Bugün şahitleriyle ve tarihi belgeleriyle ortaya çıkan gerçeklere göre; İsmet İnönü, birtakım başarılarını Atatürk’ün himayesinde kazanmış, hatta bazı başarısızlıklarını da yine Atatürk’ün sayesinde kapatmıştır. Kendi kontrolünden çıktığında hangi odakların güdümüne gireceğini çok iyi sezen Atatürk, vefatından önce ve hastalığının arttığı süreçte, İsmet İnönü’yü, her türlü yetkilerden soyutlayarak hükümetten ve yakın çevresinden uzaklaştırmıştır. Ancak ne var ki, Atatürk’ün şüpheli ve şaibeli ölümünden sonra o malum merkezler, İsmet İnönü’yü Cumhurbaşkanlığına taşımış, Atatürk’ün bütün kadrolarını saf dışı bırakmış, Atatürk’e yönelik İzmir suikastına karışıp yurtdışına kaçan insanları geri çağırıp önemli makamlara atamışlardır. Kontrol altına aldıkları İsmet İnönü eliyle, Atatürk’ün fotoğraflarını resmi dairelerden indirmek, paralardaki resimlerini sildirmek ve hatta Atatürk’ün vasiyetine rağmen, Çankaya’da mütevazi bir mezarı çok görüp, Etnografya Müzesi mahzenlerinde yıllarca bekletmek şeklindeki gizli ve derin intikam girişimleri yanında, Atatürk’ün devrimlerini ve hedeflerini saptırma ve yozlaştırma faaliyetleri başlatılmış ve daha da beteri, Milli ve manevi değerlerimize yönelik her türlü talan ve tahribatlarını o bahane ile gerçekleştirmek üzere Atatürk’ü tabulaştırmaya ve resmen putlaştırmaya çalışmışlardır. İsmet İnönü’ye “2. Adam… Milli şef…” gibi sıfatları takıp, kendi hıyanet ve mel’anetlerini onun üzerinden kolaylaştıran ve meşrulaştıranlar da bunlardır. Yani küresel Siyonizm’in Türkiye temsilcisi olan Sabataist kadrolar ve Masonik odaklardır.
Erbakan Hoca’nın İsmet İnönü’sü ise, Recep T. Erdoğan’dır!
Aynı odaklar ve aynı maksatlarla, Erbakan Hoca’ya karşı da; Recep T. Erdoğan’ı hazırlamış, ayarlamış, Milli Görüş’ten koparıp ayırmış ve iktidara taşımışlardır. Sn. Recep T. Erdoğan’ın keşfedilip reklamının yapılması, ayartılıp uyarlanması ve Erbakan’a karşı kışkırtılıp kullanılması, Erbakan’dan intikamın ilk aşamasıydı. Daha doğrusu bu çabaları, Erdoğan’ı hazırlamanın ilk “aşı”larıydı… Daha önce İzmir adayımız Turgut Özal’lar ve eski Sanayi Bakanımız Abdülkerim Doğru’lar da böyle ayartılmış, 12 Eylül’den sonraki süreçte, Abdülkerim Doğru MHP’nin yerine kurulan MÇP’nin başına oturtulmuş, Turgut Özal’a ise Anavatan Partisi kurdurulmuş, ardından iktidara taşınmıştı. Yani Erbakan’a hıyanet, bunlara Bakanlık, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yollarını açmaktaydı. Gerçi kaderi İlahinin cilvesiyle, bu girişimlerden bile Erbakan’ın Hak Davası dolaylı da olsa kârlı çıkmış; istismar edilen İslami değerlerin ve Milli Görüş düşüncesinin bu partiler ve taraftar kesimler arasında yaygınlaşmasına yol açmıştı. Toplumun sağ-sol gibi farklı katmanlarında Erbakan’a duyulan ama açığa vurulamayan ve oy olarak sandığa yansıtılamayan itimat ve itibarı istismara kalkışanların bu davranışları bile Aziz Milletimizin ve bizi millet yapan değerlerimizin lehine sonuçlar doğurmaktaydı.
AKP’nin Bir Dış Proje Partisi olduğu bizzat kendi yandaş yazarlarının itirafıydı!..
a- Erbakan’ın tarihi projelerinden ve hedeflerinden kopup ayrılmak.
b- İsrail’in yayılma politikasına ve Siyonist amaçlarına kolaylık sağlamak.
c- “Ilımlı İslam” safsatasına sahip çıkıp Yüce Dinimizi yozlaştırmak gibi şeytani şartları kabul etmek karşılığı AKP’nin Milli Görüş’ten koparılıp iktidara taşındığını, baştaAbdurrahman Dilipak olmak üzere, bizzat kendi yandaş yazar ve yorumcuları defalarca açıklamışlardı. İşte bütün bunlara dayanarak diyoruz ki; Atatürk’ün vefatı üzerine ve ona rağmen İsmet İnönü’yü iktidara taşıyan ve “Kemalizm” şarlatanlığı ile Atatürkçülüğü ve devrimleri yozlaştıranlarla, Erbakan’a rağmen, ama “Onun gizli planı ve devamı”görüntüsüyle Recep T. Erdoğan’ı öne çıkarıp iktidara hazırlayanlar da aynı odaklardı. Hatta Recep Beyi parlatma ve topluma pazarlama sürecinin bir aşaması olan 4 aylık cezaevinden çıktıktan sonra, onu evinde ilk ağırlayan, şimdi Fetö’cülükten hapiste yatan Nazlı Ilıcak Hanımdı. Nazlı Hanım, Ertuğrul Özkök’ün de katıldığı özel yemekte, Abdullah Gül, Ömer Çelik ve Recep T. Erdoğan’la özgürlüğe(!) kavuşmasını kutlamışlardı. Hatta bundan kısa bir zaman sonra, şimdi koyu muhalif yazar Ertuğrul Özkök’ün eski damadı Ercan Saatçi’nin evinde aynı ekip yine bir yemek masasında buluşmuşlar ve “gelecek planları” üzerinde konuşmuşlardı. Anlaşılan Ertuğrul Özkök, malum odakların direktiflerini “düşünce ve öneri” kılıfıyla sunmuşlardı. Modacı Ivana Sert’in halâ; “Erdoğan dünyanın en iyi lideri; Emine Hanımefendi ise en sevimli first leydisidir!” övgüleri aynı senaryonun bir devamı olmasındı!?
Türkiye’nin Milli Kalkınmasını durduran ve Amerika’ya bağımlı konuma taşıyan İsmet Paşay’dı!
“Uğur Mumcu, İlhan Selçuk gibi önemli isimler yıllarca ABD'nin Türkiye'yi içeriden kuşattığını yazmıştı. Bu yaklaşımı büyük oranda "sol" olduğunu söyleyen CHP de paylaşmıştı. Ve ilginçtir bu kesimler, sürekli ABD emperyalizmi üzerinden sağ iktidarları suçlamıştı. Tabii sağ iktidarlar da günahsız değildi ama eğer ABD ile ilişkiden söz ediyorsak, İsmet İnönü'lü solun da bir o kadar günahı vardı. Bugün sokağa çıkıp, "Truman Doktrini'yle başlayan bu ilişkiyi kim başlattı?" diye sorulsa; “Demokrat Parti” olacaktı. Oysa gerçek bundan ibaret sanılmasındı. Çünkü 1947'de İsmet Paşa döneminde yapılan antlaşmanın altında CHP'li Başbakan Hasan Saka'nın imzası vardı. Bugün ABD ile yaşadığımız bütün problemler o ilk adımda saklı. MİT'inden Özel Harp Dairesi'ne kadar her şeyimizi kontrol eden bir ABD gerçeği böyle başlamıştı. Ve ABD'nin önü o antlaşmayla açılmıştı. Bu gerçeği seslendiren sol Kemalist aydınlardan M. Emin Değer, ABD-Türkiye ilişkileri üzerine çok sayıda kitap yazmıştı. Onlardan biri de "Oltadaki Balık Türkiye" kitabıydı ve tam da bugün yaşadığımız ABD gerçeğine ayna tutmaktaydı. Sn. Değer, o başlangıcı şöyle anlatmıştı: "Türkiye ve Yunanistan'a Yardım Kanunu olarak adlandırılan Kongre Kanunu, bizim ve Yunanistan'ın ABD'ye 'bağımsızlık ve varlığımızın sürdürülmesine yardım edilmesi' için başvurduğumuzu belirten bir yalanla başlamıştı. Bu paragrafı ne zaman okusam, Bağımsızlık Savaşı şehitleri karşısındaymışım gibi utanç duyarım..." Aslında Türkiye o yardımlar ve o ilk antlaşmayla oltaya yakalanan balık konumundaydı. Değer'e göre Türkiye'yi oltadaki balık yapan ise İsmet Paşa'ydı. Onun kendisini nasıl hüsrana uğrattığını şu sözlerle anlatmıştı: "Ve nasıl olur da bir ülkenin lideri ülkesinin yazgısını bir başka ülkenin sorumluluğuna bağlardı.(!?) Evet, öyleydi Mustafa Kemal'in ülkesi, onun arkadaşı İsmet Paşa'nın izlediği politikanın esiri olmuştu."[1]
Hatta İsmet Paşa 1964'te yaşanan Johnson Mektubu skandalının da kahramanıydı. Kıbrıs’taki kardeşlerimize uygulanan katliamlara karşı “paşalık” palavralarına başlayan İsmet İnönü ABD Devlet Başkanı Johnson’ın yazdığı uyarı mektubuyla geri adım atmıştı."İnönü'den açık bono" başlıklı gizli belgede, İsmet İnönü ile ABD Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı General Lawton Colins arasındaki konuşmalar herkesin ayarını ortaya koymaktaydı ve her şeye ayna tutmaktaydı.
Atatürk’ün İnönü’yü devre dışı bırakması!
Atatürk 1932 yılında Başbakan İnönü hükümetini denetleme kararı almıştı. Yakınlarına,"Bu adamı çok başıboş bıraktık... Bir göz atalım hele, ne olup bitiyor görelim!" dediği ortaya çıkmıştı. “Politikada 45 yıl” kitabında, Atatürk'ün bu denetleme girişiminin nasıl başladığını Yakup Kadri Karaosmanoğlu şöyle anlatmıştı:
"O gece epeyce tenhaydı. Tamamı dokuz on kişi kadardık. Atatürk'ün yanında Afet Hanım (Afet İnan) öbür yanındaysa eşim oturmaktaydı. Karımla benim aramda da Atatürk'ün meclislerinde ilk kez gördüğümüz (İktisat Vekili) Mustafa Şeref yer almıştı. Hemen her gece sofrada olan Nuri Conker ve Kılıç Ali de vardı. Gene ilk kez sofraya davet edilen Konya Milletvekili Hamdi, Nuri Conker'in solunda oturmaktaydı… Yemeğin sonlarına doğru ne olduysa, Atatürk sert bir sesle Mustafa Şeref'e 'Biz yanımızda çalışanları o görevlere pek fazla düşünmeden, araştırmadan getiririz. Benim yanımda görev yapan ve çok güvendiğim iki üç kişinin bu güvene layık olmadıklarını yıllar sonra anlayabildim... Örneğin Mustafa Şeref Bey, sizin yanınızda çalışan bir Sanayi Genel Müdürü varmış. Nasıl bilirsiniz onu?' "Dürüst, çalışkan ve değerli bir arkadaşımızdır efendim!.." Bunun üzerine Atatürk kıpkırmızı kesildi ve o güne kadar görmediğim bir öfkeyle elini masaya vurdu, Mustafa Şeref Beyi azarlamaya başladı. Adamın yüzü önce kıpkırmızı sonra da mosmor kesilmişti:
“O sizin dürüst ve değerli arkadaşınız, ülkenin iktisadi ve sınai gelişmesini baltalamaktan başka bir şey bilmeyen bir adamdır. Bizim 250 bin lira sermayeyle kurulmuş, bugün üç dört milyon liralık bir kuruma dönüşmüş ulusal bir bankamız var! İşte bu banka, sizin bakanlığınıza, bir kâğıt fabrikası kurmak için ruhsat almak amacıyla başvurmuş ve sizin değerli arkadaşınız, nedendir bilmem, bin türlü güçlük çıkarmıştır. Başvuruda yasalara aykırı hiçbir şey yok; ben oturdum ve satır satır inceledim. Arkadaşınız kötü niyetle hareket etmiştir, bazı olumsuz çevrelerin isteği üzerine işi yokuşa sürmektedir..!” Atatürk ne kadar konuştu bilmiyorum ama 'olumsuz çevreler' derken öteden beri İş Bankası'nın girişimlerini denetim altına almaya çalıştığını, yönetim kuruluna atanan kişileri veto etmeye bile kalkıştığını duyduğum İsmet Paşa'dan söz ettiğini anlamamak mümkün değildi!"
Daha sonraki akşam İsmet Paşa sadece sofraya üç saat geç gelmekle kalmamış, oturur oturmaz garsonlardan birine getirttiği Akşam gazetesini masanın üzerine serip okumaya başlamıştı. Atatürk: "Ne okuyorsunuz o kadar dikkatle. Yoksa bizim dizbağı nişanını mı?" diye sormuşlardı. İnönü: "Dizbağı nişanı da ne?" diye sorunca, Atatürk: "Aa duymadınız mı? Bir Amerikan gazetesinden alıntı yapan dünya basını, İngiltere Kralının bana dizbağı nişanını vereceğini yazmış... Bu, söylendiğine göre, İngilizlerin en büyük nişanıymış" diye yanıtlamıştı.
İnönü: "İyi ama bunu size niye veriyorlarmış?" diye sorunca, Atatürk gülümseyerek:"İngilizler beni sever" buyurmuşlardı. İsmet Paşa’ysa, dudaklarında alaycı bir gülümsemeyle omuz silkip hafife almıştı. Bunun üzerine Atatürk'ün sesi sertleşmeye başlamıştı: "Evet İngiliz milleti sever bizi ve Lloyd George'u düşürmekle bunu kanıtlamıştır. " diye çıkışmıştı.
İsmet Paşa gene alaycı bir gülümsemeyle omuz silkip ciddiye almadığını göstermeye çalışmıştı. Bundan sonra kimse konuşmamıştı. Herkes ayrılıp giderken Atatürk, İsmet Paşa'ya dönüp, "Sizin biraz daha kalmanızı rica edeceğim" buyurmuşlardı. Bundan sonrasını Kılıç Ali şöyle aktarmaktadır:
"Biraz sonra, Salih Bozok'la yanına gidip izin istedik. Bize 'Siz kalın!' dedi. Sonra da İsmet Paşa'yı alıp yemek salonunun bitişiğindeki küçük odaya girdi; kapıyı kapattı. Kulağımı iyice kapıya yapıştırdım. Önce Atatürk'ün sesi duyuldu:
"Neydi o sofradaki afra-tafranız paşa hazretleri?! Ne diyecekseniz açık açık söyleyin!" O sırada kulağıma tek tük azarlanmak, hükümet işleri, hükümet üyesi gibi sözler geliyordu. Derken gene Atatürk'ün sesi geldi; sert ve sinirli: "Benim görevim hükümeti denetlemek. Adam işini doğru dürüst yapmıyorsa, o durumda gerekeni söylemek... Bunu anlayamıyor musunuz? Siz yorulmuşunuz Paşa. Sinirleriniz bozulmuş. Dahası düşünce selametinizi de kaybetmiş görünüyorsunuz... Acele dinlenmeniz gerekiyor. Size izin veriyorum. Yerinize kimin geçeceğini yarın öğle haberlerinde öğrenirsiniz!"
İsmet Paşa bir şeyler söylemek istediyse de Atatürk sözünü kesti: "Öyle öyle.. Yorulmuşunuz. İleride sağlığınız düzelince yine çeşitli devlet hizmetlerini belki üstlenebilirsiniz. Ama şimdi kesinlikle görüyorum ki hemen dinlenmeniz gerek!!" İsmet Paşa odadan perişan çıktı; sendeledi. Yemek salonunun kapısından kendi köşküne doğru yürüyüp gitti.
"Daha sonra İsmet Paşa tekrar ve çok pişman ve perişan vaziyette köşke gelerek sofrada geçmişten söz edip Atatürk’e: 'her şeyimi sana borçluyum' itirafında bulunmuşlardı. Ancak sofradaki zevat; İsmet Paşa'nın bu sözlerini büyük başarıyla oynanmış siyasi bir oyun ve riyakârlık olarak algılamıştı..."Zaten Atatürk hastalığının son dönemlerinde, çıktığı yurt gezisinden sonra İsmet Paşa'yı görevden alacak ve yerine Celal Bayar'ı atayacaktı. Atatürk'ten bilinen ve çokça eleştirilen birçok şeyin sorumlusu İsmet Paşa'ydı. Zaten millet de bunun farkındaydı ve 1950'de yapılan ilk hilesiz hurdasız seçimde oylarıyla onu muhalefete atacaktı.”[2]
Eski Paşaların acı itirafı: Erbakan hayatta olsa, FETÖ'cülere en güzel cevabı O vermiş olacaktı!
Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen ve karar aşamasına gelen 28 Şubat davasının 100'üncü celsesi tamamlanmıştı. Bu celse, iddianamedeki tüm suçlamalara cevap veren Çetin Doğan'ın avukatı Hüseyin Ersöz'ün savunmasıyla başlamıştı. Avukat Ersöz yaklaşık 2 saat süren savunmasında, bu davanın açılmasında rol oynayan hâkim, savcı ile TSK mensuplarının FETÖ'cü olduğuna dair bilgi ve belgeleri açıklamıştı.
Sanık Köksal Karabay, bu davanın 15 yıl sonra açılmasıyla ilgili olarak da şu iddiaları gündeme taşımıştı: "15 sene boyunca suç sayılmayan bu konu ne oldu da 15 sene sonra suç sayıldı? Acaba bunda Erbakan'ın rahmetli olduğundan, artık tanıklık yapamayacağının ve tüm belgelerin arşiv kopyalarının imha edilmiş olmasının etkisi var mıdır? Rahmetli Erbakan hayatta olsaydı, FETÖ'cülere en güzel cevabı o vermiş olacaktı."
Tüm şahitlerin Refah-Yol hükümetine cebir ve şiddet uygulanmadığı yönünde ifade verdiğini, sadece Tansu Çiller, Hasan Celal Güzel ve Hüseyin Kocabıyık'ın aleyhte ifade verdiğini hatırlatan Karabay, şunları hatırlatmıştı: "Bu kişiler olayla ilgili somut bilgi, belge sunmaktan ziyade kendi görüşlerini söyleyerek, aleyhimize dramatik bir hava oluşturmaya çalıştılar. Mesela Hüseyin Kocabıyık askerin 65 yaşındaki anneyi tekmelediğini anlattı. Dağdaki teröriste şefkatle yaklaşan asker 65 yaşındaki bir anneyi tekmelemez. Sayın Çiller buraya gelse, 'Şayet Demirel hükümeti kurma görevini kendisine verse yine müşteki olacak mıydı? Görevi kendisine biz mi vermedik?' diye soracaktım."
Karabay savunmasını şöyle tamamlamıştı:
"İddianamede EMASYA protokolünde parafımın açıldığı, ancak imzamın olmadığından söz ediliyor. Evet, protokol ben yurtdışındayken güncelleştirilip, imzalanmıştır. O yüzden imzam yok. Ama burada olsam elbette ki, imzalardım. Normal ve kanuni bir evrakın suç delili gibi dosyaya konması kumpas niyetinin, iddianamenin temelsiz ve art niyetli hazırlandığının bir başka göstergesidir. Nisan-Ağustos arasında yurtdışındayım. 16 Haziran'da görevden ayrılan hükümete cebir ve şiddeti nasıl gönderdim? Işınladım mı? Savcı, hakkımda müebbet talep ediyor. Benim de bir talebim var, hükümeti ortadan kaldırmak için bırakın cebir, şiddeti, eylemi, faaliyeti, hatta ima mahiyetinde bile olsa 'hükümet istifa etsin' gibi bir beyanımı ortaya koysun, hemen savunmamı kesip, cezayı kabul edeceğim."
İlhan Kılıç: “28 Şubat'a 'Darbe' denmesi kasıtlıdır!”
Sanıklardan, dönemin MGK Genel Sekreteri İlhan Kılıç ise; “MGK Genel Sekreterinin, siviller ile askerler arasındaki ilişkiyi sağladığını, bu yüzden görevde sivil de giyinebilme izninin sadece Genel Sekretere verildiğini belirterek” şunları aktarmıştı:"Erbakan'a MGK kararlarını imzalatma (iddiası uydurmadır), sayın başkanım yemin ediyorum, üç kere (Sn. Erbakan’ın) evine gitmişimdir. Siyasi görüşü vs. ayrı ama Erbakan devlet adamıdır. Neymiş evine gittiğimde bana kapıyı kapatmışmış... Niye kapatsın? O çok kibar bir insandı… Hatta merdivenlerin başında 'paşa hazretleri' diye karşılardı. Bu ortamda hükümeti çalışamaz hale getiren bir genel sekreter görevine devam edemezdi. Hükümeti yıkmak falan, lütfen ciddi olalım... Genel Sekreter hükümeti yıkıyorsa, o memleket batmış demektir."
Evet 28 Şubat, ABD derin devleti olan Yahudi lobilerinin bir planıydı. Zulüm ve sömürü çarklarını önce tıkayacak, sonra şeytani saltanatlarını yıkacak olan, İlmi, İnsani ve İslami projelerin sahibi Erbakan’dan kurtulma çabalarının gereği yapılmıştı. Siyaset sahnesindeki Masonlarından TÜSİAD baronlarına, kiralık medya patronlarından, sendika ağalarına, dış odakların figüranlığını yapanlar arasına maalesef bazı paşalar da katılmıştı. Hatta demokrasiye ve Milli İradeye bağlı kalacak askerlerle, işbirlikçi kesimini birbiriyle kapıştırma ve Türkiye’yi daha kolay parçalama hesaplarına karşı, Rahmetli Erbakan Hoca, kendisini ve partisini feda edip, ülkeyi böyle bir kaos ve kargaşadan kurtarmıştı. Bunu o dönemin “hırçın” paşaları da şimdi anlamıştı, ama çok geç kalmışlardı. Ve işte AKP ve Erdoğan’a iktidar yolu 28 Şubat post modern darbesiyle açılmıştı. AKP 28 Şubat’ın gayrı Meşru Meyvesi konumundaydı.
Irkçılığı esas alan Türkçü parti ve amaçları!
Türkiye’de faaliyet gösteren siyasi parti sayısı, son kurulan Ötüken Birliği Partisiile 88'e çıkmıştı. Irkı esas alarak Türkçülük düşüncesiyle yola çıktığını açıklayan partinin programında, “Türk’ü dünyada en üstün ırk olarak gördüğümüz için, Türkiye Türklerindir demek için kurulduk” ifadesi yer almıştı.[3]
Kısa Adı ‘ÖTÜKEN’ Olacaktı.
Duvar'dan Nergis Demirkaya'nın haberine göre kısa adı Ötüken olan partinin kurucusu ve tüzüğü henüz Yargıtay sitesine yüklenmemiş durumdaydı. Partinin sosyal medya hesabında yer alan bilgilere göre kurucu genel başkanı da ayarlanmıştı. Yine burada yer alan programa göre parti “Türk milletinin, Türk yurdunda kayıtsız şartsız hâkim, tam bağımsız ve birlik olarak yaşamasını amaçlayan Türkçü düşüncenin ürünü” olarak hazırlanmıştı.
Tek başına iktidara gelme amacı ile yola çıktığını belirten partinin programında Türk milleti, “anne ve baba soyu olarak Türk ırkına mensup, ana dili Türkçe, Türk kültürüne mensup ve Türk ırkına mensup olanlar kadar Türkleşen (Türk olduğunu hatırlayan ve uyanan) kişilerin, bir araya geldiği bir kitle” olarak tanımlanmıştı.
Türkü dünyada en üstün ırk olarak gördüğümüz için yola çıktık!..
Partinin iç ve dış politikasının temelini de bu kitlenin her açıdan faydasını sağlamak üzere oluşturduğu vurgulanmıştı. Parti programında yer alan kuruluş amaçları içinde“Türkü dünyada en üstün ırk olarak gördüğümüz için, Türkiye Türklerindir demek için kurulduk” ifadeleri yer almıştı.
Programda yer alan hedefler şunlardı:
Parti programında yer alan hedeflerden bazıları şöyle sıralanmıştı:
-Irkı esas alan Ötüken Birliği Partisi’ne göre millet, ırk anlamındadır. Bizler ırkımızı (milletimizi) daha çok yükseltmek için çalışmalar yapmayı kutsal görev sayarız. Türk ırkının varoluş gayesi dünyaya hakim olmaktır, Türkçülük görüşünün kaynağında din mezhep birlikteliğini ölçü kabul etmeyiz kan birliği esastır. Türkçülüğü devletimizin temel felsefesi yapmak temel amacımızdır.
-Devletin resmi makamlarında Türklük şuuruna sahip olmayanların görev alması yasaklanacaktır.
-Türkiye Cumhuriyeti siyasetine yine Türkler karar verecekler ve uygulayacaklardır. Türk siyasetinde, Türk milletvekilleri ve Türkçü milletvekilleri görev alacaktır. Türkiye Cumhuriyeti vatanının bekası Türk olmayanların idaresinde olmayacaktır.
Asker ve polisler Türk kökenli olacaktır!
-Asker ve polislerimiz Türk kökenli olacak, yabancılarla evlilikleri yasaklanacaktır.
-Mülteci akını durdurulacak, Türk tabiyetine geçenlerin vatandaşlıkları iptal edilerek ülkelerine geri yollanacaktır.
-İdam cezası kapsamlı olarak suçlar kapsamında uygulamaya konulacaktır.
‘İmam Hatipler kapatılacaktır!
-Ülkemizin yıllık imam ihtiyacını karşılayacak miktarda imam yetiştirecek okullar hariçtüm imam hatip liseleri kapatılacaktır. Kalan imam Hatip liselerinin müfredatı yeniden düzenlenecek, analitik ve bilimsel düşünme yetisi kazandırılmış, kültürlü, felsefe ve sanat bilen imamlar yetiştirilmiş olacaktır.
-İlk, orta ve lise seviyesindeki okullarımızda ‘Andımız’ın ve ‘İstiklal Marşımız’ın’ okunması yeniden mecburi hale sokulacaktır.
-Cemaat ve tarikatlar eğitim sisteminden uzaklaştırılacak, tarikat ve cemaat yurtları kapatılacaktır.
-Türk devletleri dilleri okullara seçmeli ders olarak verilecektir. Yabancı dillerde tedrisat ancak liselerde başlayacaktır.
-Din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinin içeriği yeniden düzenlenecektir. İlkokul seviyesinde asla din eğitimi olmayacaktır.
Bütün bu batıl heves ve hedefler, ırkçılığın sapkınlık ve saplantılarını yansıtmaktaydı. Ve şimdi sormak lazımdı:
1- Bir kişinin ve ailesinin özbeöz “Türk” olduğu nasıl saptanacaktı?
2- “Türk olmayanlar” nasıl anlaşılacak, hangi kıstaslar esas alınacak ve bunlar nasıl devre dışı bırakılacaktı?
3- Irkçıların bu İmam-Hatip düşmanlığının, bu “Din Kültürü” karşıtlığının altında ne yatmaktaydı?
4- Yoksa “Dinine bağlı olan ve Kur’ani kuralları yaşayanlar” mı ayıklanacaktı? O takdirde elinizde ne kalacaktı?
5- Anadili; Kürtçe, Zazaca ve Arapça olanlar ne yapılacaktı?
İşte Erbakan Hoca’nın bu Aziz Millete ve bu cennet ülkeye yaptığı en büyük iyiliklerin başında; böylesi kışkırtıcı ve Milli birliği dağıtıcı safsatalardan toplumu uzak tutmasıydı.
Müspet Milliyetçilik kavramı ve Erbakan’ın yaklaşımı.
“Türk Milleti”: Necip Türk kavminin yüksek inancı, insani amaçları ve kahramanlık damarıyla; Anadolu’daki, Balkanlar’daki, Kafkaslar’daki, Ortadoğu’daki farklı köken ve kültürdeki insanları, İslamiyet mayası, adalet kimyası ve devlet-medeniyet DNA’sıyla meczedip bütünleştirdiği ve bütün dünyanın böyle bilip tarif ettiği, tarihi ve tabii gerçekliğin ifadesidir. Türk Milleti kavramı; Kürtleri, Çerkezleri, göçmenleri asla inkâr ve istihfaf (hafife alma) değildir; hatta hepsini barındıran ve onurlandıran bir tariftir. Anadolu coğrafyasını Türkiye, saydığımız asil ve aziz toplulukları Türk Milleti yapan bu şanlı ve şanslı kavmin varlığını ve kurucu rehberlik payını inkâr etmek, hem kaderin taksimine itiraz gafleti, hem de fiili birlik ve dirliğimizi dinamitleme girişimidir. Bunun yanında İslam’ı dışlayan veya “Türklüğün aksesuarı” gibi yaklaşan kesimler de, hem milletimize, hem de yüce dinimize karşı en büyük kötülüğü işlemektedir.
Bir insanın kendi ırkını (kavmini, kabilesini, mensubiyetini, ailesini) sevmesi ve sahiplenmesi fıtridir (yaratılış özelliklerindendir), güzeldir, gereklidir, değerlidir. Ve dinen de caiz ve münasiptir. İnsanların kendi özel geleneklerini, örf ve adetlerini, dil ve kültürlerini benimsemesi ve tercih etmesi tabiidir. Bu nedenle cemiyetteki Milliyetçilik, fertlerdeki nefis gibidir. Her insana nefis, kendi benliğini oluşturmak, haklarına sahip çıkıp savunmak ve saldırılara karşı kendisini korumak için verilmiştir ve gereklidir. Bu durum Türkler için olduğu kadar Kürtler ve diğer kavimler için de geçerlidir. Ancak, şayet bu nefsi dizginlemez, haksız ve ahlaksız isteklerine boyun eğersek, bu sefer bizim felaket ve rezalet sebebimizdir. Bir toplumun, nefsi sayılan Milliyetçilik de böyledir; kendilerini başkalarından farklı ve faziletli zannetmeye, dini, ilmi ve insani değerlerin üstünde görmeye yönelirse, işte bu ırkçılık haline gelir ve tehlikelidir. Kaldı ki hiç kimsenin doğarken ailesini, kavim ve kabilesini seçme hakkı kendisine verilmemiştir. Bu sadece Allah’ın bir tayini ve taksimidir. Hâşâ bazılarını üstün ve ayrıcalıklı, bir kısmını da düşük ve aşağılık yaratmış olmasını düşünmek bile, Allah’a iftira etmektir. İslam hiçbir beşeri ideolojinin ve ırkçılık felsefesinin aksesuarı ve kafatasçı Türkçülüğün jelatinli pazarlama kılıfı değildir. İslam herkesten ve her şeyden yücedir, her kavim ve her girişim İslam’a hizmet ettiği kadar kıymetlidir.
Mustafa Kemal Paşa; 1 Mayıs 1920 Meclis konuşmasında:
- “Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla bir iki noktayı arz etmek isterim: Burada maksud olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep (tamamından meydana gelmiş) anasır-ı İslâmiyedir, samimî bir mecmuadır. Binaenaleyh bu heyet-i âliyenin temsil ettiği; hukukunu, hayatını, şerefini kurtarmak için azmettiği emeller, yalnız bir unsur-ı İslâm’a münhasır değildir. Anasır’ı İslâmiyeden mürekkep bir kitleye (çeşitli kökenlerden oluşan bir İslam topluluğuna) aittir” diyerek milliyetçiliğin tanımını yapmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk 01 Mayıs 1920’de TBMM’de yaptığı kısa ve tarihi konuşmasında tam 7 (yedi) defa, Aziz Milletimizin “Anasır-ı İslâmiye”den, yani Müslümanlık bağıyla kaynaşan farklı kökenlerden meydana geldiğini ısrarla vurgulayarak, milliyetçilik konusundaki temel dayanağını ortaya koymuşlardır. Elbette devletimizin; bu cennet ülkemizi fethedip bize vatan yapan, Cumhuriyetimizi kuran ve halkımızın büyük çoğunluğunu oluşturan Türk sıfatıyla tanınması ve anılması da doğaldır, bundan gocunanların marazlı maksatları vardır.
Unutmayalım ki önemli ve kıymetli şeylerin taklidi üretilir, her zaman gerekli ve geçerli olan değerler istismar edilir…
• Erbakan Hoca’nın öğretilerine göre: İSLAMİYET, çok değerli ve gerekli İlahi ve evrensel bir müessesedir; bu nedenle bazı fırsatçılarca istismar edilir. Günümüzde de İslam ya ılımlaştırılarak veya katılaştırılarak din istismarı sürdürülmektedir. Bazı ılımlı-Protestan cemaatleri ve tarikatları da, İŞİD tipi radikal anarşi örgütlerini de aslında aynı odaklar besleyip yönlendirmektedir.
• Müspet MİLLİYETCİLİK de; oldukça önemlidir ve bir toplumun nefsi yerindedir. Her insanın nefsi; kendi haklarını ve çıkarlarını savunmak, tehdit ve tecavüzlere karşı haysiyet ve hürriyetini korumak için elbette gereklidir. Ama nefis sapıtıp azgınlaşırsa, insanın başına bela getirir. Kendi şerefine ve ailesine sahip çıkmayanlara “NEFİSSİZ” denir. Bunun gibi Milliyetçilik de bir toplumun izzeti nefsidir, haysiyet ve hürriyetini koruma refleksidir. Ama maalesef Milliyetçilik iki türlü istismar edilir:
1- Irkçılık yaparak ve İslam’dan soyutlaştırıp yozlaştırarak ondan nefret ettirilir. Oysa İslam Aziz Milletimizin birlik mayası, dirlik kimyası ve hatta devlet ve Medeniyet DNA’sı yerindedir.
2- Müspet milliyetçiliğin ve tarih boyunca bizi dünyaya şerefle tanıtıcı meşhur ve meşru sıfatımız olan Türk kimliğinin, kasıtlı ve ısrarlı bir tavırla ırkçılık gibi gösterilmesi ise, ikinci bir tehlikedir. Kasıtlı bir tahrip ve tahrik düşüncesidir.
AKP’nin 16 yıllık “tahribat tablosunu” görmek için rakamlara bakmak lazımdı
Buna göre 16 yılda kişi başına 2 bin 677 TL olan kamu borcu, 10 bin 981 TL’ye ulaşmıştı. 52 yılda verilen cari açık toplamda 43.7 milyar dolar iken, AKP’nin 16 yılında cari açık, 52 yılın toplam açığını 13’e katlanmış ve 561.6 milyar dolara çıkmıştı. 80 yıllık dış ticaret açığı 247 milyar dolar iken AKP döneminde, 960.6 milyar dolara fırlamıştı. Karşılıksız çek yaklaşık 8 kat artmıştı, bu yüzden 8 yılda 929 bin kişi ceza almış ve hapse atılmıştı. Su, elektrik ve doğalgaz fiyatları yaklaşık 3 kat artarken, 12 kilogramlık tüp 4 kat artmıştı. 2002’de 1 kilogram ekmeğin fiyatı 1.03 TL idi, ancak 2017’de aynı ekmek 4.19 TL’yi aşmıştı. Halk yoksullaşırken milyonerler artmış, son 6 yılda milyonerlerin sayısı 32 binden 127 bine çıkmıştı.
Devletin Borcu 3 Kat Artmıştı:
Aralık 2002’de devletin borcu 242.7 milyar TL iken, Aralık 2017’de 3 kattan fazla büyüyerek 876.5 milyara fırlamıştı. İç borç stoğu 149.9 milyar TL’den 535.4 milyar TL’ye çıkmıştı. Kişi başına kamu borcu ise 2 bin 677 TL’den 10 bin 981 TL’ye ulaşmıştı.
İşsizlik Çift Haneli rakamlara ulaşmıştı:
Özel sektörün dış borcu 43 milyar dolardan 307.8 milyar dolara çıktı. 2002’de yüzde 8.3 olan işsizlik oranı, “sözde büyüyen ekonomi” ile birlikte büyüyerek ve 2017’de 10.3’e yükselerek çift haneli rakamlara ulaşmıştı. Türkiye’de 52 yılda verilen cari açık toplamda 43.7 milyar dolar iken, AKP’nin 16 yılda verdiği cari açık 52 yılın toplam açığını 13’e katlamış ve 561.6 milyar doları aşmıştı.
İnsanlar Hapsi Boylamıştı:
Türkiye’nin 80 yıllık dış ticaret açığı 247 milyar dolardan AKP döneminde 960.6 milyar dolara fırlamıştı. Karşılıksız çek tutarı 2002’de 2.2 milyar TL iken 2017’de 17.1 milyar TL’ye çıkmıştı. Eş, dost, akrabalar vergi cennetlerinde şirket kurarken, yanlış politikaların sonucu 8 yılda 929 bin kişi ceza almış ve hapse atılmıştı.
Ekmek 4 Kat Zamlanmıştı:
16 yılda tüketicinin banka borcu 6.6 milyar TL’den 499.5 milyar TL’ye çıkmış, çiftçilerin banka borcu ise 5.1 milyar TL’den, 17 kattan fazla artarak 85.5 milyar TL’ye ulaşmıştı. 2002’de 1 kilogram ekmeğin fiyatı 1.03 TL idi, ancak 2017’de aynı ekmek 4.19 TL’yi aşmıştı.
Faturalar 3 Kat Artmıştı:
Benzin 1.66 TL’den 6.08 TL’ye, motorin 1.30 TL’den, 5.52 TL’ye çıkmıştı. Yoksulluk sınırı 1155 TL iken, 5 bin 400 TL’ye varmış, açlık sınırı 380 TL iken 1662 TL’ye çıkmıştı. Su, elektrik ve doğalgaz yaklaşık 3, 12 kilogramlık tüp ise 4 kat artmıştı. Devlet 16 yılda 757 milyar TL faiz öderken, vatandaş 368 milyar TL faiz ödemek zorunda kalmıştı. Kaynaklar yatırıma değil, faize aktarılmıştı. İşsizlik ve yoksulluk rekor kırmıştı. Ancak halk yoksullaşırken milyonerlerin sayısı artmış, son 6 yılda milyonerlerin sayısı 32 binden 127 bine çıkmıştı. 5 gençten birinin işsiz olduğu Türkiye’de 5 milyon genç başıboş dolaşmaktaydı.
Şiddet, İstismar ve Cinayetler çoğalmıştı:
Hukukun üstünlüğü endeksinde Türkiye 113 ülke arasında 99. sıraya gerilemiş durumdaydı. Türkiye basın özgürlüğü listesinde “özgür olmayan ülkeler” kategorisine alınmıştı. Ayrıca boşanmalar yüzde 38, fuhuş yüzde 790, çocukların cinsel istismarı yüzde 434, kadına yönelik şiddet yüzde 1400, adam öldürme yüzde 261, cinsel taciz yüzde 449, tutuklu ve hükümlü sayısı yüzde 285, uyuşturucu bağımlılığı yüzde 678 artmıştı. Özetle Türkiye ekonomik ve sosyal bir felakete doğru yuvarlanmaktaydı.
Lütfen hatırlayınız ve asla unutmayınız!
Sn. Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep T. Erdoğan 20 Şubat 2018’deki grup toplantısı sonrası gazetecilerin sorularını yanıtlarken, çocuk tecavüzleriyle ilgili yapılacak ve güya caydırıcı olacak düzenlemeler konusunda: “(Giderek yaygınlaşan) Çocuk tacizleri, tabi bunlar asla bağışlanabilir ve görmezden gelinebilir şeyler değildir. Şu anda altı arkadaşımız, bu konuyla ilgili çalışmalarını başlatmış vaziyettedir. (Bu arada ceza almaktan çıkardığımız) Zina konusunun da yeniden ele alınmasının çok isabetli olacağı düşüncesindeyim. Çünkü bu toplumun manevi değerler konusunda farklı konumu olduğu bir hakikattir. Bu bir özeleştiridir, bunu söylemek zorundayım ki, Biz AB sürecinde (zinayı ceza almaktan çıkarmak gibi) bir yanlışımız oldu ki, (bu) zina ile ilgili düzenlemeyi de (yeniden) yapmak suretiyle… tacizler, vesaireler, bunların hepsini de belki aynı kapsam içerisinde değerlendirmemiz gerekir..!” itirafında bulunmuşlardı. (Not: Bu sözler TV’den izlerken not aldıklarımdır.) Yani dinimizin açıkça ve çok ağır cezalarla haram kıldığı, törelerimizin ve tarih boyunca tüm insani değer ve geleneklerinahlaksızlık saydığı zina gibi aşağı ve bayağı bir kötülüğü işleyenleri, Haçlı AB’nin isteği üzerine ceza almaktan çıkarmış olmalarının “bir yanlış” olduğunu açıklamak zorunda kalmaları, belki de ağzından kaçırmaları bile samimiyetten uzaktı… Yoksa halkı aldatmaya yönelik yeni bir tuzak mıydı?
Peki “bu bir yanlışsa…”, o zaman bu konudaki uyarılarımız yüzünden niye bize mahkemeler açılmış, suçlu muamelesi yapılmıştı? Evet “dindar kahraman” Sn. Erdoğan Haçlı Avrupa Birliği’nin dayatmasıyla “zinayı ceza almaktan” çıkarmışlardı. Yani Allah’ın, Kur’an’ın ve Resulüllah’ın yasağını ve rızasını çiğneyip, barbar Batı’nın talimatlarına uymuşlardı. Oysa Kutsal Kitabımız açıkça: “(Ve sakın) Zinaya yaklaşmayın (sizi fuhşa sürükleyecek yayın ve yasaklardan sakının). Gerçekten o çirkin bir hayâsızlık ve kötü bir yoldur”[4] buyurmaktaydı. Ve yine Nur: 2. Ayetinde “Zina eden erkekle kadından her birine (öldürecek ve kırıp dökecek şiddetten ve tehlikeli bölgelerinden sakınarak) yüz celde (ince çubuk) vurun. (Canilere ve zanilere hak ettikleri İlahi ve hukuki cezaları uygularken) Eğer Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, sakın ha, Allah’ın dini (hükümlerini tatbik) için, onlara acımanız (re’fet duymanız) kabarmasın. Onlara uygulanan cezaya mü’minlerden bir topluluk da şahit olsun.” hükmü koyulmaktaydı. Ama AKP ile CHP, uyum yasaları çerçevesinde, AB’nin bu haksız ve ahlaksız talimatlarını tek tek Meclisten geçirip kanunlarımızı gâvurlaştırmak konusunda bir kere olsun atışmayıp birlikte davranmışlardı. Ve hele AKP fetvacısı ilahiyat Prof.ları da anlı şanlı Diyanet hocaları da, medrese mollaları da, tarikat meşhurları da, cümle yandaş yazar ve yorumcuları da, hepsiErdoğan zinayı ceza almaktan çıkardığı kararını da, sonunda bunu yanlış yaptıkları itirafını da, gayet pişkinlikle karşılamış, tısları çıkmamış, açıkça “haksızlık karşısında susmuşlardı!..” İman, İslam, dava, takva, tarikat… Bunlar için sadece bir istismar vasıtasıydı.
Üstelik Haçlı AB sevdası ve şahsi iktidar hırsıyla 26 Eylül 2004’te suç olmaktan ve ceza almaktan çıkarılan bu gâvur kanunu yüzünden, şu 14 senedir fuhuş %790, çocuk istismarı %438 kat artmış ve şeytani şehvet duyguları azıtmıştı. Fuhşu ve çocuk istismarını teşvik ve tahrik eden porno yayınlarını, ahlakımızı ve aile yapımızı tahrip eden TV programlarını kısıtlamak ve kaldırmak konusunda ise hiçbir adım atılmamıştı. Şimdi kalkıp“yanlış yaptık, aldatıldık” riyakârlığı yapanlar, bunca günahın ve tahribatın altından nasıl kalkacaklardı?
Dindar kahraman iktidar ve genel başkanı “Mc Master” görüşmesinin hemen sonrasında: “ABD ile Türkiye’nin uzun vadeli stratejik ortaklık ilişkilerinin teyit edildiğini” açıklamıştı. Peki bu durumda PYD-PKK’ye verilen 4 bin tır, 2 bin uçak dolusu silahın hesabı nasıl sorulacaktı? ABD senatosunda YPG’ye yardım amaçlı ayrılan 550 milyon dolarlık bütçenin amacı ne olaydı? Maalesef Erdoğan iktidarı halkımızı “Yeni Osmanlıcılık” hayalleriyle oyalarken, aslında hala; “BOP-Büyük İsrail projesi”ne hizmet sunulmaktaydı. Halkımız Sultan Abdülhamit dizileriyle avutulurken, maalesef Theodor Herzl’in İsrail’iyle “normalleşme süreci” hızlandırılmaktaydı. Halkımız “yerli ve milli kalkınma hamlesi başlatıldı” palavralarıyla aldatılırken, elde kalan ve rahmetli Erbakan Hocamız tarafından kurulan; Afyon, Alpullu, Bor, Çorum, Elbistan, Erzincan, Burdur, Erzurum, Ilgın, Kastamonu, Kırşehir, Turhal, Yozgat ve Muş Şeker Fabrikaları satılığa çıkarılmaktaydı. Acaba bizi esir almak ve kendilerine bağımlı kılmak için dışarıdan pompalanan sıcak parayla, ucuz kahramanlık palavralarıyla ve böylesi plansız ve programsız politikalarla ülkemiz nereye kaydırılmaktaydı?
[1] Bak: Mahmut Övür. 15 Şubat 2018 / Atatürk İnönü çatışmaları
[2] austel@stargazete.com / 13-15-16 Şubat 2018
[3] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/898928/Irkciligi_esas_alan_parti_kuruldu__Otuken_Birligi_Partisi.html
[4] İsra: 32. ayet