Tembellik; uyuşuk davranma, rahatına düşkün olma, zorluktan ve sorumluluktan kaçma, başkasının sırtından geçinmeye çalışma, kolaycılığa ve bedavacılığa yanaşma halidir ve çok yaygın bir hastalıktır. Okuyup bilgilenmekten, düşünüp değerlendirmekten, sorup öğrenmekten, yeni ve gerekli çareler ve projeler üretmekten uzak insanlar; “Beyin Tembelliği”ne… Çalışmaktan, araştırmaktan, yorulmaktan ve bir işe yaramaktan uzak insanlar ise; “Beden Tembelliği”ne müpteladır.
Bazılarında ise ilim var, amel yoktur. Bilgi var, beceri yoktur. Oysa; asıl amaç öğrenmek değil, üretmektir. Bilgisini, beceri ve berekete dönüştürmektir. Atalet, rehavet, miskinlik, pasiflik, yavaşlık, yılgınlık, durgunluk ve yorgunluk olarak karşımıza çıkan tembellik: Bedende (fiziksel olarak); hareketsizlik, gayretsizlik, geciktirmecilik, girişimsizlik şeklinde kendini göstermektedir. Beyinde (zihinsel olarak) ise; ilgisizlik, isteksizlik, gayesizlik, mevcutla yetinmecilik, kötümserlik ve ümitsizlik şeklinde tezahür etmektedir. Yeni şeyler öğrenmeye... Bilgi ve becerilerini geliştirmeye... Bildiklerini pratiğe dönüştürmeye... Öğrenmesi ve yerine getirmesi gerekenleri, önem ve öncelik sırasına yerleştirmeye çalışmayan insan, görünüşte yaşasa da, gerçekte ölmeye başlamış, fikren ve fiilen devre dışı kalmış kimse demektir.
Çok zeki ve yetenekli, çok güçlü ve becerikli olmak da önemli değildir. İnsan; bu yeteneklerini geliştirmeye, hayırlı ve yararlı yönde değerlendirmeye çalışmıyorsa, çok zeki ve çok çevik olması ne ifade edecektir. Çünkü ne zekâvet ne de kuvvet, tek başına karın doyurmaya veya ihtiyaçları karşılamaya yetmemektedir. Tembel tilki değil, yürüyen kirpi hedefine erişecektir.
Yazın sıcakta çalışanın, kışın ocakta aşı olacaktır.
Yazın gölge hoş diyenin, kışın hamur teknesi boş kalacaktır.
Yuvarlanmayan taş yosun tutacak, ama işleyen demir paslanmayacaktır.
Öyle ise; önce, eksiğimizi bilelim ve olgunlaşmak için sürekli “öğrenmemiz gerektiğini” kabul edelim. Sonra, öncelikle ve özellikle neleri ve ne kadar öğrenip yerine getirmemiz gerektiğine karar verelim... Ardından, hayatta lazım olacak her konuda bir şeyler bilmenin ve genel kültürümüzü geliştirmenin güzelliğini kabul etmekle beraber, asıl kendi meslek ve marifetlerimiz alanında, özel yetenek ve becerilerimiz sahasında yetişmeye ve ayrıntılarına kadar her şeyi bilmeye yönelelim.
Ne yapması gerektiğini bilmeyen gafil... Nasıl yapması gerektiğini bilmeyen cahil... Bunları öğrenmeye ve öğrendiklerini tatbik etmeye yanaşmayan ise; tembeldir. Yapması gerekenleri değil de, hoşuna gidenleri tercih edenler... Zor ve riskli işlere değil, kolay ve zevkli işlere girişenler ise, sefildir. Güçlü ve gerçekçi insan, eksiklerini ve zayıf yönlerini görüp kabul eden ve bunları düzeltmeye ve dizginini nefsin elinden alıp vicdani iradesine verebilendir. Olgun ve rehber insanlar ise; kendisini başkalarının yerine koyabilen ve onların duygu ve düşüncelerini doğru okuyabilen... Kendi arzularını ve tutkularını denetleyebildiği gibi, başkalarının da kötü yanlarını değiştirebilen... Kendisini ve çevresini olumlu yönde etkileyip isteklendirerek motive edebilen kimsedir.
Yapması gerektiği halde yapmadıklarını... Yapmaması gerektiği halde yaptıklarını belirleyip, bu zafiyet ve esaretten kurtulmak üzere:
a- Yararlı işler için kendisini gayret ve harekete geçirebilmeye,
b- Zararlı işler ve isteklerde de nefsini frenleyebilmeye başlayan kimse, başarıya doğru ilk adımı atmış demektir.
Bir konuda; ●Başarılı olacağına inanan, ●Kendisini bu işe adayan, ●Ümit ve iyimserliği elden bırakmayan kişi, olgunlaşma sürecindedir.
Bunun için, önce öğrenmeye ve yerine getirmeye karar verdiğimiz işleri sıraya koymamız gerekir:
1- Önemli ve öncelikli (acil) işler,
2- Önemli ama acil olmayan işler,
3- Önemli olmayıp, acil olan işler,
4- Hem önemsiz hem de gereksiz işler.
“En büyük bilgelik, neleri önemsemek ve geciktirmemek gerektiğini bilmektir.”
Rahatından ve konforundan fedakârlık etmesini... Basit zevk ve isteklerini ertelemesini... Gerektiğinde risklere, hatta tehdit ve tehlikelere göğüs germesini beceremeyenler, silik ve sıradan biri olarak kalmaya mahkûm kimselerdir.
Tembelliğin önemli bir nedeni de: “Mademki en güzelini ve en mükemmelini yapamayacağım, öyle ise çabalamam boşunadır” düşüncesidir. Hâlbuki bizim görevimiz, her şeyin en şaheserini yapmak ve zirveye ulaşmak değil, imkân ve fırsatlarımızı en verimli şekilde değerlendirmektir. En küçük “iş bitirici”, en büyük “hayalci”den daha çok saygı görecektir.
• Hoşumuza gitmeyen ama başlamamız ve başarmamız gereken işleri öne almak,
• Bu işe münasip bir tarih belirleyip, o takvime uymak,
• Vaktinde ve verimli şekilde bitirilen işlerden sonra, kendimizi ödüllendirmek ve kutlamak,
• Geciktirilen ve gevşetilen çalışmalarımızdan... Ve yine terk edilmesi gerektiği halde tekrar edilen yanlışlıklarımızdan dolayı kendimizi cezalandırmak gibi, “nefis terbiyesi” ve “nefis muhasebesi” de bizi tembellikten kurtarabilecek yöntemlerdir.
Çünkü cefasını çekmeyen, sefasını süremeyecektir. Tohumun sağlamını ekmeyen, somunun hasını yiyemeyecektir. Ve unutulmasın ki, demir nemlilikten, insan tembellikten çürüyecektir.
Üşenmek, ertelemek ve başladığını yarıda bırakıp vazgeçmek, tembellerin genel karakteridir. Bilmediğini öğrenmeyenler ve hiçbir eyleme geçmeyenler, hantal... Bildiği halde yerine getirmeyenler, tembel... Bilgisiz ve bilinçsiz olarak gayret edenler, hamal... Bilerek iş görenler ise, mükemmeldir.
Evet tembellik; ruhi ve bedeni bir hastalık cinsidir. Bu tipler, geciktirmecilik ve gevşekliğin, kendilerine nasıl kötü bir gelecek hazırladığını düşünmezler... Şevksizlik ve gayretsizliğin, insanın şahsiyet ve şerefini düşüreceğini dert edinmezler... Uzun vadeli ve geçerli bir nimet ve fazilete erişmek için, kısa vadeli ve geçici zahmetlere katlanmak gerektiğini bilip, fırsatlarını değerlendirmezler... Kısaca, ödülü hak etmek için bedel ödenmesi ve sıkıntı çekilmesi gerçeğini kabullenmezler... “Mayasız yoğurt, hayâsız öğüt tutmaz” cinsinden bu tipler, yapılan uyarıları da dinlemezler...
Ama yapması gerekeni bilen ve işine ciddiyetle sarılan... “Ağaç yaş iken eğilir. Demir tavında dövülür.” atasözlerimize uygun, her işi zamanında yapan... Sıkıntı ve sorunlar karşısında pes etmeyip sağlam duran kimseler ise, önemsenecek, benimsenecek, sevgi ve saygı görecektir. Çünkü “bir insana olanlar değil, onun içinde olanlar önemlidir.” Yani karşımıza çıkan zorluklar, sorunlar, üzücü olaylar ve iftiralardan ziyade, içimizdeki kuşkular, karamsarlıklar ve kararsızlıklar bizim için en büyük engeldir.
Sabırlı, kararlı, ahlaklı, azimli ve ümitli insanlar, her türlü engeli rahatlıkla aşabilecektir.
Derslerine vaktinde bakmamak ve imtihanlara hazırlanmamak... İlim ve ibadete vakit ayırmamak... İhtiyacı olduğu halde; mesela, bilgisayar öğrenmeye yanaşmamak... Vücudundaki rahatsızlıklara rağmen, doktora başvurmamak... Elektrik, su ve telefon faturalarını yatırmayıp, hep cezaya bırakmak... Yeni kitap almamak, aldıklarının kapağını açmamak... Spor yapmamak, sağlık kurallarına uymamak... Akıtan muslukları, kırılan camları, sökülen çamaşırları, bozulan makinaların tamirini savsaklamak gibi yaygın tembellikler yanında... Bir türlü sigarayı bırakmamak... Savurganlıktan vazgeçip, geleceğe yatırım yapmamak... Dost ve akraba ziyaretlerini geciktirip, hep daha sonraya atmak... Kötü huylardan ve günahlardan uzaklaşmamak gibi gevşeklikler de insanı ruhen ve bedenen çürütecek ve çökertecektir.
Acaba bir kişi; iyi, güzel ve gerekli olduğuna aklı yattığı ve inandığı halde, bir görevi, gayreti, ibadet ve hizmeti niye yapmaz, niye savsaklar?
a- “Acelesi yok, daha sonra başlarım ve başarırım” gibi yanlış bir düşünceye kapılmış olabilir.
b- Hep nefsinin hoşuna gidenleri seçip, asıl yapması gerekenleri erteliyor olabilir.
c- Bunları başarabileceğine inanmıyor ve kendisine güvenmiyor olabilir.
ç- İradesi ve iç disiplini zayıf olduğundan; riskli, sistemli ve sürekli işlere girişemiyor olabilir.
d- Yapması gerekenlerin; önem, özellik ve öncelik sırasını doğru tespit edemediğinden, hep basit uğraşlarla boşa kürek çekiyor olabilir.
e- Sevdiği ve güvendiği bazı kişi ve arkadaşların, yanlış yönlendirmesine veya itiraz etmesine aldanıyor ve hatıra boğuluyor olabilir. Çevre baskısı, sosyal ve siyasal etkenler ağır basıyor olabilir.
f- Veya bir bunalım ve depresyon dönemi geçiriyor olabilir.
Ve yine, acaba; tekrar etmemesi ve terk edip vazgeçmesi gerektiğine inandığı bazı yanlışlık, haksızlık ve hayâsızlıkları, bir insan niçin yapar ve bırakmaz?
a- O işlerin geçici zevklerine ve dünyalık getirilerine esir olmuştur.
b- Sorumluluk duygusu ve hesap verme kaygısı kaybolmuştur.
c- Kendisini hayırlı ve yararlı yönde ispatlayamayacağından, böylesi sivri ve kirli işlerle gündeme çıkmak ve göze batmak arzusunda boğulmuştur.
d- Küfür ve kötülükten hoşlanacak, iyilik ve ibadetten nefret duyacak şekilde, ruh dünyası ve ahlak ayarı bozulmuştur. Bu denli yozlaşmış ve yoldan çıkmış kimselere, artık söz ve nasihat kâr etmez olmuştur.
Madeni ve mayası çürük, ayarı ve ahlakı düşük kimseler, bazı doğruları ve değerleri, kötü emelleri için istismar ve suistimal etmeye bile kalkışırlar.
Evet, “Ağaçtan maşa, ahmaktan paşa olmaz”. “Darı unundan baklava, çalı odunundan oklava yapılmaz.” Çoban koyundan, çocuk oyundan usanmaz... Arsız; tövbesini bozar, boyundan uslanmaz!.. Ahlaksız, kötü huyundan utanmaz!.. Ne yapalım, çürük tahta çivi tutmaz... Çorak toprağa, kürek batmaz... Taş kafalara öğüt yatmaz!.. “Gözü namazda olmayanın, kulağı ezanda olmaz.”
Uyarılardan, ancak ayarı sağlam olanlar ders alır ve yararlanır.
Görmez misin; dut yaprağını tırtıl yer, ipek yapar!.. Katır yer, kepek yapar!.. Çiçeklere ve çimenlere arı böcek konar, bal yapar!.. Aynı yörede eşek otlar, yal yapar!.. (Yal; boyun, gerdan demektir. Yani eşek otlayınca, sadece boyun beden şişirir.)
Bazen şu duygular da tembellik ve atalete sebep olabilir:
Devamını okumak için tıklayınız.