Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesindeki (ICTY), 'Prlic ve diğerleri' davasının temyiz duruşmasında, 20 yıl hapis cezası kararı verildiğinin açıklanmasının ardından, binlerce Boşnak Müslüman katili Hırvat General Slobodan Praljak 'zehir içerek' hayatına son vermişti.
Hollanda'nın Lahey şehrindeki Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi'nde (ICTY) görülen 'Prlic ve diğerleri' davasının temyiz duruşması dramatik şekilde sona ermişti. 20 yıl hapse mahkûm edildiğinin onandığının açıklanması üzerine 72 yaşındaki eski Bosnalı Hırvat General Slobodan Praljak ''Ben savaş suçlusu değilim. Kararınızı reddediyorum'' diye bağırıp küçük bir kahverengi şişeyi ağzına dikmişti. O sırada avukatı, müvekkilinin zehir içtiğini söylemiş ardından Praljak kaldırıldığı hastanede can vermişti. 2013 yılında açıklanan ilk kararda, Bosna'daki savaşta işledikleri suçlar nedeniyle toplam 111 yıl hapse mahkûm edilen 6 Bosnalı Hırvat askeri ve siyasi yetkililerin temyiz duruşması 30.11.2017 tarihinde görülmekteydi. ICTY tarafından 29 Mayıs 2013'te açıklanan ilk dereceli kararda, Jadranko Prlic 25 yıl hapse mahkûm edilirken, sözde Hersek-Bosna Hırvat Cumhuriyeti'nin savunma bakanı Bruno Stojic, HVO komutanları Slobodan Praljak ile Milivoj Petkovic 20'şer yıl, Valentin Coric 16 yıl, esir değişimlerinden sorumlu Berislav Pusic ise 10 yıl hapis cezasına çarptırılıvermişti. İntihar eden katil Praljak, özellikle Osmanlı'dan kalma Mostar Köprüsü'nün yıkılması emrini veren ve böylece Müslüman nüfusa soykırım uyguladığı kesinleşen kişiydi. Mahkeme, Mostar Köprüsü'nün yıkılması dahil birçok savaş suçu ve insanlığa karşı suçtan hüküm giyen Hırvat komutanların, bölgenin Müslüman Boşnaklardan tamamen temizlenmesini hedeflediğine hükmetmişti.
Zehir içerek intihar eden bu cani, mahkeme heyetine sitemli bir mesaj vermek istemişti. “Bizim Haçlı-Batı düşüncemizde ve Darwinist felsefede, insan bile kabul edilmeyen ve bertaraf edilmeleri gereken Müslümanları katlettim diye, tebrik ve taltif edileceğim yerde, ne diye suçlu muamelesi görmekte ve ceza çekmekteyim?”
Barbarların bilimsel sahtekârı Darwin de, aslında ırkçıydı ve Türk ve İslam düşmanıydı. W. Graham’a yazdığı 3 Temmuz 1881 tarihli mektubunda, ırkçı ve ahlaksız düşüncesini şöyle anlatmıştı: "(...) Avrupalı ırklar olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde TÜRK BARBARLIĞINA karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, BU TÜR AŞAĞI IRKLARIN (ve Müslümanların) çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elemine edileceğini (yok edileceğini) görüyorum."[1]
Bosna’da Müslüman katili Slobodan Praljak’ın intiharı ve iması bize bir kez daha Erbakan Hoca’yı hatırlatmış ve Onun haklılığını kanıtlamıştı.
Öncelikle vurgulayalım ki; Erbakan Hoca, Batılı halklara, Avrupa ve Amerika’da yaşayanlara, Yahudi veya Hristiyan topluluklara değil; onlara yön veren batıl zihniyetlere ve barbar Siyonist ve emperyalist merkezlere karşıydı. Erbakan Hoca’dan defalarca dinlediğimize göre; ABD’de ve Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan vatandaşlar da bir nevi “demokrat köleler” yapılmıştı, maddi ve manevi olarak sömürülen, hep haksızlığa ve ahlaksızlığa alet edilen bu zavallı insanların da kurtarılmaya ihtiyacı vardı. Yahudi Siyonizm’ini ve Batı emperyalizmini tanımadan, ve onlara karşı ciddi ve etkili tedbirler alıp, milli ve yerli kalkınmamızı başarmadan, bu yaygın ve azgın sömürü çarkından kurtulmamız imkânsızdı.
Barbar Batının fikir babalarına göre; “Müslümanlar insan sayılmamaktaydı!”
“Kasım 2017 başlarında İSVEÇ devlet televizyonu SVT’de yayınlanan bir programda konuşan Martin Strid adlı Milletvekili “Müslümanlar yüzde yüz insan olamamıştır. Eğer skalayı 0 ile 100 arasına koyar isek Müslümanların tam insan olmadığı anlaşılacaktır” deyip çıkmıştı. Bu şeytani iddialar aslında Barbar Batı düşüncesini yansıtmaktaydı. Bugün dünya üzerinde yaşanan krizin temel gerekçesi bu yamuk yaklaşımlardır. Kendi insani krizidir. Bu krizin neticesi ise “Yarım İnsan ya da ‘henüz insanlaşmamış hayvan’ sayılan Müslümanların” bu krizin faturasını ödemeye mecbur bırakılmasıdır. Tam insan sayılan Batının medeniyeti insan ırkı için en büyük tehlikeyi oluşturmaktadır. Bunun farkında olan sistem bekçileri suni gündemler ve yanılsamalar oluşturarak kendi krizlerini erteleme arayışına başlamıştır. Yerleşik sistemin en belirgin özelliği olan kendinden olmayanı dönüştürmesi ve kendi için işlevsel hale getirmesi denemeleri bugün yanı başımız olan Suriye’de uygulanmaktadır. Suriye’de ortaya çıkarılan kaynağı meşkuk halifecikler gerçekte olası bir hilafet söyleminin ustaca kirletilmesi senaryolarıdır. Batılı “tam insan” tarafından üretilen başta demokrasi kavramı olmak üzere birçok kavram; bizi “ara form” olma özelliği olan Müslümanlar için uygulanması zor ve imkânsız bir duruma taşımaktadır. Bu yüzden yakın tarihimizde yapılan seçimlerde Erbakan gibi Batılı tam insanın formatına uymayanlar, seçimleri kazansa da kaybetmiş sayılmış, kuşkusuz öteki ilan edilip dışlanmış ve Batı kendi koymuş olduğu ilkeleri bile yok saymıştır. Bu ikiyüzlülüğün temel çıkış noktası ötekini yarım insan saymaktır.
Doksanlı yıllarda Avrupa’nın göbeğinde Batılı kurumların birçoğunun katkısı ve gözetimi altında Bosna’da on binlerce insan öldürülürken ve on binlerce kadın sistematik tecavüze uğrarken yerleşik sistemin sessiz kalmasının temel nedeni ölenlerin tam insan sayılmamasıdır. Bosna mücadelesinin sembol ismi Aliya dünya kamuoyu önünde işlenen vahşeti anlatırken “yaşadığımız mekâna ve zamana bakınca böyle bir vahşet beklemiyorduk” cümlesi kurarken gözden kaçırdığı temel mesele yerleşik sistem tarafından kurulan kurumların tek hedefinin kendisinden olmayanı yani tam insan olmayanı yok etmek olduğu fikrini unutmasıdır. Dün Libya’da, bugün Irak, Suriye ve Mısır’da yaşanan kriz tam insan sayılan Batı’nın durdurulamayan enerji ihtiyacının giderilmesi projesinin icraata sokulmasıdır.”[2] Milli Görüş kaçkını ve din istismarcısı AKP ise bu zulüm ve sömürü çarkının taşeronluğunu ve suç ortaklığını yapmaktadır.
Barbar Batı’nın ve çağdaş Haçlının İslam’a bakışı!
Batıdaki karikatür krizinin temelinde batının İslam’a bakış açısı yatmaktadır. Batı İslam’ı ve dolayısı ile onun önderini daima barbar ve "şeytanın adamı" saymıştır! Haçlı seferleri aslında günümüzde hala devam edip durmaktadır... ABD Başkanı Bush’un "Haçlı seferi başladı" sözü ve"Terörizmle mücadele ediyoruz" sözlerinin arkasında hep bu mantık yatmaktadır!!!
Hıristiyan Batı’ya göre İslâm, vahiy ürünü bir din olmadığı gibi, Hz. Muhammed de (a.s) hiçbir ilahi yetkisi olmadığı halde oturup kitap yazmış bir şarlatandır (Haşa).
“Herkesin günahkâr doğması” tezinden hareketle vaftiz edilmiş olmayı adeta insanca muameleye tabi tutulmanın ön şartı sayan, vaftiz edilmemiş olanlara karşı yapılacak fenalıklardan dolayı herhangi bir uhrevi sorumluluk ortaya çıkmayacağına olan sapkın inanç da, bu zihni besleyen en önemli teolojik kaynaktır. Tarihte Kızılderili, Anzak, Aborjin vs. yerli halklara bu kadar rahat kıyılmasının, bir başka deyişle “öteki” tabir edilenlere karşı insan hakları noktasında o kadar umursamaz davranılmasının bir nedeni de, Hıristiyan teolojisinin bu tür şeyleri tecviz eden doktriner yapısıdır. Böylesi bir teolojik arka plana sahip bir zihnin, “öteki” saydığına karşı en azından adab-ı muaşerette saygılı bir tutum takınması beklenir ama bunun her zaman çok kolay olmayacağı da açıktır.
Gerçekten de kutsal olandan soyutlanmayı veya kutsalları sıradan ve önemsiz bir ayrıntıya indirgemeyi, aydınlanmanın ve sekülerizmin ön koşulu sayan zihniyet nezdinde özgürlüğe tanım getiren kodlar çok farklıdır. Esas sorun, içeriğini kendi zihin kodlarıyla belirledikleri nevi şahsına münhasır ve yelpazeyi; her türlü kutsal olanla alay etmekten, aynı cinsten olanları evlendirmeye kadar genişleten son derece ölçüsüz bir özgürlük tanımını, çağdaşlık, modernlik ve aydınlanma adına herkes için genel geçer kılmaya ve kabullendirmeye çalışmalarıdır. Dolayısıyla batılı zihin “özgürlük” dediğinde, tanımını, içeriğini ve çerçevesini kendi belirlediği “özel” bir şeyi kastetmiş olmaktadır. Esasen “yeni dünya düzeni” adı altında tedavüle sürülen ve halen dünyaya kan ve gözyaşından başka bir şey getirmeyen olgu da, bütün dünya halklarını, doğruluğuna ve mutlak üstünlüğüne önceden karar verilmiş bir uygarlığa eklemleme ve bu eklemlenmenin siyasal ve ekonomik çıkarlarla en iyi şekilde örtüşeceğine olan inancın çabasıdır. Çok kutuplu dönemde “dışta bırakarak” “siyasal ve ekonomik çıkarları maksimize etmek”anlayışı, Doğu Bloku’nun çöküşüyle birlikte yerini “kendine çekip dönüştürme ve benzetme”politikalarına bırakmıştır. Geçmişte en kanlı, en despot diktatörlerle her türlü işbirliğini yapıp onlara her türlü desteği sağlayanların, şimdilerde “demokrasi getirme” iddiasını öne çıkarmaları sahtekârlıktır. Onların demokrasi getirmekten anladıkları sadece savaş, kan veya enerji kaynaklarına el koymak değil, aynı zamanda uslu uslu sömürülmeyi mümkün kılacak bir zihni yapıyı da kurmak ve kurumsallaştırmaktır. Bu çerçevede İslâm dünyasında yaşayan halkların“özgürlük” anlayışına yeni bir konsept kazandırılmaya çalışılması, en şeytani amaçlarıdır.
Kaldı ki, Müslümanlar ilk defa böyle bir hakaretle karşılaşmıyordu. 80’li yılların fırtınalarından biri Salman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri romanı idi. Yakın tarihte Hollanda’da işlenen Van Gogh cinayetinin arkasında da aynı sembol duruyordu. Bugün kadim Avrupa şehirlerini dolaşanlar, kiliselerin duvarlarında mutlaka bir-iki tane İslâmiyet’i tahkir eden resimle karşılaşıyordu. Genel figür, ayaklar altında çiğnenen bir hilal oluyordu... Dante’nin ünlü İlahî Komedya’sında, bugünkü karikatürden daha ağır resimler ve hakaretler yer alıyordu. Bugün, İslam dünyasında büyük infiale yol açan karikatür, bir toplumu değil, doğrudan bir inancı, yani İslâm dinini hedef alan bir hakareti ifade ediyordu. Yayılan gerginliğe rağmen “ifade özgürlüğü” adına karikatürü savunanların bulunması, hakareti, temsil edici bir hüviyete büründürüyordu... Müslümanların, bidayetten bugüne Avrupa Hıristiyan alemi ile yaşadıkları tarih, genel kural olarak iki düşman kanadın tarihi oluyordu. Bu düşmanlık Haçlı Seferleri ile ete, kemiğe ve kana bürünüyordu.
Hz. Muhammed (as) karikatürlerinin fikir özgürlüğü olduğunu savunan Almanya'nın Bavyera Eyaleti Başbakanı Stoiber, MTV'nin Papa'yla dalga geçen "Popetown" çizgi filmini yayınlamasına karşı çıkmış; "Bu mizah adı altında insanların dini hislerine saldırıdır" demişti!
"Diziyi, mizah kisvesi altında insanlara yapılan bir saldırı olarak görüyorum" diyen Stoiber şöyle konuşuyordu: "Dini duygular ve inançların korunması gerekiyor. Bu nedenle dini sembollere hakaret edilmesine ve gülünç duruma sokulmasına karşı önlem almalıyız. Ceza yasası da buna göre değiştirilmelidir. Müslümanlar bizi, inancımızı yeterince yaşamadığımız ve savunmadığımız için inançsız olarak görüyorlar. Çünkü geçmişte dini sembollerin zedelenmesine ses çıkarmadık." (Hürriyet: 16 Nisan 2006)
Katolik Kilisesi'nin aylık dergisi 'Studi Cattolici', Hz. Muhammed'i (as) cehennem ateşinde yanarken tasvir eden bir karikatür yayımlıyordu. İtalya’da karikatür tişörtü skandalından sonra ikinci bir skandal: İslam dünyasında rahatsızlık uyandıran karikatürlerin yayımlanmasıyla çıkan krize, şimdi de Katolik Kilisesi'nin yayın organlarından bir dergi bulaştı. "Studi Cattolici" (Katolik Araştırmaları) adlı aylık derginin son sayısında, Hz. Muhammed'i (as) cehennemde tasvir eden bir karikatüre yer verildi. Derginin, Vatikan'a bağlı Katolik tarikatlarından biri olan Opus Dei'e mensup genel yayın yönetmeni Cesare Cavelleri'nin, bu tür bir karikatürün yayımlanmasının yararlı olabileceğini savunması da dikkati çekti. (Milliyet: 16 04 2006)
İtalya’da Kuzey Birliği Milletvekili ve Reformlar Bakanı Roberto Calderoli, 16’ncı Papa Benediktus’un derhal harekete geçerek ’İslam dünyasına karşı Haçlı Seferleri başlatması’ çağrısında bulunmuştu. (Milliyet: 08 Şubat 2006)
Hz. Muhammed (as) karikatürlerini basan gazeteye açılan dava reddedilmişti!
Danimarka mahkemesi, 7 Müslüman teşkilatının, İslam dünyasını rahatsız eden karikatürler nedeniyle karikatürleri geçen yıl ilk olarak yayımlayan Jyllands-Posten gazetesine karşı açtığı hakaret davasını reddetti. Aarhus Şehir Mahkemesi, Danimarka gazetesinin yayımladığı 12 karikatürün bazı Müslümanları gücendirdiğini, ancak karikatürleri, "Müslümanları küçük düşürücü" farz edecek neden bulunmadığına hükmetti. Müslüman teşkilatları, geçen yıl 30 Eylül’de karikatürleri yayımlayan gazeteye karşı Mart ayında dava açmış, davanın ilk duruşması 9 Ekim’de görülmüştü. Karikatürler, geçen Ocak ve Şubat aylarında Avrupa gazetelerinde de yayımlanmış ve İslam dünyasında protestolara yol açmıştı. (Milliyet: 26 Ekim 2006)
Hollanda, Bosna katliamına seyirci kalan askerlerine madalya vermişti!
Korumakla görevli olduğu 8 bin Boşnak'ın Sırplar tarafından öldürülmesine göz yuman Hollanda, yeni bir utanca imza atmıştı. Srebrenitsa katliamına seyirci kalan askerler, altın madalya ile ödüllendirilecek. Hollanda Savunma Bakanı Henk Kamp, 'görevlerini zor şartlar altında yerine getiren' askerler için 4 Aralık'ta tören düzenleneceğini açıklamıştı. Bosna Hersek'te 1995 yılının Temmuz ayında gerçekleşen katliam, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da yaşanan 'en büyük etnik kıyım' olarak tarihe geçmişti. Birleşmiş Milletler'in 'güvenli bölge' ilan ettiği Bosna Hersek'in Srebrenitsa şehri, Hollandalı barış gücü askerlerinin kontrolüne verilmişti. Ancak hiçbir engelle karşılaşmadan kente giren Sırplar, çoğu erkeklerden oluşan 8 bin Müslüman'ı şehit etmişti. Bölgede görevli askerler, geçtiğimiz yıl 'Srebrenitsa Anıları' isimli bir kitap yazarak olaydan duydukları pişmanlığı dile getirmişti. Boşnakların kamyonlara doldurularak Sırplara teslim edildiğini anlatan askerler, koruma sözü verdikleri sivillerin, gözleri önünde katledildiğini belirtmişti. (Zaman: 10/11/2006)
Lahey, Sırpları “Bosna Soykırımı” suçundan aklayıvermişti!
Uluslararası Adalet Divanı, 1995’teki Srebrenitsa katliamını soykırım olarak nitelendirdi. Mahkeme, Sırbistan aleyhine açılan soykırım davasının karar duruşmasında Srebrenitsa’da 1995’te Boşnaklara yönelik yapılan katliamın, soykırım tanımının şartlarını karşıladığını bildirdi. BM’nin en yüksek mahkemesinin Başyargıcı Rosalyn Higgins, “mahkemenin, Srebrenitza’da yapılanların, Soykırım Sözleşmesi (1948) uyarınca soykırıma girdiği sonucuna vardığını”kaydetti. Uluslararası Adalet Divanı, Sırbistan'ın bir devlet olarak Bosna’da Boşnakların öldürülmesi, işkence ve tecavüz edilmesi, sürülmesi yoluyla soykırım suçu işleyip işlemediğine ilişkin görülen davanın kararını açıklamaya başlamıştı. Boşnaklar Döneminin Devlet Başkanı Slobodan Miloşevic liderliğindeki Belgrad yönetiminin, Bosna savaşı (1992 – 1995) sırasında Bosnalı Sırpları “Büyük Sırbistan” yaratma çabasıyla soykırım olan etnik temizlik kampanyası yürütmesi için cesaretlendirdiğini, silahlandırdığını ve finanse ettiğini söylüyordu. Sırbistan ise Bosna'da etnik gruplar arasında çatışmanın olduğu savaşta Sırp paramiliter grupların eylemlerinden sorumlu olmadığını, BM'nin 1948'deki Soykırım Konvansiyonunda tanımlandığı şekilde, Bosna'daki Boşnak nüfusun tamamını ya da bir bölümünü yok etme amacı güdülmediğini savunuyordu. İkinci Dünya Savaşı’ndaki Nazi soykırımından sonra BM’nin 1948’deki sözleşmesi uyarınca yasa dışı kabul edilen soykırımdan ilk kez bir devlet yargılanıyordu. (Zaman. 26 02 2007)
'Kur'an'ın yarısını yırtın atın' demişti!
Hollandalı milletvekili, İslamiyet hakkında tepki toplayacak açıklamalar yapmıştı. Wilders, Müslümanların zararlı söylemler içeren Kur’an-ı Kerim’in bu bölümlerini yırtıp atması gerektiğini söyledi. Bir Hollanda gazetesine demeç veren Wilders, “Hazreti Muhammed (as) hayatta olsaydı ve Hollanda’da yaşasaydı onu Hollanda’dan kovacağını” da belirtti. “Bir İslam tsunamisi ile karşı karşıyayız” diyen Wilders, başörtüsünün yasaklanmasını, Hollanda’ya göçmen kabul edilmemesini ve yeni camiiler yapılmasına izin verilmemesini de savunuyor. “Eğer Müslümanlar Hollanda’da yaşamak istiyorlarsa, Kuran’ın yarısını yırtıp atmalılar, imamları dinlememeliler, çünkü Kur’an’da korkunç şeyler söylendiğini biliyorum” ifadesini kullandı. (13/02/2007) Jyllands Posten gazetesinin 30 Eylül 2005'te yayınladığı Hz Peygambere hakaret karikatürleriyle global bir tahrikin başladığı Danimarka'da, kendilerini 'İslamlaşmanın tek karşıtı' olarak tanımlayan marjinal bir grup Kur'an-ı Kerim hakkında suç duyurusunda bulunmuştu.
Hristiyanların kutsal kitap olarak kabul ettiği ve Yahudiliğin de kitabı olan Tevrat’taki sapıklık ve katliam ayetlerini görmeyenler İslam savaş hukukundan habersiz böyle küstahlıklara girişmişlerdi.
Fransa'da İslamiyet'in tüm kutsal değerlerine hakaret eden bir sergi düzenlenmişti. Sergide Kâbe’yi bakın nasıl göstermişlerdi.
Fransa'da, Charlie Hebdo adlı dergide yayınlanan Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed'i (as) simgeleyen ve rencide eden karikatürlerin ardından; açılan bir sergide görünen manzara şok etkisi meydana getirmişti. Başkent Paris'te, hiç utanmadan Müslümanları rencide eden görüntülerin yer aldığı bir sergide "Kâbe-i Muazzam" maketinin içine yerleştirilen pembe yatak ve üzerindeki kadın iç çamaşırları ile "Helal" ışıklı yazı Batı’nın İslam’a bakış açısını göstermekteydi. (24 Mart 2007)
Erbakan Hocamıza 40 Sayfalık Mektup Yazdırtan Olay!
Almanya’daki özel ve gizli toplantıya Hoca nasıl katılmıştı, Müslümanlar aleyhindeki sinsi ve gayri insani tuzakların nasıl farkına varmıştı?
Efsane Başbakanımız Rahmetli Erbakan Hocamız, Almanya'da doçentlik tezini bitirdikten sonra çok ilginç ve iğrenç bir olayla karşılaşır. Tez çalışmaları sırasında ünlü bir Alman bilim adamı olan Prof. Schmidt kendisiyle görüşmek için çağırır. Alman bilim adamı, çok acil bir işi çıktığını söyleyerek, özel davetiye ile çağrıldığı önemli bir toplantıda, koltuğu boş görülmesin diye, bu gizli toplantıya kendisinin yerine gitmesini ister ve Erbakan Hoca da onu kırmayıp bu toplantıya katılır. Bakın ondan sonra neler olduğunu Erbakan Hocamızın kendi anlattıklarından ve ayrıntılarından anlamaya çalışalım.
"Yıl 1952, ilkbahar aylarıydı...
Almanya'da doktora tezi ve doçentlik tezi çalışmalarımı bitirdikten sonra Aachen Technische
Hochschule'sinde Prof. F.A.F Schmidt ile beraber bugünün harp sanayiinin temelini teşkil eden füzeler ve Leopard tank motorlarının geliştirilmesiyle ilgili araştırmaları yürütüyorduk. Prof. Schmidt, harp içindeki Almanya'nın en üst seviyede araştırmalarını yapan Deutsche Luftfaht Forschung Merkezi'nin en önemli şahsiyeti sayılırdı. Alman ordusunun dünyada ilk defa Avrupa'da yapılan atışla Londra'yı tahrip için kullandığı V1, V2 füzelerinin keşfinde önemli rol oynamıştı. Bir gün Üniversite'nin araştırma laboratuvarında çalışırken benimle görüşmek istediğini söyledi. Önünde, ESSO Petrol Şirketi Genel Müdürü Dr. Müller'in gizli bir konferansa davet kartı bulunuyordu. Bu konferansa kendisinin gidemeyeceğini, ancak böyle bir şahsın verdiği konferansta isminin yazılı olduğu masanın boş kalmamasına da ehemmiyet verdiğini belirtti. Mümkünse bu konferansa kendi adına benim gidip, yerini almamı rica etti. Memnuniyetle kabul ettim.
Konferans, o tarihte, harpten çıkmış Almanya'nın yıkık Aachen kentinin ilk tamir edilen, en lüks, en muhteşem binasında yapılıyordu. Bu binada aslında bir termal kaynak bulunduğu için adı Bad Aachen olan Aachen şehrinin ağaçlar içindeki meşhur Kurhaus oteliydi. Girişte sıkı kontroller yapıldı. Davetiyeyi göstererek Prof. Schimdt'in adına O'nun yerine oturdum. Şehrin Valisi, Başpiskopos'u, profesörler, ileri gelen iş adamları ve yazarlardan müteşekkil en seçkin bir topluluk bu konferansa davet edilmişti.
ESSO Şirketi Genel Müdürü Dr. Müller açış konuşmasını yaparken:
-"Sizleri her ne kadar "Bugünkü Arabistan" konulu bir konferansa davet ettimse de, bu davetin böyle takdimi konferansın gizliliği münasebetiyledir. Toplantının asıl maksadı şudur: Suudi Arabistan'ın yeni petrol bölgesi Damman'dan geliyorum. Amerikalılarla beraber dünyanın en zengin petrol kaynaklarını bulduk. Amerika'nın ve Avrupa'nın önemli şehirlerinde seçilmiş kimselerle yapılmasını programladığımız bu gizli toplantılarla, bu muazzam servetin Batılıların yararına kullanılmasını nasıl temin edebileceğimizin istişarelerini yapmak istiyoruz. Onun için bu büyük zenginlik hakkında size kısaca bilgi verdikten sonra, aslında ben sizin tavsiyelerinizi dinlemek istiyorum." dedi.
Suudi Arabistan'da dünyanın en zengin petrol yatakları bulunmuş ve ilk üretim başlamıştı. Buradaki rezervler dünya toplam rezervinin yüzde yirmisine denk büyük ve zengin yataklardı. Batı bu rezervlerin kendi yararına kullanılmasını istiyordu ve daha ilk günden bunun tedbirlerini almaya çalışıyordu.
Dr. Müller, ayrıca konuşması esnasında; Müslümanlık hakkında gerçekle hiç alakası olmayan o kadar yanlış şeyler anlattı ve Müslümanların hakkı olan bu petrolü onlardan alabilmek için toplantıya iştirak edenler de o kadar insanlık dışı haksız teklif ve tavsiyelerde bulundular ki; o gün hayatımın feveran göstermemek için en çok çaba sarf ettiğim günü oldu. Bunlar, Müslümanların evrimlerini henüz tamamlamadığını, bu nedenle tam insan sayılmayacaklarını, bu yüzden sömürülmelerinin ve hatta gerekirse öldürülmelerinin yanlış olmayacağını savunmuşlardı. Her birine hak ettikleri cevabı verebilirdim ama Prof. Schmidt'in yerine gittiğim ve Müslümanlara karşı daha ne gibi şeytani düşünce ve projeleri olduğunu dinleyip öğrenmem gerektiği için susmak zorunda kalmıştım. Ancak reaksiyonumu hemen o gece Türkiye'deki ve çeşitli İslam ülkelerindeki arkadaşlarıma 40 (kırk) sayfalık bir mektup yazarak duyurmak ihtiyacını hissettim.
İşte Batı, körfez petrolüne ilk günden beri bu gözle bakmıştır. Bu petrolü kendi kontrolünde tutmaya her şeyden fazla önem göstermiştir. Ben de Batı'nın kapalı kapılar arkasındaki gerçek yüzünü o gün bizzat görmüş ve dinlemiştim ve tabi bu haksızlığa karşı o günden beri mücadele içindeyim..."
Barbar Batı halâ aynı kafadaydı!
Terör destekçisi AB sonunda fikrini açıklamış ve “FETÖ”yü terör örgütü saymamıştı.
AB, sözde “Terörle Mücadele” Koordinatörü Gilles de Kerchove, FETÖ’yü terör örgütü olarak algılamadıklarını ve tutumlarını değiştirmek için “sağlam” bir kanıta ihtiyaç duyduklarını vurgulamıştı. AB Terörle Mücadele Koordinatörü Gilles de Kerchove Reuters haber ajansına verdiği demeçte, “Biz FETÖ’yü bir terör örgütü olarak görmüyoruz ve AB’nin bu konudaki pozisyonunu yakın gelecekte değiştireceğine inanmıyorum” diyerek ülkemize ve Dinimize hıyanet edenlere sahip çıkmıştı. FETÖ’cülerin kullandığı Bylock mobil uygulamasına da değinen Gilles de Kerchove, “Yalnızca bir uygulama indirilmiş olması gibi ikinci derecede öneme sahip kanıttan ziyade, bu kişilerin olaya müdahil olduğunu gösteren somut, sağlam verilere ihtiyaç var” şeklinde küstahlaşmıştı. Gilles de Kerchove, Türkiye’nin Avrupa Birliği ülkelerinden iadesini talep ettiği FETÖ’cülere de değinerek, “İade kararı üye ülkelerin elindedir ve bağımsız yargı somut kanıtlara ihtiyaç duymaktadır.” diyerek düşmanlıklarını açığa vurmuşlardı.
CIA Ajanı Graham E. Fuller’in Sn. Erdoğan’ı Tehdit Küstahlığı!
İstanbul başsavcılığınca “darbecilik” ve “casusluk” şüphesiyle hakkında yakalama kararı çıkartılan CIA'nın eski başkan yardımcısı Graham Fuller, ilgili suçlamalara cevap verdiği yanıtlarda Cumhurbaşkanı Erdoğan'a tehditler savurmuş, blog sayfasındaki yazısında “Erdoğan 2019 seçimlerinde ağır bedel ödeyecek.” diyecek kadar küstahlaşmıştı. Eski CIA yetkilisi, “Türkiye neden benim hakkımda yakalama kararı çıkardı?” başlıklı yazısına söz konusu kararda yer alan ve bununla bağlantılı olarak Türk basınında çıkan suçlamaları hatırlatarak başlamıştı:
“1. CIA’den tam 30 yıl önce emekliye ayrıldım.
2. Beş yıldır Türkiye’ye ayak basmadım.
3. Türkiye’de bir kez görev yaptım. O da 1960’larda İstanbul’daki CIA Üssü’nde en üst düzey yetkili olarak atanmıştım. Dahası İstanbul’dayken gizli görevde falan da bulunmadım. MİT kim olduğumu gayet iyi biliyordu, çünkü MİT’le doğrudan irtibat halinde çalıştım.
4. İstanbul’daki görevim 1967’de sona erdi ve bir daha da Türkiye’ye CIA görevlisi olarak ayak basmadım. Sonrasında Arap aleminde, Afganistan’da ve Hong Kong’da görev yaptım.
5. 1960’larda Türkiye’de çalışırken Fetullah Gülen’in ismini bir kez olsun duymadım. CIA’den emekli olduktan uzun yıllar sonra, 15 yıl önce İstanbul’da bir söyleşi vesilesiyle kendisiyle tanıştım. Çağımızın İslamcı hareketleri üzerine araştırma yapıyordum o zaman. O günden sonra Gülen’le hiç karşılaşmadım. Ancak hareketini takibe aldım. Yine CIA’den ayrıldıktan çok sonra, bir vatandaş olarak FBI’ya yazdığım mektupta, gördüğüm tüm İslamcı hareketler içinde Gülen Cemaatinin ABD’ye bir güvenlik tehdidi oluşturmayacağı kanaatimi paylaştım. Nitekim Washington’da neredeyse hiç kimse Gülen’in bir ‘güvenlik tehdidi’ ya da ‘terörist’ olduğuna inanmamıştır.
6. Türkiye’deki darbe girişimi gecesi, son 15 yıldır yaşadığım Kanada’nın batısındaki bu şehirde 100 kişilik bir gruba konuşma yapmaktaydım.
Bununla birlikte, CIA’nin Temmuz 2016’da Erdoğan’a karşı, maalesef 250’den fazla insanın ölümüne yol açan marazi, basiretsiz ve amatör darbe girişimiyle en ufak bir ilgisi bulunduğundan kuşku duymaktayım. Darbenin Gülen’in talimatıyla gerçekleştiğinden daha da kuşkuluyum. Hizmet gibi 2 milyon üyesi bulunan bir hareket içindeki Gülenci bir avuç subayın amatör bir darbe planında rol alması olmayacak şey değil elbette, ama İslamcı eğilimlerinden ötürü Erdoğan’dan nefret eden ve darbeyi gönülden desteklemiş olabilecek binlerce Türk subayı vardır! Hakkını teslim etmek gerekir ki Gülen darbe girişimini en kuvvetli ifadelerle kınamıştır. Dahası, darbe girişimine kadar Hizmet hareketinin karıştığı tek bir siyasi şiddet söz konusu olmamıştır. Tersine, Gülen nereden gelirse gelsin İslam’da şiddeti reddetmiş bir din adamıdır.
Ben bu oyunda küçük bir oyuncu olduğumun farkındayım. Erdoğan’ın asıl hedefi, Amerikan yönetimin üst düzey yetkilileri olmaktadır. Washington’ı kurmayları ve ailesi için zararlı Sarraf davasından el çektirmeye çalışmaktadır. Türk hükümeti bir yandan da darbe girişiminin arkasında CIA’nin bulunduğu tehdidiyle Amerikan yönetimini köşeye sıkıştırma çabasındadır. Ne yazık ki tüm bunlar Erdoğan’ın nasıl da halkı sindirip baskı altına almış, tüm yabancı liderleri kendisinden uzaklaştırmış, on binlerce mağdur yaratmış bir cadı avı peşindeki kötücül (ama seçilmiş) bir otoriter lidere dönüştüğünün kanıtıdır.” diyen Fuller yazısını şöyle noktalamıştı: “Erdoğan giderek buyurganlaşan davranışlarının, ‘Evet efendim’ci bir avuç adamının arasına hapsolmasının ve ülkenin kutuplaşmasının bedelini 2019 seçimlerinde ağır ödemekten kurtulamayacaktır. Tabii o seçimler adil olursa.”
15 Temmuz darbe girişimi sırasında Türkiye’de olduğu ve ardından ülkeyi terk ettiği iddia edilen ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA’in Milli Haberalma Konseyi (National Intelligence Council) eski Başkan Yardımcısı Graham E. Fuller hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yakalama kararı çıkartılmıştı. Yakalama kararında Graham E. Fuller’in darbe girişimi sonrası Türkiye’yi terk ettiği yönündeki iddialar yer almıştı.
Graham E. Fuller Amerikan RAND Corporation düşünce kuruluşunun daimi politik danışmanı, ABD Merkezi Haberalma Teşkilatı'nın (CIA) Milli Haberalma Konseyi eski başkan yardımcısıdır. Harvard Üniversitesi'nden Rusya ve Orta Doğu çalışmaları ile BA ve MA dereceleri almıştır. 20 yıllık dışişleri görevlerinin 17 senesini Almanya, Türkiye, Lübnan, Suudi Arabistan, Kuzey Yemen, Afganistan, Hong Kong gibi ülkelerde yaşamıştır. 1982 yılında Yakın Doğu ve Güney Asya'dan sorumlu CIA'nın Milli Haberalma görevini devralmış, 1986 yılında ulusal seviyede stratejik tahminler umumi sorumlusu olarak CIA Milli Haberalma Konseyi Başkan Yardımcılığına atanmıştır. 1988 yılında doğrudan devlet ile çalışmalarını sonlandıran Fuller, RAND Şirketine esas olarak Orta Doğu, Orta Asya, Güney ve Güneydoğu Asya ve Sovyetler Birliği etnik problemleri ile ilgili çalışmalar yapmak göreviyle katılmıştır.
Bu Yahudi asıllı Siyonist kafalı Graham Fuller, Fetullah Gülen’in ABD’deki Yeşil Kart başvuru sürecinde “Kendisinin Amerika için bir güvenlik tehdidi oluşturmayacağını veya radikal bir unsur sayılmayacağını” anlatan bir teminat/kefalet mektubu vererek Gülen’in ABD’de kalmasını sağlayan kişilerin arasındaydı. Rusça, Türkçe, Arapça ve Çince bilen Yahudi asıllı bir CIA Ajanıydı.
Bu Siyonist Ajanın “Erdoğan 2019 seçimlerinde ağır bedel ödemekten kurtulamayacaktır!” tehdit ve küstahlığını biraz açmamız lazımdır.
a) Bu sözler, “Türkiye benzeri ülkelerdeki seçimleri yönlendiren ve istedikleri partiyi iktidara getiren CIA’dır. Nitekim Sn. Erdoğan’ı da bilinen vaatler karşısında Erbakan’dan koparıp iktidara taşıyan da Amerika’dır.” gerçeğinin itirafıdır.
b) Bu tehditler; Sözde demokratik seçimleri manipüle edecek, muhalif ve yandaş medya patronlarının, yazarlarının ve yorumcularının ve kamuoyu araştırmacılarının da bir şekilde CIA’nin ve Siyonist odakların güdümüne alındığını ortaya koymaktadır.
Öyle ise, bir CIA ajanının Türkiye Cumhurbaşkanını açıkça tehdit etmeye kalkıştığı, Sn. Erdoğan’ın kötü icraatları ve tahribatları bahanesiyle, onun üzerinden Devletimizin dağıtılmaya ve ülkemizin parçalanmaya çalışıldığı bir süreçte; Siyonist odakların değil Cumhurbaşkanının yanında durmak; inancımızın, vicdanımızın ve Milli duyarlılık ve sorumluluklarımızın icabıdır. Bu tavır asla, AKP iktidarını ve Sn. Erdoğan’ın yanlış ve yıkıcı icraatlarını desteklemek anlamını taşımamaktadır. Elbette Sn. Erdoğan’dan ve iktidarından da yaptıklarının hesabı sorulmalıdır. Ancak bunu Fuller gibi CIA ajanlarına bırakmamalı; Milletimiz olarak, Milli şuurla ve Milli kurumlarımızca yapılmalıdır.
Tarihi unutanlar hep yanılmaya mahkûmlardı!
19. yüzyıl, Avrupalı "beyaz adam"ın diğer kıta ve medeniyetlere hızla yayıldığı bir dönem sayılırdı. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere, Avrupalı devletler Güney Asya'nın önemli bir bölümünü, Afrika'nın neredeyse tümünü ve Latin Amerika'nın bir kısmını kolonileştirmekle uğraşıyorlardı. Kuzey Amerika'da ise "beyaz adam"ın Kızılderili katliamı hızlanmıştı. ABD, üzerine kurulduğu coğrafyanın yerlilerini öldürerek Barbarlık medeniyetini kurmaktaydı. Kısacası, 19. yüzyılın ikinci yarısında, dünya en acı biçimiyle emperyalizmi yaşamaktaydı. Batı, ulaştığı teknolojiyi kullanarak diğer medeniyetleri yağmalamaktaydı. Ancak Batı, hemen her işgalinde yaptığı gibi, yaptıklarına meşruiyet sağlayacak bir açıklama bulmak zorundaydı. Afrika'da ya da Kuzey Amerika'daki yerlileri rahatlıkla öld&uu