarladın, peki hesap gününde bunlara kim sahip çıkıp savunacaktı? AKP iktidarının tarım, hayvancılık ve sanayimizi köreltme, Haçlı AB dayatmasıyla ailevi ve ahlaki yapımızı dinamitleme gibi vebali çok ağır icraatlarının… Ve hele NATO ve BATI hatırına kardeş ve Müslüman Libya saldırısına katılıp on binlerce masum insanın katledilmesi gibi tahribatlarının günahını Erbakan’ın sırtına yıkmaya çalışmak ve Onu da suç ortağı sayacak asılsız yorumlar yapmak nasıl bir vicdan ayarıydı?
Bu dindar ve yandaş yazarlara, İslam itikadının en önemli esası olan:“İnsanları ve icraatla