2018 Mart’ının ortalarında Saadet Partisi yöneticilerinden Avukat Ali Aktaş’ın, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Ayazağa Kasrı’nda sürpriz bir görüşme yaptığı ortaya çıkmıştı. Saadet Partisi Antalya Siyasi İşler Başkanı da olan Aktaş, Gül ile yaptığı görüşmeyi sosyal medya hesabından da paylaşmıştı. Gül ile bir saate yakın sohbet imkânı bulduğunu anlatan Aktaş: “FETÖ soruşturmalarından neşet etmiş tüm meseleler ile adalet sorununa ve tıkanan siyasi iklime değin pek çok intibamı kendisine aktardım. Davetlerinden dolayı çok teşekkür ederim. İntibam şudur. Sayın Abdullah Gül de hurafeci dini geleneğin ürettiği marazlı sonucu görmekte ve eleştirmektedir. Bunun yanında soruşturma sürecindeki aşırılıkları tespit ile sürecin doğru, sağlıklı, ülkemiz ve dindar sosyoloji yararına en sağlıklı usulle yürütülmesini istemektedir.” ifadelerini kullanmıştı. Bu görüşme üzerine Saadet Partisi’nin 2019'da Cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül'ü öne çıkarmak istediği yorumları yoğunlaşmış, Genel Başkan Karamollaoğlu bu iddiayı dolaylı şekilde doğrulamıştı.
SP lideri Temel Karamollaoğlu'ndan Abdullah Gül açıklaması
Siyasette ittifak yarışları sürerken bir anda tüm gözlerin Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu'nun üzerine çevrilmesi bir tesadüf sanılmasındı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Karamollaoğlu'nun Cumhur İttifakı'nda yer almasını istediğini vurgulasa da Karamollaoğlu bunun mümkün olmadığını açıklamış ve şartlarını sıralamıştı: "Her şey bize teslim edilirse biz 'Evet' deriz. Bize teslim edeceklerini de zannetmiyorum." diyerek ittifaka kapıları kapatmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'a karşı tavrı bilinen Necmettin Erbakan'ın "Yaşasaydı mevcut şartlarda Erdoğan'la ittifak yapar mıydı?" sorusuna da ilginç bir yanıt veren Karamollaoğlu, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün SP'den aday olup olmayacağı sorularına da "Abdullah Bey aday olabilir, ihtimal dahilindedir. Abdullah Bey (AKP’den) her türlü (haksız) muameleyi gören birisidir, hatta “hainlik” damgası bile yemiştir.” ifadelerini kullanmıştı.
SP yöneticilerinden İsmail Hakkı Akkiraz, Milli Gazete’deki “İttifak, nerede ve nasıl” yazısında (24 Mart 2018): “Faydalı ittifak: Biz Müslüman’ız. İttifakımız da ihtilafımız da Allah için olmalıdır. İttifak esaslarının başında inanç birliği gelir. Çünkü inancımız bize, İslam’da ve takvada ittifak etmeyi, batılda ve isyanda birlikte hareket etmekten kaçınmayı emreder. Faydalı ittifak, insanlığın dünya ve ahiret saadetini sağlamak için “Adil Bir Düzen” kurmaya yönelik ittifaktır. “Faizci Kapitalist Nizamı” yürütmek ve koltuklarda oturmak için yapılacak ittifak, faydalı değil zararlı olur. Biz, milletimizin saadetini, hiçbir şeye feda edemeyiz. Biz, sözü doğru, niyeti sakat ve yanlış olanlar ile de ittifak içinde olamayız. “Faydalı ittifak” sözü de niyeti de hakka uygun olanlar ile yapılan ittifaktır.”
28 Mart 2018 tarihli “Fitne fitne helak olmaya koşanlar” yazısında ise:
“Zalimlerin siyaseti ifsat siyasetidir. Günümüzde bu siyasetin hamiliğini yapanlar ırkçı emperyalizm ve emperyalist haçlılardır. Bunlar kendi birliklerini kurmuşlardır. Hedeflerine ulaşmak için yaptıkları planları ustalıkla uygulamaktadırlar. İslam ülkelerinde bunların bu siyasetini benimseyenlere ise işbirlikçiler denmektedir. Bu işbirlikçilerin gayesi de, tıpkı peşine takıldıkları zalimler gibi ifsattır ve bu siyaset üç temel esasa dayanır. 1- ABD ve İsrail’i stratejik müttefik edinmek. Geldiğimiz noktada İslam ülkelerinin neredeyse bütün yöneticileri ABD ve İsrail’i stratejik müttefik olarak benimsemişlerdir. 2- AB’yi üstün medeniyet olarak görmek ve benimsemek. Türkiye, hem siyasi hem de kültürel olarak AB’yi bir medeniyet projesi olarak benimsemişken, diğer İslam ülkeleri kültürel olarak AB’yi kendilerine model edinmişlerdir. AKP iktidarı döneminde Avrupa Birliği Bakanlığı’nın kurulması bu tercihin bir ürünüdür.” tespitinde bulunmuşlardı. Oysa “Bizim (İslam) medeniyetimiz, Avrupa medeniyeti karşısında yenilmiştir. (Yani artık üstün gelen Batı’ya uymak gerekir.)” diyen Sn. Abdullah Gül'ün adaylığına hiç karşı çıkmaması yazdıklarıyla asla uyuşmamaktadır.
Bu arada Kemal Kılıçdaroğlu da bazı milletvekillerinin Abdullah Gül'ün adaylığına ilişkin söylentileri anımsatarak, “Bu konu örgütte tepki yaratıyor. Bunun gerçek olmadığı açıklanmalı” tekliflerini şöyle yanıtlamıştı:
“Cumhurbaşkanlığı seçiminde başarılı olmak için özel bir strateji izliyoruz. Biz isimler değil ilkeler üzerinde görüşmeler yapıyoruz. Saadet Partisi başta olmak üzere diğer partilerle temasımız devam ediyor. O yüzden bu aşamada ‘A’ veya ‘B’ kişisi üzerinden tartışma yapmak doğru değil. Önce ilkeleri belirleyeceğiz. Çünkü Türkiye’yi nasıl yöneteceğimizi toplumun önüne koymamız lazım. Aksi halde bir anlamı olmaz.”
Milletvekillerinden halkın nabzını tutmalarını isteyen Kılıçdaroğlu’nun, özellikle hangi parti ile nasıl bir ittifak modeli yapılırsa halkın ne şekilde tepki vereceğinin belirlenerek Genel Merkez’e iletilmesini de istemesi Abdullah Gül’ün ortak aday gösterilebileceği şeklinde yorumlanmıştı.
Bu arada Siyonist Lobilerin sesi ve Bilderbergçi Fehmi Koru:
AKP'nin göstereceği, hatta Tayyip Erdoğan'ın dışındaki bir adayın bile daha ilk turda seçimi kazanabileceği bir ortamda; “Muhalefet partilerinin (CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi’nin) cumhurbaşkanlığı seçiminde kendi partilerinin sınırlarını aşan, şahıs olarak da seçildiğinde partiler üstü kalabilecek, aralarında uzlaşabildikleri ilkeleri hayata geçirmeyi benimseyecek ve benimseyebileceğine toplumun güvenebileceği bir ismi aday olarak belirlemeleri gerektiğini” ve “sayılan bu özelliklere sahip başka biri bulunamazsa Abdullah Gül’e bu yolda baskı yapmayı düşünmelerini” tavsiye buyurmuşlardı.
Bay Fehmi Koru “Abdullah Gül istemese de yan cebine koyun” cinsinden “Gül razı değil ama ikna ederseniz olur…” demeye çalışmıştı. Muhalefeti gaza getirmek için de Ekmeleddin İhsanoğlu örneğini hatırlatmıştı.
“Çok değerli bir bilim tarihi profesörü olma ve literatüre emsalsiz eserler kazandırması yanında, uluslararası camiada da takdir edilen bir kişiliğe sahip Ekmeleddin İhsanoğlu, aslına bakılırsa, muhalefetin o dönemde bulabileceği en ideal adaydı. Ancak bir eksiği vardı: Kamuoyu tarafından kişiliği, o güne kadar neler yaptığı ve hangi özellikleri sayesinde Cumhurbaşkanlığına münasip görüldüğü bilinmiyordu. Buna rağmen yüzde 40’a yakın oy almayı başardı.” Yani “Abdullah Gül kesinlikle kazanır.” havası pompalamıştı.
Bu arada Abdullah Gül’ün adaylığı konusunda çeşitli tezler öne sürüp dolaylı akıl vermeye bile başlamışlardı!
“Bu konuda üç tez vardır:
Birinci tez: Abdullah Gül, Saadet Partisi’nin adayı olarak çıkarsa... İkinci tura kalamaz. İkinci tura muhalefetin en büyüğü olan CHP’nin adayı kalır. Bu durumda Gül’ün adaylığının bir anlamı olmaz.
İkinci tez: Muhalefetin tümü Abdullah Gül etrafında birleşir ve Gül’ü tek aday olarak gösterirse... AKP’nin memnuniyetsizlerinin Abdullah Gül’e destek vermeleri söz konusu olabilir ve Gül’ün şansı artar.
Üçüncü tez: Muhalefetin tümünün Abdullah Gül’ü ilk turda tek aday olarak göstermesi, ikinci bir Ekmeleddin İhsanoğlu vakasına dönüşebilir. Gül, bilhassa CHP tabanından oy alamaz. Bu da Erdoğan’ın işine yarar.”[1]
Abdullah Gül'ün aday olduğu FP Kongresi öncesinde, Tokat teşkilat mensuplarının Erbakan Hocamıza gelip, Abdullah Gül'ün Genel Başkan olmasını istemeleri üzerine, Hocamız şunları hatırlatmıştı.
Hatırlanacağı üzere, Fazilet Partisi'nin normal kurucu genel başkanlık sürecinden sonra kongre ile genel başkanın belirleneceği dönemde Abdullah Gül, Erbakan Hocamıza rağmen Recai Kutan’ın karşısına aday çıkmıştı. Bundan dolayı da teşkilatların kafası karışıktı. Her yerde olduğu gibi Tokat'ta da bu durum yaşanmaktaydı. Turhal dahil Tokat'ın diğer ilçe teşkilat mensupları bu konuları arz etmek üzere Ankara'ya gitme kararı almıştı. İzmir Bergama gibi pek çok teşkilatlar da oradaydı. Malum Hocamız bu tür sohbetlerine Milli Görüş’ün amaçları ve Adil Düzen’in esaslarıyla başlar, ülke meselelerinin nasıl çözüme kavuşacağını, dünyanın geldiği noktadaki bu sıkıntıların nasıl aşılacağını anlatırdı. Özellikle Büyük Türkiye'nin, Yeniden Büyük Türkiye'nin, Yeni Bir Dünya’nın nasıl kurulacağını anlatırken, o esnada salonda eller kalkmış, ama Hocamız hiç dikkate almamıştı. Ta ki konuşmasını tamamladıktan sonra ilk el kaldırandan başlayarak katılımcılara söz hakkı tanımıştı. “Efendim işte malum üç gün sonra kongremiz vardı. Bu kongrede daha önce hiç olmayan bir şey ortaya çıkmıştı. İki tane genel başkan adayımız vardı. Ne yapacaktık, malum, Recai Kutan da yaşlanmıştı… Efendim Abdullah Bey genç ve dinamik bir insandı… Artık bunların önü açılmalıydı!” gibi teklif ve temenniler sıralanmıştı. Hepsini tek tek sırayla ve sabırla dinleyen Hocamız, ardından şunları buyurmuşlardı: “Vay anasını be! Demek ki biz bu arkadaşlara bugüne kadar zulüm etmişiz öyle mi? Yav bu insanlar Anadolu'da ve yurtdışında birer görevliydi, biz aldık getirdik bunları, işte Genel Başkan Yardımcısı yaptık, Grup Başkanvekili yaptık, Bakan yaptık, yani daha ne yapacaktık başka? Biz, bu arkadaşımızı dış ilişkilerden sorumlu genel başkan yardımcısı yaptık. Partimizin misyonunu, gayesini, dışarıda tanıtacak, anlatacak konumdaki bir insan olarak yetkili kıldık. Hükümette de Devlet Bakanı yaptık. Hatırlayınız, biz hükümet olmadan önce %50 memur katsayısı açıklamıştık. Ardından Meclis’te hükümet programımız okundu, hükümetimiz güvenoyu aldı. İlk Bakanlar Kurulu toplantısından sonra Ben tüm devlet bankalarının umum müdürlerini, Merkez Bankası Başkanı, Hazine Müsteşarı dahil hepsini çağırdım. Haydin bakalım, kimin neyi varsa ortaya koysun, dedim. Herkes bir şey söyledi, ama Ziraat Bankası Umum Müdürü: “Efendim 27 milyar dolar paramız var” dedi. Kendilerine yav ne duruyorsunuz, bu parayı çiftçiye dağıtın tarım gelişsin, köylü kalkınsın. Esnafa dağıtın, sanayiciye dağıtın dediğimizde: “Efendim bu para bizde değil ki, para yurt dışında, sizden önceki iktidarlar yurtdışında zengin gözükelim diye yurtdışında hesap açtık, para satıyoruz.” Ben de kaça sattıklarını söylediğimde, “%2,5” dediler. Ben müsteşara döndüm. Yabancı bir ülkeden bir diğer ülkeye para giderken hazine garantili gider, değil mi? dedim. “Evet efendim” dedi. Ne kadar komisyon ödüyorsunuz? “%4” dedi. Siz %4 komisyon ödüyorsunuz, ama %2,5’e para satıyorsunuz, öyle mi dedim? “Evet efendim” dedi. Peki, bu parayı nereden buldunuz? dediğimde de, “Dünya Bankası'ndan hem de %140 faizle kredi kullandıklarını, %4 komisyon ödeyerek, %2,5 faizle para sattıklarını” söylediklerinde gerçekten çok şaşırmıştım. Ama bu parayı ortağımıza, ekonomi profesörü Tansu Çiller'e anlatana ve aklına yatırana kadar, o parayı Türkiye'ye getirene kadar alnımın derisi çatladı. Bu paradan önemli bir miktarını da Abdullah Gül'e aktardık, çünkü DESİAT’tan sorumlu Devlet Bakanımızdı. Kendisine dedim ki, Anadolu'daki sanayicilerimizi bul. Bunlara bu paraları dağıt. Böylece üretim artsın, fabrikalar açılsın ve istihdam imkânı sağlansın. İhracat yapalım, ticaret yapalım. Ve bunu 8 ay boyunca her hafta bakanlar kurulunda Abdullah Gül'e ısrarla sormuş olmama rağmen maalesef bu parayı Anadolu sanayicisine dağıtmak yerine bekletti. Mesut Yılmaz'a devretti. Şimdi haydi bakalım bu adamı alıp götürün genel başkan mı yapacaksınız ne yapacaksanız yapın ve sonuçlarına katlanın! Ayrıca bir de partimiz kapatıldı. Ne yabancı misyon ne yabancı bir ülke temsilcisi, partimiz kapatılmış olmasına rağmen bizi arayıp da “demokrasilerde partiler kapatılmaz, partileri halk açar, halk kapatır” diyen bir kişi çıkmadı. Dedim ki: Abdullah oğlum sen, yurtdışında hiç mi bir şey anlatmadın? Bu partimizle ilgili, hedeflerimizle ilgili hiç mi bilgi aktarmadın? Hani sen bu maksatla devlet bakanı yapılmıştın? diye sorduğumuzda ise, sessiz kalmıştı. Şimdi bu karakter ve kabiliyetteki birisini tutup partimize genel başkan yapacaksınız da ne kazanacağınızı sanmaktasınız?” Tabi o toplantı dağılmış ve malum süreç yaşanmıştı. Abdullah Gül, Aziz Hocamıza ve davamızın onuruna rağmen malum güçlerin etkisi ve tertibiyle adaylığını açıklamış ve seçimlere katılmıştı. Zaten “Bizim medeniyetimiz Avrupa medeniyeti karşısında yenilmiştir, artık bunu kabullenmemiz gerekir.” şeklindeki talihsiz ve seviyesiz itirafları da o kongre konuşmasında yapmıştı. Bu anlatılanlara; RP ve FP’de Tokat Turhal ilçe teşkilatlanma başkanlığı yapmış olan ve Hak davamızdan asla sapmayan değerli ve birikimli kardeşim Mustafa Arhan Bey de canlı şahit olarak hala aramızdadır.
Abdullah Gül döneminde onaylanan Maden Yasası ve haysiyet aynası!
Fazilet Partimiz de sonradan kapatılmıştı. Ardından Saadet Partisi kurulduğunda, bu dış proje figüranları bizden ayrılarak AKP’yi kurmuşlardı. AKP %34’le seçimi kazandı. Hükümet olduklarında ilk icraatları, dış güçler hesabına maden yasamızda değişiklik yapmaktı. Daha önce 1974’te Erbakan Hocam tarafından ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynakları CHP-MSP ön protokolünde 4 ana maddeden bir tanesi olarak millileştirilmiş durumdaydı. O süreçte ülkedeki yabancı sermayeye ait ne kadar sanayi tesisimiz varsa hepsine sahip çıkıldı, çünkü bunlar bu ülkenin kendi öz malıydı. Öz kaynaklarıydı. Artık Türkiye kendisi petrol arayabilecek, petrol kuyusu açabilecek konuma taşınmıştı. İşte altın madeni arayabilecek imkân da sağlanmıştı. Özal iktidar olduktan sonra ilk iş olarak bu petrol yasasını ve maden yasasını değiştirip, güya özelleştirme, özerkleştirme adı altında yabancıların işine yarayacak düzenlemeler yapılmıştı. Ki Türkiye'de yabancılar petrol gibi diğer madenler çıkartırsa ülkeye %68’ini bırakacak, kendisi %32'sini alacaktı. AKP hükümeti iktidar olduktan sonra ilk değiştirdikleri bu yasaydı. Artık madenlerimizi çıkartanlara %68, ülkeye %32 kalacaktı. Bizim partimizi kapatan bir insan olarak (Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak) o günkü Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bile bu yasayı veto etmekten sakınmamıştı. Ta ki Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olunca… Yani Cumhurbaşkanlığı makamı, Hükümet Başkanlığı, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı AKP’nin eline geçtikten sonra bu yasayı daha beter bir şekilde ve yabancı şirketler lehine; çıkarana %88, Türkiye’ye %12 şeklinde değiştirip çıkmışlardı. Bu yasa değişikliğinde o günkü Enerji Bakanı Hilmi Güler'e bu konu sorulduğunda “Efendim bir petrol kuyusunun maliyeti 187 milyon dolar, ya çıkmazsa, paramızı çöpe mi atalım?” demekten utanmamıştı. Spiker de kendisine; “Efendim yabancılar nerede petrol çıkacağını, nereden hangi madenin çıkacağını biliyorlar da siz niye bilmiyorsunuz?” dediğinde program kapatılmıştı.
Abdullah Gül'ün adaylığı, dış güçlerin bir planıydı!
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Şirin Payzın’ın dinleyici olarak katıldığı CNN Türk’teki “Ne oluyor?” programında konuşurken, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesi konusunda: "Abdullah Bey esas olarak tarafsız cumhurbaşkanlığı yaptı. Zaman zaman eleştirdik ama olabildiğince tarafsız Cumhurbaşkanlığı yaptı. Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığı dönemine saygı duyuyorum." diyerek açık kapı bırakmış. Zaten kendisini bir kez de ziyaret ettiğini söylemekten sakınmamıştı. Oysa Cumhurbaşkanlığı döneminde önüne gelen 836 kanundan yalnızca dört adedini veto eden, kalanını onaylayan Abdullah Gül için kendisi başta olmak üzere tüm CHP’li vekiller “Çankaya’nın Noteri” yakıştırmasını yapmışlardı. Ama şimdi birileri (artık o birilerinin kim olduğunu bana söyletmeyin) istediği için kısık ateşte Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığı fikrini pişiriyorlardı.” tespitleri haklıydı.
“Gül’ü Kılıçdaroğlu’nun aklına sokanların haklı oldukları önemli bir husus vardı. Abdullah Gül, Cumhurbaşkanlığı’nın ilk yıllarında olmasa bile 2011-12 yıllarından itibaren giderek kendini Tayyip Erdoğan’dan ayrıştırmaya ve ayrı bir fotoğraf sunmaya başlamıştı. Sn. Erdoğan da, eski dostluklarına ve yol arkadaşlıklarına, “aniden” ortaya çıkan bu tercih nedeniyle kırıldığını ima ediyorlardı. Fakat onu iyi tanıyanlar yüzüne baktıklarında nasıl bir duygusal fırtına yaşadığını iyi biliyorlardı. Abdullah Gül ise gayet profesyonel edasıyla gazetecilerin soruları üzerine verdiği cevaplarla Erdoğan ile aralarında ortaya çıkan üstü örtülü tartışma konuları etrafında rahatlıkla dolaşmakta, kelimelerin üzerinde âdeta sörf yaparak, aralarındaki dostluğa, yol arkadaşlığına, onca yıllık ortaklığa sapladığı bıçağını kanırtırcasına çevirip durmaktaydı.” diyen ve üzülen zavallılar, nedense Gül ve Erdoğan'ın Erbakan'a karşı bir hıyanet ortaklığı yaptıklarını da unutuyorlardı.
Herkesin 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün 2019 seçimlerinde ne yapacağını merak ettiği bir süreçte eski CIA uzmanı Henri Barkey Gül'ün adaylık iddiasıyla ilgili enteresan bir açıklama yapmıştı. Abdullah Gül'ü cesaretsizlikle suçlayan Barkey, “Gül’ü beklemek Godot’yu beklemek demek. Aday olacak cesareti göstereceğini düşünmüyorum.” derken acaba neyi amaçlamıştı.
ABD’deki düşünce kuruluşu Dış İlişkiler Konseyi’nde (CFR) Türk-Amerikan ilişkilerinin masaya yatırıldığı bir panel hazırlanmıştı. Konuşmacılar, hem Türk-Amerikan ilişkileri hem de Türkiye’deki iç gelişmelerle ilgili mevcut sorunları ve geleceğe yönelik olası senaryoları tartışmışlardı.
Dış İlişkiler Konseyi’nden eski CIA uzmanı Henri Barkey, Türkiye’de son günlerin en çok konuşulan konusu Abdullah Gül'ün 2019 seçimlerinde aday olacağı iddialarıyla ilgili çok tartışılacak saptamalarda bulunmuşlardı. Barkey, Abdullah Gül'ün 2019 seçimlerinde aday olacak cesareti gösteremeyeceğini vurgulamıştı. Yoksa bu çıkışlar Abdullah Gül'ü cesaretlendirip kışkırtma amaçlı “Korkma, biz arkandayız!” mesajı mıydı?
Fatih Erbakan, Tayyip Erdoğan'dan yana mı olacaktı?
2019 genel seçimleri için AKP ile MHP arasında kurulan ittifakla ilgili yeni iddialar dolaşmaktaydı. Saadet Partisi'nin AKP-MHP ittifakına katılmaktan uzak durması üzerine, zaten SP yönetimiyle sorun yaşayan Fatih Erbakan'ın bu ittifaka katılacağı konuşulmaktaydı. Saadet Partisi'nden ittifak için olumlu yanıt alamayan AKP kurmaylarının Milli Görüş çizgisinin kurucu lideri Necmettin Erbakan'ın oğlu Fatih Erbakan'ı milletvekili adayı göstermeye hazırlandıkları yolunda haberler çıkmıştı. Kulislerdeki bilgiye göre AKP, Fatih Erbakan ve yanındaki bazı isimleri milletvekili adayı yapacaklardı. Cumhuriyet’ten Erdem Gül’ün haberine göre, AKP, Erbakan soyadıyla verilecek mesajla SP’nin ittifaka katılmamasının yaratacağı olumsuzluğun silinmesine çalışmaktaydı.
Siyaset borsasında haysiyet pazarlığı!
CHP'de milletvekillerinin belirleneceği toplantı öncesi AKP'nin kurucularından Abdüllatif Şener ile Kılıçdaroğlu’nun görüşmesi Ankara kulislerini heyecanlandırmıştı. Abdüllatif Şener’in CHP’den aday göstermeye çalışıldığı, ancak, CHP'nin aday listelerinin açıklanmasının ardından Şener'e listede yer verilmediği ortaya çıkmıştı. AKP'nin kurucularından eski başbakan yardımcısı Abdüllatif Şener de katıldığı televizyon programında, CHP'den milletvekili adayı olacağı yönündeki iddiaları yanıtlarken: "Şu anda benim de bilgim dahilinde bir adaylık durumu yok ama bu olmaz diye bir şey yok. CHP'den siyasete devam edebilirim." açıklamasını yapmıştı.
Beş (5) kere evini ve ailesini terk edip giden ve gayrimeşru ilişkilere girişen bir eşi, altıncı sefer tekrar alıp baş tacı etmek, “mezhebi geniş”likten de öte, “Yahudi meşrep”lik sayılmaz mıydı?
Bir eş-yoldaş düşünün… Evini, ailesini, beyini ve bebelerini bırakıp kaçsın… Başkalarıyla, hatta düşman bildiğin insanlarla aylarca düşüp kalksın, gayrimeşru ilişkiler yaşasın… Haydi diyelim ki bunların ilkini, hatta ikincisini; çocukların hatırına, aile yuvasını kurtarma kılıfıyla bağışlayıp geri aldın… Bu bile asla doğru ve onurlu bir davranış sayılamazken, tam beş sefer böyle evden kaçan ve başkalarıyla kırıştıran bir eşi, hiçbir şey olmamış gibi, altıncı sefer tekrar alıp baş tacı etmek “Geniş mezhepli”likten de öte “Yahudi meşrep”lik sayılmaz mıydı?
Sıradan bir bürokrat iken alıp milletvekili yapacaksınız, yetmez en yetkili bir Devlet Bakanlığına atayacaksınız… Partinin Genel Başkan Yardımcılığına taşıyacaksınız… Rüyasında bile göremeyeceği imkân ve fırsatlar sunacaksınız… Bütün bunlara karşılık, o tutup Yahudi lobileriyle kırıştıracak, Anadolu sanayicisini kalkındırmak üzere emrine verilen parayı harcamayıp, ayarı ve amacı malum Mesut Yılmaz iktidarına aktaracak… Partiyi ele geçirmek ve dış güçlere hizmet etmek için, yapılan istişareyi ve dava hassasiyetini hiçe sayarak kalkıp Genel Başkan adayı olup teşkilatı parçalayacak… Ardından Hak davasına ve Hocasına hıyanet edip ayrılarak AKP’yi kuranlara katılacak… Cumhurbaşkanı olunca, tıyneti ve zihniyeti malum Ahmet Necdet Sezer'in bile imzalamadığı Milli çıkarlarımıza aykırı kanunları onaylayacak… Ve şimdi de tekrar gelip Saadet Partisi'nin Cumhurbaşkanı adayı olacak!..
Ve bütün Milli Görüş camiası da, buna razı olup katlanacak. Niye? Oğuzhan Asiltürk ve sekreteri makamında gördüğü Genel Başkan Temel Karamollaoğlu böyle uygun bulmuşlarmış!
Bu ekipten Atik Akdağ'ın, SP'nin Sivas eğitim kampında, teşkilatımıza ve camiamıza hangi nazarla baktıklarını gösteren, şu fıkrasını bize aktarmışlardı:
Erzurum'un meşhur şarlatan Hocalarından Naim Hoca’ya, bir Ramazan ayında cemaat gelip; “Caminin üst katında teravih kılan kadınların bir kısmının, acele davranıp, imamdan önce ruküye ve secdeye vardıkları” hatırlatılınca, onlara yönelik şöyle bir uyarıda bulunmuşlardı: “Hanımlar, acele edip kendi başınıza davranmanız yanlıştır. Bundan sonra, mutlaka benimle yatacak, benimle kalkacaksınız!..”
Daha önce de hatırlatmıştık: Saadet Partisi sadakat ve samimiyetini ispatlamış, dolgun ve olgun bir kişilik kazanmış, ülkedeki her kesimin itimat ve itibar edeceği, dürüst ve dengeli bir seviyeye ulaşmış, Adil Düzen’i ve Milli Görüş projelerini çok iyi kavramış ve inanmış bir şahsiyeti aday yapmalıdır!..
Yaklaşan BAŞKANLIK seçimi dolayısıyla Saadet Partisi’ne tarihi bir fırsat doğmuş durumdadır. Bu aynı zamanda İmani ve Milli bir sorumluluk kapsamındadır. SP, AKP’ye muhalefet bahanesiyle, CHP-HDP ve İYİ Parti'yle birlikte görünmek yerine; kendi Hak davamızı temsil ve hakikat nizamını tebliğ edecek adayımızı çıkarmalı ve sonuna kadar arkasında durmalıdır. Böylece camiamız:
a) Hem AKP’nin hem de diğer partilerin batıl zihniyetli ve bozuk istikametli adaylarına oy vermek ve onların vebaline girmek zorunluluğundan kurtulacaktır.
b) Hem bu vesile ile Milli Görüş davamızı ve Adil Düzen programlarımızı halkımıza anlatma ve faziletli farkımızı ortaya koyma fırsatı değerlendirilmiş olacaktır.
c) Hem de, değişik parti ve görünüşteki iyi niyetli ve Milli gayretli insanlara, seçimlerde doğru ve olumlu tercih yapma imkânı sunulacaktır.
Bu adayımız ise; öyle Abdullah Gül gibi; davamızdan ayrılmak suretiyle safını ve sıfatını zaten ortaya çıkarmış, yani bizi daha önce yarı yolda bırakmış şaibeli bir kişi değil, davamıza ve Hocamıza sadık, örnek ahlaklı ve yüksek donanımlı birisi olmalıdır.
Bu şuurlu, onurlu ve sorumlu teklife, SP yönetiminden karşı çıkacak kimselerin ise, artık niyetleri de tıynetleri de sorgulanmaya başlanmalıdır. Zira hiçbir Milli Görüşçü iki batıldan birini tercih zorunda bırakılmamalıdır. Davamızı tanıtmak, Hak’la Batıl’ın farkını ortaya koymak ve insanlara doğru tercih imkânı sunmak için doğan bu fırsatı, boş bahaneler ve kof beklentilerle heba etmenin mesuliyeti çok ağırdır. Zira inanıyoruz ki, “Kalpler Allah’ın iki (kudret) parmağı arasındadır” ve sonuçları bizzat Rabbimiz takdir buyuracaktır. Bu imani ve vicdani öneriyi, Partimizin varlık gayesini ve görevini ve İslami sorumluluklarımızın gereğini hiçe sayıp ve güya AKP’ye muhalefet ediyoruz bahanesini kılıf yapıp, batıl ve bozuk zihniyetli oluşumlara figüranlık yapmaya kalkışmak… Veya camiamızı Abdullah Gül gibi ayarını, amacını ve çapını zaten ispatlamış birilerinin peşine takıp çabalarımızı ve heyecanımızı boşa harcatmak, şayet koyu bir gaflet ve cehaletten kaynaklanmıyorsa; bu işe engel olanların mutlaka, kasıtlı kafalı, kısıtlı akıllı ve kısır vicdanlı olduklarını artık anlamak lazımdır. Aksi halde “Siz nasıl olursanız (neye layık ve müstahak bulunursanız) öyle idare olunursunuz.” Hadisi Şerifi biz Milli Görüşçüler için de elbette geçerli sayılacak, neye ve kimlere layık olduğumuz da kesinlik kazanacaktır.
Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamız defalarca hatırlatmış ve haykırmıştı: "Irak'ın işgali için ortaya atılan uydurma bahanelerin hepsi şimdi Suriye için uydurulmaktadır. Güya Suriye, Filistin'deki terörist gruplara ve Irak'taki terörist unsurlara destek çıkmaktaymış. Suriye Arapları ABD'ye karşı kışkırtmaktaymış. Bunların hepsi uydurma bahanelerdir, asıl maksat Büyük İsrail'in kurulmasıdır. Asıl maksat bütün insanlığın köle yapılmasıdır. Asıl maksat “ya öleceksiniz ya teslim olacaksınız!” kararının uygulanmasıdır. Afganistan ve Irak'tan sonra şimdi Suriye ile de kalmayacaklardır. Asıl hedefleri Türkiye'nin parçalanması, yumuşak lokma yapılması ve Arz-ı Mevud'un bir parçası olarak İsrail'e katılmasıdır..."
Bunlar Hocanın, Batıcı dış politikalara ve Suriye macerasına koyduğu önemli teşhis ve uyarılardı. Ama talebeleri (diye yutturmaya çalışılan, Oysa Erbakan'la ve davası ile hiçbir alakaları kalmayan AKP’liler) maalesef bunların tam zıddını yapmaktaydı ve yapmakta ısrarlıydı. Afganistan, Irak ve Suriye'de yaşanan büyük acılar ve ödenen ağır bedeller ortadaydı. Cumhuriyet tarihimizin en derin ahlak bunalımı, gerilim ve kamplaşma ortamı yıkım ve çözülme adımları ile içeriden; bölücü terör, düşmanlık ve ateş çemberi ile dışarıdan kuşatıldığımız bir süreç yaşanmaktaydı. Afrin tamam da, Esat saplantısından ABD, İsrail ve Rusya taşeronluğundan kurtulmadan, Suriye bataklığından nasıl çıkılacaktı?
Erbakan Hoca’nın talebeliğinden kaçıp Siyonizm’in işbirlikçiliğine razı olanlar nasıl bir akıbete doğru koşmaktaydı? Neden hesapları şaştığı halde kendilerine gelmiyor, Hocalarına ve arkadaşlarına bile kulak asmıyorlardı? Yoksa, asırlardır dünyanın kanını emen emperyalistlere yakalarını kaptırdılar da, kurtaramıyorlar mıydı? Bütün dünyaya, bağırıp durmaları, feryatları bundan mıydı? Anlamaya çalışalım: “Esasen siyaseten farklı konuşsalar da, hocanın talebeleri "Millî Görüş" ve "Adil Düzen"den yanaydı. Ama seçtikleri araç, metot ve strateji çok farklıydı.” diyen Sadi Somuncuoğlu, ya bile bile gerçekleri saptırmaktaydı veya hala “Bunlar Hoca’nın talebeleri” diyerek AKP’yi aklamaya yahut Erbakan’ı karalamaya çalışmaktaydı.[2]
Oysa Erdoğan 3 Kasım 2002 seçimlerinden bir gün önce Zaman Gazetesi'ni ziyaret ettiğinde, kendisinin "Menderes ile Özal'ı örnek aldığını" açıklamıştı. Aslında Erdoğan bu söylemi, 15 yıldır, iftiharla tekrarlamaktaydı. Abdullah Gül ise, Clinton ve Tony Blair’i örnek almaktaydı: "Reel politikaya çok önem vermek, yani realist olmak zorundayız... İktidar olmak için dünyayı dikkate almak, reel politik yapmak zorundayız.” buyurmuşlardı. “Erdoğan ve Gül'ün Menderes, Özal ve Tony Blair'i seçmeleri çok anlamlıydı. Bu seçimle, hedefte değil de, hedefe giden yolda Erbakan'dan ayrılmışlardı.” sözleri de tam bir saptırmacaydı. Çünkü Erbakan’la Erdoğanların sadece metotları değil, asıl amaçları çok farklıydı. Bu adamlar neredeyse MHP'nin ve Devlet Bahçeli'nin Erdoğan'a yanaşmasının suçunu bile Erbakan'a yıkacaklardı.
“Erbakan düşüncesinde iki dünya vardı; bunlar İslam ve Hristiyan’dı. Aralarında ilişki, alışveriş, rekabet, çekişme ve çatışma olabilir; bu doğaldı. Ama; ortaklık, ittifak, pakt ve blok oluşturmak gibi köklü iş birlikleri olamazdı. Bu eşyanın tabiatına aykırıydı. Hâlbuki Erdoğan-Gül ikilisi ta 1994 veya 95'lerden itibaren en büyük Musevi vakfı ve ABD ile ilişki kurmaya başlamışlardı. (Bir TV programında, partinin önde gelen yöneticilerinden Şevket Kazan, bu temasların Erbakan'dan gizli Abdullah Gül tarafından yürütüldüğünü açıklamıştı.) Batılı büyük güçlerle uzlaştıkları, çokça yazılmış, tartışılmış, iktidara geldikleri 2002'den itibaren de bu gerçek su yüzüne çıkmıştı.”
Şimdi soralım, bir zamanlar “Abdullah Gül'ün Erbakan'dan gizli, Yahudi lobileriyle karanlık ilişkilere giriştiğini söyleyen” Şevket Kazan’lar, şimdi hangi yüzle ve hangi mazeretle, O Abdullah Gül’ü, Cumhurbaşkanı adayı yapacaklardı? Yoksa o gün de bugün de, bunların arkasında kendileri mi vardı?
Cumhur kılıflı “seçim ittifakı mı?” Yoksa diktatur amaçlı “Rejim tuzağı mıydı?”
7102 sayılı “Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” 13 Mart 2018 tarihinde TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilmiş, 15 Mart 2018 tarihinde Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmış ve aynı gün Resmi Gazete’de yayınlanarak, yürürlüğe girmişti. TBMM tutanağına göre teklif hakkında Genel Kurulda görüşmeler 12 Mart 2018 Pazartesi günü 69. Birleşimin 5. Oturumunda saat 17.21’de başlamış ve 13 Mart 2018 Salı günü 14. oturumunda saat 09.41’de sona ermiş, Kanun teklifinin hem 26. maddesinin, hem de tümünün kaç oy ile kabul edildiği TBMM tutanağına bile girmemişti. Görüşmeler, TBMM Başkan Vekilinin “Teklifin tümünü oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler, Kabul etmeyenler… Teklif kabul edilmiş ve kanunlaşmıştır, hayırlı olsun!” sözleriyle sona ermişti. Kabul edilen bu yasa, genel seçimlerde kutsal ittifak yapacak AKP ve MHP’nin kazanmasına yönelik düzenlemeler içermekteydi. Bu yüzden anayasanın eşitlik ilkesine ve temsilde adalet ilkesine tersti. Ancak hukuk dışı tutum ve davranışlardan kaçınmayan siyasi iktidar için bunların hiç önemi yoktur. “İleri demokrasi” adını verdikleri bu yöntem, birçok hukuksuzluk içermekteydi ve sivil bir darbeydi.
Kabul edilen yasanın içeriği ana hatlarıyla şöyledir: 1- İttifak yapan partiler için %10 seçim barajı gerekmeyecektir, seçim barajında ittifakın toplam oyu esas kabul edilecektir. 2- Sandık Kurulu Başkanları, partilerden kura yöntemine göre seçilmeyecek, kamu görevlileri arasından belirlenecektir. 3- Bundan sonra seçimlerde mühürlü olmayan zarf ve oy pusulaları geçerlidir. 4- Yerel seçimlerde tüm oy pusulaları tek zarfa yerleştirilecek, benzer şekilde Cumhurbaşkanı ile Milletvekili seçimlerinde de oy pusulaları aynı zarfa girecektir. 5- Güvenlik güçleri, sandık çevresinin kapısına kadar gelebilecek, herhangi birinin ihbarıyla sandık başından kişiyi uzaklaştırabilecektir. 6- Seçim güvenliği gerekçesiyle sandıklar, başka bir seçim çevresine taşınabilecek, aynı binada oturanlar farklı sandıklarda oy kullanabilecektir. 7- Seçim bölgelerinin birleştirilmesi ve seçmen listelerinin karma şekilde düzenlenmesine Yüksek Seçim Kurulu karar verebilecektir, bir siyasi parti, bir başka siyasi partinin listelerinden milletvekili adayı gösterebilecektir. 8- Hastalığı ya da engeli olan seçmenlerin oy kullanmaları için, “seyyar sandık” götürülecektir.
12 Eylül 2010 tarihinde yapılan halk oylamasında o günlerin çok saygıdeğer sümüklü hoca efendisi, bugünün teröristi Fetullah Gülen’in söylemi böylece hayata geçirilmiştir ve bizlere ipucu vermektedir. Fetullah Gülen Sn. Erdoğan’ın kazanması için: “Mümkün olsa ölülerin mezarlarından kalkıp evet oyu kullanmasını isterdim.” demişti. Bu yasayla meşru olmayan “mühürsüz seçim pusulası” yasal hale getirilmiştir ve seçim güvenliği AKP’lilerin insafına terk edilmektedir. Kısaca artık sahte oylarla seçim kazanmanın yolu yasal hale getirilmiştir.
Bu seçim hilesiyle, Cumhur ittifakının pusuladaki karesine 3 mühür de basılsa geçerli kabul edilecektir. Peki, bu takdirde hangi partinin kaç oy aldığı nasıl belirlenecektir? sorusuna AKP kurmayları ve hukukçuları hiçbir yanıt verememiştir. Bu seçimlerde %1 oy dahi alsa, barajı geçmiş gibi muamele görecek, yani onun %1’i, %10 kabul edilecek… Ama diğer partilerden diyelim %9,9 oy alan bile barajın altında kalmış gösterilecek ve halkımızın demokratik tercihleri çöpe gidecektir. İşte bu şeytani sistem, Rahmetli Erbakan Hocamızın tabiriyle “demokratur rejimi”dir.
[1] http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-hakan/abdullah-gulun-aday-olmasi-
[2] http://www.yenicaggazetesi.com.tr/erbakanin-talebeleri- Sadi Somuncuoğlu, Yeniçağ Gazetesi, 10 Mart 2018