“Mü’minlerden (bir kısmı da: ‘Kur’an’da, silahlı savunma ve savaşa izin veren) bir sure indirilse ya! (Bununla ilgili ayetlerin gelmesi gerekmez mi? Yeter artık eli kolu bağlı beklediğimiz)’ deyip dururlardı. Fakat (ne zaman ki) içinde ‘kıtal’ zikri (çatışma ve cihadın emredilmesi) geçen, hükmü açık bir sure indirilip, (düşmanlarla) çarpışmaktan söz edilince, kalplerinde hastalık bulunan (bu tipleri) görüyorsun ki; ölümden korkarak bayılıp düşenler gibi, (ürkek ve isteksiz) Sana bakıyorlardı! Halbuki evla olan (ve onlara yakışan şöyle davranmaktı: Mü’minlere düşen, cihad davetini ve görevini) itaat ve ma’ruf (güzel bir) sözle (karşılamaktı). Böylece iş, kesinlik ve kararlılık gerektirdiği zaman, şayet Allah’a sadakat gösterselerdi, şüphesiz onlar için daha hayırlı olacaktı. (Yani, lafa gelince; Allah’a, Resulüne, Hakk dava ve devlet liderine itaatten ve cihaddan bahsetmek kolaydır, ama iş ciddiye bindiği zaman sadakat gösterenler pek azdır. Ey kaypak ve kolaycı tipler!) Demek iş başına gelip (iktidar imkânıyla) yönetimi ele alırsanız; hemen yeryüzünde (ülkenizde, bölgenizde ve dünya genelinde) fesat çıkaracak, (zalim ve facir güçlerin arkasına takılacak, inanç esaslarınızla ve Hakk davanızla) tüm yakınlık bağlarınızı koparıp parçalayacaksınız, öyle mi?! (Bu tavrınız sizin ayarınızı ve ahlâkınızı ortaya koyacaktır.)” (Muhammed: 20-22)
Yani: “Cihad, Hak hâkim olsun diye çalışmak ve çarpışmak için neden ayet gelmiyor?” deyip duruyordunuz. Şimdi açık ve kesin olarak cihada izin veren ayet gelince yerinizde çakılıp kaldınız. “Ama, fakat…”diyerek mazeretler ileri sürüyorsunuz. “Onlar bizim yakınlarımız, kendi ırkımız, aynı Arap akrabalarımız” diye bahaneler uyduruyorsunuz. Ama o eski ve nefislerine esir günleri niye hatırlayıp insafa gelmiyorsunuz? O günlerde ne akraba, ne ırk, ne soydaş dinlemiyordunuz. Yağma, talan, birbirinizi boğazlama ile geçiyordu ömrünüz. O zaman hiç de savaştan kaçmak için bahane aramıyordunuz. Şimdi bu bahaneler de neyin nesi oluyor? Kaldı ki Allah size; yağmalayın, talan edin, en yakınlarınızı bile kesip doğrayın demiyor. Tam tersi, bunların bir daha olmaması için, bütünün iyiliği, mutluluğu, Hak ve adaleti yerleştirmek için savaşmak gerektiğinde çıkın ve mertçe savaşın diyor. Bununla onu nasıl aynı kefeye koyuyorsunuz? Tevhid ve terbiyeden uzak o eski rezil, sefil ve berbat günleri nasıl da unutuyorsunuz? (Razî, Kurtubî, İbni Kesir, Zemahşerî, Beydavî)…
“İşte böyle; çünkü gerçekten onlar, Allah’ın indirdiğini (Kur’an’ın hükümlerini) beğenmeyip çirkin karşılayan (kâfir ve zalim odaklara yanaşıp): ‘Size (istediğiniz) bazı işlerde itaat edeceğiz (ama bunların dışında eskisi gibi Müslüman ve Mücahit görüneceğiz)’ diyerek (haince va’adlerde bulunmuşlardı.) Oysa Allah, sakladıkları şeyleri (ve sır olarak konuştuklarını) biliyordu (ve elbette hesabını soracaktı).” (Muhammed: 26)
Yani; münafıklar, müşriklere el altından şöyle diyorlar: Allah’a, ahirete, kıyamete inanmak gibi konularda sizinle ayrılıyorsak da; bu (Hz.) Muhammed’in (hâşâ) huzurumuzu bozan, akrabaları birbirine kırdıran, ülkede kargaşa çıkaran, gençlerin aklını karıştıran ve ihtilâlci fikirleri aşılayan birisi olduğu konusunda sizinle örtüşüyoruz. Çünkü bizi kendi ırkımızla, kendi akrabalarımızla savaşa çağırıyor. Hatta “terörist” eğilimleri olduğu bile seziliyor. Hiç peygamber böyle yapar mı? Bir peygamber eline kılıç alıp savaşır mı? Allah’a ve ahirete inanmaya, hayırlı işler yapmaya, iyiliğe, güzelliğe çağırsın; tamam bunları anladık. Ama bu cihad, zekât, infak, müsavat filan da ne oluyor? Evet, bugün de zalim dünya düzenine, Siyonizm’e ve Batı emperyalizmine karşı duran, hak, adalet ve hürriyeti savunan, İslam kardeşliğini ve insan eşitliğini öne çıkaran davetçilere, çoğu tarikat ve takva ehli geçinenlerin tavrı da, onlardan farklı bulunmuyor! Muhammed Suresi’nin sonu da çok ilginçtir. Medine’de “Haydi savaşa!” sesleri duyulunca daha önce “protokolde” ön sıralara oturanların, Peygamberin yanına kadar sokulanların, etrafında pervane olanların birdenbire kaytardıklarını ve “mırın kırın” etmeye başladıklarını görüyoruz. Bunlar ayette geçtiği gibi; kalpleri hastalıklı “Müslüman münafıklardan” başkası değildi. İşte Muhammed Suresi bunları anlatıyor… Surenin, baştan sona “cihad” temasını işledikten sonra “infak” çağrıları ile sona ermesi de çok manidar:
“İşte sizler böylesiniz; Allah yolunda infak etmeye (nakdiniz ve vaktinizle Hakk davasını desteklemeye) çağrıldığınızda; buna rağmen bazılarınız cimrilik yapmaktadır. Oysa kim cimrilik ederse artık o, ancak kendi nefsine cimrilik ettiğinden (manevi ziyandadır). Allah ise, Ğaniy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır; asıl fakir (ve her halde Allah’a muhtaç) olan sizlersiniz. (İman ve akıl bunu anlamak ve ona göre davranmaktır.) Eğer siz (Hakk’tan ve cihaddan) yüz çevirecek olursanız, (Allah) yerinize sizden başka bir kavmi-kesimi getirip-değiştirir (ve onları zafere ulaştırır)…” (Muhammed: 38)
Ve yine Kur’an’da “münafıklar” (Münâfikun) diye ayrıca bir sure bile vardır. Buradaki ana tema da yine, çok ilginçtir; infaktır…
Surede münafıkların “Allah’ın Peygamberinin yanındakilere bir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler” dediği hatırlatılır. Oysa göklerin ve yerin hazinelerinin Allah’ın olduğu vurgulanır; şan ve şeref sahibi olduklarını iddia ederek Medine’ye dönünce ayak takımını Medine’den sürüp atacaklarını söyleyerek böbürlenenler olduğu hatırlatılır; oysa şan ve şerefin (izzetin) Allah’ın, Peygamberin ve “mü’minlerin” olduğu ve fakat “münafık” takımının bu bilinçten yoksun bulunduğu anlatılır (Münâfikun: 7-8). Mü’minlerin şan ve şeref sahibi olmak istiyorlarsa bu münafıklardan ayrılarak yapmaları gerekenin ne olduğu özetlenerek on bir ayet olan “Münâfikun Suresi” şöyle bitmektedir:
“Ey iman edenler (ve Müslümanlık iddiasında bulunanlar!) Ne mallarınız ne de evlatlarınız, sakın sizleri Allah’ı anmaktan (her durumda ve her konuda Kur’ani buyruklara göre yaşamaktan geri bırakmasın ve sakın tutkuyla dünyaya bağlanarak ahireti hatırlayıp hazırlanmaktan sizi) alıkoymasın. Her kim böyle yaparsa işte onlar hüsrana uğrayanlardır. Herhangi birinize ölüm gelip de: ‘Rabbim! Ne olursun, beni yakın bir süreye (ecele) kadar geciktirsen de, (İslam’ı bütünüyle) tasdik edenlerden ve (malımı İslam ve insanlık uğrunda harcayıp) sadaka verenlerden ve (her türlü küfür ve kötülükten uzaklaşıp) salih amel işleyenlerden olsam!’ diye (boşuna yalvaracağı ve bu dileğinin asla kabul olunmayacağı gün) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edip (harcayın. Her çeşit imkân ve fırsatı hayır ve hizmet yolunda kullanın. Çünkü) Allah, kesinlikle kendi eceli gelmiş bulunan hiçbir kimseyi erteleyip (ömrünü uzatmayacaktır). Allah, yaptıklarınızdan (bütünüyle) Haberdardır (niyetinizi de, mahiyetinizi de elbette bilip durmaktadır).” (Münâfikun: 9-11)
Yine Hicret’in 9. yılındaki Tebük Seferi boyunca ve sonrasında nazil olan ve müşriklere ültimatom (beraet) verilmesi ile başlayan “Tevbe Suresi”, Mescid-i Dırar (İslami hareketi içten yıkmak ve kâfirlerin işini kolaylaştırmak üzere, hayır ve hizmet kılıflı ayrı bir cemaat ve teşkilat) sahibi eski rahip yeni Müslüman-Münafık İbni Selül Ebu Amir’in, Medine’yi işgale çağırdığı dönemin dünya gücü Bizans’a karşı meydan okuma anlamına gelen, 50 dereceye varan sıcaklıktaki otuz bin kişilik İslam’ın izzet ve cesaretini, sadıklarla sahtekârların ayrışma sürecini gösteren “çöl yürüyüşünü” konu edinir. Türlü mazeretler ileri sürerek bu seferden geri duran “münafıklar” en ağır şekilde burada eleştirilir. 129 ayet olan surenin neredeyse tamamında münafıklığın ve korkaklığın adeta genetiği çözülmektedir. Sözü namus bilme (sıdk/sadakat) adına cesaret, yiğitlik, bahadırlık, erdem ve dürüstlük temaları işlenir. Özellikle son bölümde münafıkların telkinine kapılarak seferden geri duran birkaç sahabenin nasıl vicdan azabı çekişleri ve tevbenin gerçek örneği haber verilir.
Sure boyunca cihad ve infak kaçkını münafıklığın nasıl geliştiğini, Müslüman kılıfına nasıl da bürünebileceğini, hatta sahabelerden bazılarını bile nasıl etkileyebileceğini ve nihayet mü’min olmanın ne anlama geldiğini sarsıla sarsıla okuyacaksınız. Müslüman kılığına bürünmüş bir münafık olmakla, gerçek bir mü’min olmak arasında bocaladığınızın farkına varacak; defalarca “Galiba ben mü’min değilim, aman Allah’ım!” deyip korkudan Allah’a sığınacak ve secdelere kapanacaksınız…
Daha fazla uzatmayalım… Bu verdiğimiz örneklerden başka Tahrim, Haşr, Fetih, Nisa ve Ahzâb surelerinde münafıklar isim verilerek anlatılır. Buraları özellikle nüzul sırasına göre okumalıdır. Marazlı tiplerin nasıl da deşifre edildiklerini göreceksiniz. Daha isim verilmeyen birçok yer var ama bunlar Kur’an’ın kime münafık dediğini anlamamız için gayet net bölümlerdir. Bunların hepsinde de ayırıcı özelliğin “infak ve cihad” olduğunu, Müslüman kılığına bürünmüş münafık ile gerçek mü’minin arasındaki asıl farkı bunların ortaya koyduğunu görürsünüz. Çünkü münafıklar üşenerek de olsa namaz da kılarlar. Allah’a ve ahiret gününe inandıklarını söyleyip dururlar. Dini ritüelleri (nüsukları) aksatmıyor görünürler hatta gösteriş olsun diye ifrata varırlar. Gayet iyi konuşurlar; inşaallahı, maşaallahı dillerinden bırakmazlar. Kılık kıyafette de gösterişte yarışırlar. Her halleriyle Müslümanların arasındadırlar. Hatta Müslümanlar deyince ilk önce onlar akla takılırlar. Din, iman nutukları atmada kimse onlara kavuşamazlar!.. Fakat iki şeyde onları göremezsiniz; cihad ve özellikle de infaktan kaytarırlar. Münafıklar, rahatlarından ve menfaatlerinden fedakârlığa yanaşmazlar… Ahiret hayatını ve Allah’ın rızasını değil, dünyayı öne alırlar. Dinlerini dünyalarına basamak yaparlar.