AKP’liler “Millî Görüş ve Adil Düzen geçmişlerini” unutup inkâr edercesine gömlek çıkararak işe giriştiler; faizci ve zinacı vahşi kapitalizmin muhafazakârı kesildiler… Seksen yıllık kamu birikimlerini yani KİT’leri “özerkleştirmek” ve halka açmak yerine, “özelleştirme” adı altında “sömürü sermayesine” ve onların Türkiye’deki işbirlikçi uzantılarına devrettiler… Soma Kömür İşletmeleri de bu Masonik Sömürü Yağmasından nasiplendi ve işte sonunda büyük felaketle yüz yüze gelinmiştir. Evet Soma maden ocağı Türk kapitalizminin mezarıdır! Kapitalizmin yüzyıl önceki çalışma koşullarını işçilere sunan ve çağdaş köleliği uygulayan bir çalışma tarzıyla ve iş hayatıyla yine yüz yıl önceki iş kazalarının aynısıyla karşılaşmak doğaldır. İnsan hayatının 'ucuz iş gücü’ olarak değerlendirildiği bir dünya görüşünün ilkel biçimlerinden elbette böyle ilkel yıkımlar yaşanacaktır. Taklitçi Türk kapitalizmi, Soma madeninin dibinde kalmıştır. Vahşi, ilkel, kuralsız ve bütün aç gözlülüğüyle bu gömülmeyi yaşamıştır. Bu kapitalizmin bir maden ocağıyla, kısa zamanda ve bir avuç insan emeği ve kanıyla kalkınma gerçekleştirme tarzı Soma maden ocağının altında kalmıştır...
Artık yüzleşme kaçınılmazdır
Siyaset, iktidar, sendika örgütleri, iş adamları, denetim bürokratları, kamuoyunu aydınlatan aydınlar ve yazarlar topluca bu yüzleşmeye katılmalıdır. Kimse kendisini dışarıda tutarak masumlaştırmadan işçiler ile ilgili önemli düzenlemeler, haklar, güvenlik mekanizmaları, sağlıklı denetim sistemleri vs. geliştirmek için mücadele başlatmalıdır. Sınıfsallık, egemenlik, iktidar ve çıkar ilişkilerinin dışına çıkıp insani temelde ve adalet düzleminde davranmalı, Soma bunlar için bir fırsat sayılmalı, Adil Düzen programları mutlaka uygulanmalı ve gerekli şartlar oluşturulmalıdır. “Neden şirketi eleştirmiyorsunuz da Hükümeti eleştiriyorsunuz” diyorlar... Çünkü kömür İşletmelerini kuran devlet, hazır kömür ocağını özel şirkete devreden devlet, kömür ocağını denetleyen devlet, devleti yöneten Hükümet (AKP)... İşte bunun için başımız beladan kurtulmamaktadır.
Özelleştirme ile birlikte ölümler de artmıştır
Yüksek kâr hırsı ve denetimsizlik faciaların en önemli sebebidir. Ocaklar kamunun elinde daha güvenliydi… Tüm yeraltı madenlerin kamunun elinde olduğu 1980-2006 yıllarında meydana gelen kazalarda sadece 10 işçi hayatını kaybetmişti.. Türkiye Taş Kömürü İşletmeleri’nin elinde kalan tek yeraltı maden ocağı olan Tunçbilek’te ton maliyetinin 240 lira olmasına karşın en iyi rödovans sözleşmesi imzalayan firma kömürün tonunu 60 lira karşılığında devlete nasıl satabilmekteydi?
“Soma’da ölenlerin bir çoğu tarımdan ayrılan çiftçi vatandaşlarımızdı!”
Türkiye Ziraat Odaları Birliği Genel Başkanı Şemsi Bayraktar’ın, tarımdan ayrılanların mesleki eğitimleri bulunmadığı için kalifiye işçi olmadıklarını belirterek, “Madenlerde, inşaatlarda düz işçi olarak, düşük ücretlerle çalışıyorlar. Son felakette de ölenlerin çoğu, tarımdan ayrılan çiftçilerimizdir” sözleri dikkat çekiciydi. Şemsi Bayraktar, uzun yıllar ortalamasına bakıldığında Türkiye’de tarımda istihdam edilen sayısının hızla azaldığını hatırlatıp, Türkiye’de tarımda milyonlarca gizli işsizlik olduğunu, bunun hem tarımda gelir seviyesini düşürdüğünü hem de verimsizliğe neden olduğunu söylemişti. Soma’daki madende çalışanların, Manisa’nın, Balıkesir’in, İzmir’in sulu tarım yapılmayan köylerinden geldiğini, kuruda hububat tarımı yapan bu çiftçilerin yeterli geliri elde edemediğini bildiren Bayraktar, şu bilgileri verdi: “Küçük ve verimsiz işletmeler yüzünden tarımda geçimini sağlayamayan çiftçiler, ailelerinin ihtiyaçlarını karşılamak için maden ocaklarında, inşaatlarda düz işçi olarak çalışıyor. Kırsalda yoksulluk şehirlerden çok daha fazla. Kırsal, ülke milli gelir ortalamasının üçte biriyle yaşıyor. İstihdamda yüzde 23.6 pay alan tarım, cari fiyatlarla ülke gayri safi yurtiçi hasılasının yüzde 7.4’ünü karşılıyor. Maden işletmeleri de tarımdan gelen ucuz işgücünü tercih ediyor. Yıllar itibarıyla baktığımızda tarım sektörünün istihdamdaki payının da azaldığını görüyoruz.”
Yıllar itibarıyla hem tarımdaki istihdamın hem de kırsaldaki nüfusun azaldığını söyleyen Bayraktar, “Tarım sektöründen diğer sektörlere istihdam kayması ve göç, Türkiye için kaçınılmaz bir süreçtir. Önümüzdeki süreçte milyonlar tarımdan ayrılacak. Tarımdan ayrılanlar, mesleki eğitimleri olmadığı için kalifiye işçi değildirler. Madenlerde, inşaatlarda düz işçi olarak, düşük ücretlerle çalışıyorlar. Bu işyerlerinde iş güvenliği ve işçi sağlığı standartları iyileştirilemezse büyük ölümler kaçınılmaz olacaktır. Son felakette de ölenlerin çoğu tarımdan ayrılan çiftçilerimiz” tespitleri üzerinde düşünmek ve yeni tedbirler geliştirmek gerekirdi.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Soma ziyaretinde yaşanan arbedede tokat yiyen Taner Kurucan: “Maalesef tokat olayını yaşadım, Başbakan’ın gerginliğine veriyorum!” açıklamasını yapmıştı.
Yüzlerce vatandaşımızın hayatını kaybettiği Soma’daki maden kazası sonrasında Soma’ya gelen Başbakan Erdoğan’ın protesto edilirken bir markete girerek kargaşadan uzaklaşması sırasında markette bulunan Taner Kurucan, o gün yaşananları olay yerinde bulunan muhabirlere anlatmıştı. Kurucan yaşadığı olayın politize edilmeye çalışıldığını ve medyanın sürekli telefonla kendisini arayarak “tokat” olayını konuşmak istediklerini söyledi. Söylemediklerinin söylenmiş gibi yazılmasından çekindiğini anlatan Taner Kurucan “tokat” olayının iç yüzünü tüm gerçekliği ile aktarmıştı.
Başbakan’ın Soma’ya geldiği gün markette neler yaşanmıştı?
Ben marketin bulunduğu civarda oturuyorum. İkindi civarlarında bir şeyler almak için markete gittim. Alışveriş esnasında dışarıda bir kalabalık gördüm. Başbakanın markete doğru geldiğini görünce ben de dışarı çıktım. Dışarıda arbede yaşanıyordu. Hemen uzaklaşmaya çalıştım. Tam o esnada korumalar Başbakanı markete soktular. O itiş kaçış esnasında kendimi içeride buldum. Korumalarla göz göze geldik. Başbakanın çok öfkeli olduğunu gördüm. Çünkü Başbakana ağza alınmayacak hakaretler ettiler. Aynı ortamda bulunduğumuzdan dolayı Başbakan beni eylemci zannetti. “Niye yuhalıyorsunuz lan” dedi. Benim alakam yok Başbakanım dedim. Tam o sırada Başbakandan tokadı yedim ve korumalar darp etmeye başladı. Hatta kasiyer bir bayan korumalara dövmeyin, o bizim müşterimiz diye bağırdı.
O yumruk ve tekmeler milletin onuruna atılmıştı!
Soma’da Başbakan Erdoğan’ın yaralı insanlara, onların acısını paylaşanlara yumruk atması, korumalarını tekme tokat üzerlerine saldırtması, nasıl bir kızgınlık, hatta azgınlıktır. O insanlara atılan yumruk ve tekmeler esasında hepimizin haysiyetine, onuruna atılmıştır. Böyle bir olay dünyanın herhangi bir ülkesinde olsa, o başbakan o koltukta iki saat oturamayacaktır. O danışmanlar, o koruma görevlileri insan içine çıkacak cesareti bulamayacaktır. Peki ya AKP’nin dindar seçmeni niye hala susmaktadır? Siz bu utançla nasıl yaşayacaksınız? Yıllarca itildiniz, aşağılandınız, hor görüldünüz, dışlandınız. Birinci olduğunuz okulun mezuniyet törenlerinde başınızdan başörtünüz alındı. Şimdi, sizin oylarınızla iktidar olanlar, bu ülkenin insanlarına işgal kuvveti gibi davranmaktadır… Dualarınızı, gayretlerinizi, emeklerinizi sadece bu günlere kavuşmak için mi harcadınız? “Senin tekmelerine sağlık” diyen Akit yazarı ile aynı ayarda va aynı kulvarda bulunmaktan utanmayacak mısınız?” tespit ve tenkitleri yerden göğe haklıdır.
Türkiye’yi acıya boğan maden kazasında skandal: Tekniker defalarca uyarmış, amirler oralı olmamıştı!
Ölüm madeninden sağ kurtulan kazı ustası Mehmet Ali Dinçer, aynı mesaide çalıştığı elektrik teknisyeni arkadaşı Ergün Sidal’ın 17 gün önce kablo ve panoyla ilgili amirlerini uyardığını ancak önlem alınmadığını söylüyordu. O madende hayatını kaybeden Sidal ile bu yüzden amirlerinin tartıştığını belirten Dinçer, buna rağmen önlem alınmadığını ve arkadaşlarının öldüğünü ifade ediyordu. Manisa’nın Soma ilçesinde meydana gelen maden kazasında olaydan 6 saat sonra sağ olarak kurtulan madenci Mehmet Ali Dinçer o anları anlatıyordu. Olayın saat 14.50 gibi meydana geldiğini belirten Dinçer, “Patlama olduğunu söylediler ancak ben uzaktaydım ses duymadım. Amirimiz kablo kısmında patlama olduğunu ve yukarı çıkmamızı söyledi. Çıkış noktasına uzaktık. Belirli bir mesafe geldikten sonra arkamızdan duman geldi. ‘Herkes maskesini taksın’ dediler biz de taktık. Taktıktan sonra 150 metre kadar yürüdük duman iyice bastırdı. Göz gözü görmez oldu. Önümüzü göremedik mesafe 1 metreye kadar düştü. Plastik boruları testereyle kestik. Oradan bir süre hava aldık. 45 dakika geçti maskenin kullanımı bitti. Bizi başka bir yöne doğru yönlendirdiler. Önce daha iyiydi temizdi. Daha sonra üstümüze duman geldi. O esnada arkadaşlarımız bayıldı. O andan itibaren duman iyice çöktü, nefes alamaz hale geldik. Çamurla abdest alıp dua etmeye başladık. Konuşmadım kimseyle enerjimi harcamadım. Sadece bekledim. Ondan sonra arkadaşlarımın çoğu bağıra bağıra bayıldı. Bizim sayımız orada 142’ydi. Üşümeye başladım. Bir ara temiz hava geldi kendime geldim biraz. Bir arkadaş geldi ‘hadi’ dedi. Biz yavaş yavaş hareket ederken ölü yaralı bilmiyorum komple insan vardı. Adım atacak yer yoktu. İnsanların üstüne basarak yürüdük.” diye konuşuyordu.
Tedbirsizlik ve denetimsizlik suçu işleyen iktidar ve iş adamları, toplumu “takdir”le avutmaya çalışmıştı
Soma’da yaşanan ve 300'den fazla cana mal olan kömür madeni faciasında hayatını kaybedenlere rahmet, ailelerine sabır ve sekinet dilemekten başka maalesef elimizden bir şey gelmemektedir. Bu elim olay iki kesim tarafından istismar edilmektedir: Bazı muhalifler; hükümet aleyhinde kullanmak ve halkı kışkırtmak için bu hadiseyi bir fırsat ve bahane olarak değerlendirmektedir; AKP Hükümeti ve işveren firma yetkilileri ise “ilahi kader” deyip geçiştirmektedir. Oysa Kur’an-ı Kerim: “İnsanların kendi elleriyle (yaptıkları tahrip ve ihmallerin sonucu) kesb ettikleri (meydana getirdikleri) nedeniyle, yeryüzünde ve denizlerde fesat (bozulma ve felaketler) yaşandığını” (Rum:41) haber vermekte, ilgili ve yetkilileri tedbirli ve dikkatli olmaya davet etmektedir. Bu konuda “kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!.” (Bakara:195) “Size dokunan her musibet, kendi ellerinizle (işlediğiniz yanlışlık ve haksızlıklar neticesi) kesb edilen şeyler yüzündendir” (Şuara:30) ayetleri üzerinde durmak ve sorumluluklarımızı kuşanmak gerekir.
Kaza ve kader ‘Kelam İlmi’nin sahasıdır ve kadere iman, dinimizin inanç esaslarındandır ve Amentü cümlesinde yer alır. Yani “Kaderin hayrının da, şerrinin de Allah’tan olduğuna iman ettim” itikadı tevhidin vazgeçilmez bir parçasıdır. Kaza ve kaderin tarifini Ehl-i Sünnet’in akaid imamlarından Ebu Mansur Mâturîdî rh.a. (v. 333/944) şöyle yapmaktadır: “Kader; ezelden ebede kadar olacak, meydana gelecek, olup biten bütün olaylara hakim olan küllî ve ilahi bir hükümdür, ezeli bir programdır. Ezelde verilen bu ilahi hükmün yokluktan fiil haline gelmesi de “kaza”dır. Yani kader, Cenab-ı Hakk’ın ezelden ebede kadar olmuş ve olacak, iyi kötü her şeyin oluş vaktini, yerini ve her türlü özelliklerini ezelde bilmesi, öylece takdir ve tespit etmesi hakikatidir. Kaza ise, zamanı gelince ezelî ilmine ve takdirine uygun olarak eşya ve olayları yaratmasıdır.” İmam Azam Ebu Hanife rh.a. ise bu hususu Fıkhu’l-Ekber adlı eserinde şöyle açıklamıştır: “Yüce Allah her şeyi yaratmadan önce ezelî ilmiyle bilip durmaktadır. Eşyayı varlık sahasına çıkarmadan önce takdir ve kaza eden de Cenab-ı Hakk’tır. Gerek dünyada gerek ahirette her şey O’nun bilmesiyle, dilemesi ve takdir etmesiyle Levh-i Mahfuz’a yazılmıştır. Fakat Levh-i Mahfuz’a yazılması vasıf (olacakları tasvir) suretiyledir; hükmetme cihetiyle değildir!”. Fıkhu’l-Ekber şarihi Ebu’l-Münteha, İmam Azam rh.a.’in, “Hüküm suretinde yazmadı, vasıf suretinde yazdı” cümlesini şöyle açıklamaktadır: “Yüce Allah Levh-i Mahfuz’da yazılı olanları sebepsiz, mücerred bir hüküm vermek suretiyle yazmadı. Mesela, Ali mümin olsun, Zeyd de kâfir olsun diye yazmadı. Eğer böyle olmuş olsaydı, Ali iman ile zorlanmış, Zeyd ise mecburi olarak imansız olacaktı. Fakat Yüce Allah öyle hükmetmedi. Levh-i Mahfuz’a şöyle yazdı: Ali, kendi tercih, seçim ve kudretiyle imanı seçip mümin olacak ve küfrü istemeyecek. Zeyd ise kendi tercih, seçim ve kudretiyle küfrü tercih edip iman etmeyecektir.” Bu tariften anlaşıldığına göre, kader yüce Allah’ın İlim ve İrade sıfatının bir tecellisi, kaza da Kudret ve Tekvin (Yaratma) sıfatının eseri olmaktadır.
Kaza doğrudan İlahî takdire havale edilince beşer planında “failsiz suç” kavramı yerleşir, bu da hem kastı veya kusuru olanların sorumluluğunu ortadan kaldırır, hem de benzer kazaların tekrarlanmasının önünü açar. Konu “İlahî takdir” ile “beşerî tedbir” düzleminde ele alınmalıdır. Varlık âlemi, Allah’ın ilmi, iradesi ve kudreti altındadır. O dilemedikçe bir yaprak kımıldamaz. Bu doğru, peki O’nun emrine ve hükmüne rağmen insan kötü niyet ve eylemde bulunur mu? El-cevap: Evet. Akıl ve bilinç sahibi insan dışındaki varlıklar Allah’ın iradesine aykırı bir fiilde bulunmazken, insan sahip olduğu iradesini Allah’ın rızasına ve muradına (emrettiklerine) aykırı yönde kullanabilir, bu da, insanın imtihanıdır.
Akıl, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, faydalıyı zarar verenden, hayrı şerden ayırma yeteneğidir. İdrak ise, iyiyi kötüye, güzeli çirkine, faydalıyı zararlıya, hayrı şerre tercih etme kabiliyetidir. O kudrete ve bu kabiliyete cüz’î irade adı verilmiştir. Peki, cüz’î irade nasıl tecelli eder? Allah’ın varlıkta ve tabiatta geçerli olan yasaları vardır. Bunlara aykırı hareket edildiğinde zarar takdir etmiştir. Ateş yakıcıdır, iğne batıcıdır. Akıl bunun farkındadır. Buna rağmen insan kendisini ateşe atarsa yahut hatası sebebiyle iğneyi kendine batırırsa burada suçlu ateş ya da iğne veya ilahi kader sayılmayacaktır. Evet, mikroplar vücuda girerse insan hastalanır. Uçurumdan atlayan ölecek veya sakatlanacaktır. Yüzme bilmeyen denize atlasa boğulacaktır. Uçaklar uçuyorsa, araçlar seyrediyorsa, tarla ürün veriyorsa İlahî sünnetlerin değişmeden işlemesinin sonuçlarıdır. Hastalığı ilaçla tedavi ederiz ama şüphesiz ilacın bizatihi kendisinde şifa yoktur, şifa Allah’tandır. İlaç sebeptir, araçtır. Şifayı ilacın kendisine hamledersek ona uluhiyet atfetmiş oluruz. Ancak biliriz ki şifa Allah’tan, ama tedbir/tedavi yolları arayıp bulmak insandandır. Allah rahmeti, inayeti ve yasalarıyla tabiata, tarihe ve hayata müdahildir. İşte kişi, kendi istek ve iradesi ile yaptığı işlerden sorumlu tutulacaktır. Kişinin özgürce iradesini ve tercih hakkını kullanması, kendisine sorumluluk ve sonuçlarına katlanma yükümlülüğü doğurmaktadır. Yaptığımız ve yapacak olduğumuz her şey kaderimizde vardır. Ama bu durumun bizi zorlayıcı ve irademizi yönlendirip kötüye kaydırıcı olduğunu söylemek sapkınlıktır.[1]
İshak Alaton “başkalarını suçlama” yerine başta kendisi olmak üzere bütün sanayicilerin bu faciada payı olduğunu söylüyor! İshak Alaton diyor ki:
“Somadaki olay bir günahtır. Büyük bir günahtır. İnsanın yarattığı bir günahtır. Bütün sanayicilerin bunda payı vardır. Bu günahı hep birlikte idrak etmeliyiz, paylaşmalıyız! Ben de dâhilim bu günahın içine. Çünkü zamanında alınması gereken tedbirleri anlatmamışız! Hâlbuki bu tedbirler Almanya’da alındı. Almanya bugün Türkiye’den birkaç kat fazla kömür üretiyor. Fakat hiç böyle olaylar olmuyor. Çünkü gereken tedbirler alınıyor! Kömür çıkarmak için kazma kürekle adam gönderilmiyor. Onun yerine robotları kullanıyor. Herhangi bir olay karşısında makineyi kaybediyor, insanı kaybetmiyor. Almanya insana kıymet veriyor, makineyi gözden çıkarabiliyor! Türkiye’nin özelliği ise makineye yatırım yapmıyor, insanı kolaylıkla gözden çıkarıyor. Türkiye’de insan çok ucuz, makine pahalı. Ben diyorum ki, makineyi yapalım ve insanı koruyalım. Hepsi bu kadar!”
İyi de bir ömür boyu: “Türkiye sanayileşsin!.. Türkiye makine yapan fabrikalar üretsin!.. Türkiye teknolojik kalkınmasını gerçekleştirsin!.. diye çırpındığı halde, iş adamlarından, sendika baronlarına, solculardan sağcılara bütün gaflet ve dalalet ehlinin haksız hücumuna uğrayan Erbakan değil miydi? 12 yıldır tek başına iktidar olduğu halde hala bir yerli otomobil yapmayı bile beceremeyen, basit maden robotları ve yaşam odaları bile üretemeyen bu Recep T. Erdoğan’ı destekleyenler de bu muhterem münafıklar değil miydi? Bu arada Soma Maden Şirketi sahibi Alp Gürkan’ın damadının Yahudi olduğunu söyleyip, AKP’nin ihmal ve işbirliğini aklamaya çalışan Akit Gazetesi, niye acaba Sn. Başbakan’ın boynunda Yahudi Lobilerince takılan cesaret madalyasını hiç gündeme getirmezdi?
Levent Gültekin’in iddiaları tam bir safsata ve saptırmacadır!
“Nasıl oluyor da daha çocukluğundan itibaren “Aman makam çok tehlikeli, para insanı şaşırtır, güç sizi yoldan çıkarır…” diye dini öğretilerle büyüyenler ilk sınavda çakıyorlar? Bana göre iktidar insanı bozmuyor, ama gerçek kişiliklerinin ortaya çıkmasını sağlıyor. Eğer bozsaydı Japonya’da da bozmaz mıydı? Ya da Almanya’da? Mesela 700 Euro haksız kazanç iddiası üzerine istifa eden batılı devlet başkanlarını da bozması gerekmez mi? Feribot kazası üzerine istifa etmek zorunda kalan Koreli bakanı niçin bozmadı? Korumasız, eskortsuz gezen Danimarka Başbakanı gördüm. O niye iktidarda güç sarhoşu olmuyor?
Görünen o ki bu tür bozulmalar sanki Müslüman ülkelere has.
Sakın yanlış anlamayın Batılılarda benzer değişim, bozulma hiç olmuyor demiyorum. Fakat iktidar, güç onlarda 100 kişiden 10 kişiyi yoldan çıkarıyorsa bizde 100 kişiden 95’ini azdırıyor. Niçin peki? Neden insanlar güce kavuştuklarında yoldan çıkıyorlar? Niçin kurdukları TV’ler, gazeteler, partiler “günün şartları böyle gerektiriyor” diyerek ilk fırsatta falso veriyor? Çünkü sarığına, sakalına, ağdalı sözlerine, namazına, eşinin başörtüsüne, dilindeki hamasi sözcüklere göre insanlara değer veriyoruz. Kur’an okuyan başbakan karşısında sevinçten nefesimiz kesiliyor, gözlerimiz doluyor. “Allah” diyen adam bizim için çok kıymetli. Liyakate bakmıyoruz. Hakkaniyet gözetmiyoruz. O adamın yetersizliğini, iş bilmezliğini, tembelliğini… Hoş görüyoruz. Onu “bizden” sayıyoruz. Onunla aynı dili konuştuğumuzu sanıyoruz. İdeolojik yakınlık hissi, bizi sersemletiyor. Fakat o ideoloji elbisesi altındaki gerçek karakterden zerre kadar haberimiz olmuyor. Resimden anlamayan birinin sahte bir tabloya bütün parasını vermesi gibi. İnsanları ideolojilerine, inançlarına, ibadetlerine, hamasi sözcüklerine göre değil de evrensel değerlere göre değerlendirsek aynı hüsranı yaşar mıyız? Sanırım iyi, şahsiyetli, sağlam karakterli insanları tanımak için sağlam bir şahsiyete, yüksek bir ahlaka, ve kişiliğe ihtiyaç var”[2] diyen ve İslamcı olarak bilinen Sn. Levent Gültekin’in bunları, ya hesaplı bir çarpıtmayla veya bazı odaklara yaranma duygusuyla yazıyor; böylece yanlış fetvalara ve haksız ithamlara yöneliyordu.
1- Önce, doğrularla yanlışları harmanlayarak ve bir takım önyargılarla gereksiz kaygıları karıştırarak; kasıtlı olarak bazı algılar oluşturmaya yönelik yazdığı hissi doğuyordu.
2- “Bir takım dini öğretilerle büyüyenlerin daha ilk sınavda çaktıklarını!..”
“Japonya’da, Kore’de, Almanya’da ve Danimarka’da, insanların maddi imkân ve makam’la “güç sarhoşu olup şımarmadıkları” halde, bu tür bozulmalara nedense hep İslam coğrafyasında rastlandığını” belirtip sanki “ahlaki yozlaşmanın İslam Dininden kaynaklandığı” şeklinde bir kanaat mi pompalanmak isteniyordu?
3- “İnsanları ideolojilerine, inançlarına, ibadetlerine, hamasi sözcüklerine göre değil de, EVRENSEL DEĞERLERE göre kıymetlendirmek gerektiği” iddiasında ise tam bir safsata ve sapkınlık sırıtıyordu. Oysa şu soruların yanıtı verilmiyordu:
a- Bu “evrensel değerlerin”, kaynağı, dayanağı ve kuralları nelerdir? Yoksa yeni bir din mi icat edilmişti?
b- Bu “evrensel değerler” diye, Batının “dışı nefis, içi necis” olan ve gerçekte bozulmuş Yahudilik ve Hıristiyanlık geleneğinin bir karışımı olarak sunulan cahili değerler mi kastedilmektedir?
c- Oysa asıl ve gerçek evrensel değer, şu muhteşem ve mükemmel evrenin sahibi olan Rabbimiz gönderdiği Kur’an’ı Kerim’in ve Hz. Peygamber Efendimizin öğretileridir.
4- İddialarınızın aksine, bugün bile, şeytanı dahi utandıran her türlü haksızlık ve ahlaksızlık Batıda, Gayri Müslim Dünyada ve özellikle bunların yüksek ve yönetici tabakasında görülmektedir.
5- Yoksa böylesi gayretlerle; “İslamcı” bilindiğiniz veya öyle geçindiğiniz halde, dolaylı ima ve ifadelerle ve istisnai örnekleri genellemek suretiyle İslamı ve Müslümanı yerip yaralama, buna karşılık “evrensel değer” denilen Batıl kavramlara ve barbar Batılı odaklara yaranma gayesi mi güdülmektedir?
Ama Sn. Gültekin’in:
“Bana göre iktidar insanı bozmuyor, ama gerçek kişiliklerin ortaya çıkmasını sağlıyor” ve “Resimden anlamayan birisinin sahte bir tabloya bütün parasını vermesine benziyor” tespitlerine ise katıldığımızı ve alkışladığımızı belirtmemiz gerekmektedir.
--
Temmuz 2014 - Milli Çözüm Dergisi
[1] Abdullah Demir, Milli Gazete
[2] İnternethaber / 27 05 2014