Aralık 06 01:45

ERBAKAN’SIZ TÜRKİYE’NİN HALİ VE ERDOĞAN’IN TAHRİPLERİ

ERBAKAN’SIZ TÜRKİYE’NİN HALİ VE ERDOĞAN’IN TAHRİPLERİ
Türkiye’nin genel manzarası ve ekonominin tıkanması
AKP’nin ekonomik ve ahlaki tahribatları ve istismar saltanatı
Mevcut ekonomi ve toplumsal politikaların yanlışlığı, resmi rakamlar ve sonuçlarla teyit ediliyordu. Üretime değil de borca dayalı ekonomi politikaları faizcileri memnun ederken, kâğıt üstünde kalan ekonomik büyüme rakamları da işsiz sayısını azaltacağı yerde daha da artırıyordu. Toplumsal politikalardaki sıkıntılar, kendisini ahlaksızlığın ve suç oranlarının artması, dolayısıyla da cezaevlerinin dolup taşması olarak gösteriyordu. Tüm bunların faturası Türkiye’ye 57.5 milyar TL faize akan para, resmi rakamlara göre 3.5 milyon işsiz ve dolup taşan cezaevleri olarak dönüyordu.
Faize bütçeden 57.5 milyar TL aktarılmıştı.
Borç gelirin yarısını aşmıştı. 2003 yılında milli gelire oranı yüzde 37 seviyesinde olan Türkiye’nin dış borcu, 2017’de 14 yıllık tırmanışın ardından ilk kez yüzde 51’i aşmıştı.
Üreterek değil de borçlanarak büyüme politikalarının Türkiye’yi getirdiği nokta, borcun her geçen yıl kabarması oluyordu. 2003 senesinde dış borcun milli gelire oranı %37.6 iken, geçen sürede borç mütemadiyen artıyor ve sonunda milli gelirin yarısını da aşıyordu. Türkiye’nin Haziran sonu itibarıyla brüt dış borç stoku, yılın ikinci çeyreğinde 20 milyar dolardan fazla artarak 432.4 milyar dolara çıkıyordu.
Bütçe açığı rekor kırmıştı.
Türkiye'nin cari açığı 2017 Ağustos ayında 40 milyar dolara çıkıyordu. 2018 bütçesini Meclis’e sunan Maliye Bakanı Naci Ağbal, bunun gerekçesini ithalat-ihracat dengesizliğindeki kalemlerden sadece enerji fiyatlarının yüksekliğine bağlıyordu.
Gıda fiyatlarına çözüm bulunamamış, enflasyon yeniden azıtmıştı.
2016 yılında %8,5 olan enflasyon, 2017 yılında da genel artış eylemini sürdürüyordu. Bu seyirde gıda fiyatları, TL’nin değer kaybının birikimi, ithalat fiyatlarının yükselişi etkili oluyordu. Bu kapsamda bu yılın sonunda enflasyonu %9,5 olarak bekleniyor ama %10’u geçiyordu.
Rantın son durağı yaylalardı, Türkiye’yi betona boğanlar gözlerini şimdi de Karadeniz yaylalarına dikmiş durumdaydı.
Sonunda “imar rantı” gözünü Doğu Karadeniz yaylalarına dikiyordu. Yaylalar ile ilgili hükümetin yaptığı düzenleme, bölgede dev otellerin ve lüks villaların yapılmasının önünü açıyordu. Maalesef yaylalar gerçek sahiplerinin elinden alınıp rantçılara teslim edilmeye başlanıyordu.
Yaylalar derhal kayıt altına alınmalıydı!
Tapusuz yaylalarında önemli bir sorun olduğuna değinen uzmanlar, “Kayıt altına alınmayan bölgelerde satışlar yaylacılarımızı olumsuz etkiliyor. Bu durum daha büyük problemlere yol açacak. Bir yetkilinin popülist birkaç cümlesi ile yaylalarda düzenleme yapılmaz. Planlama çalışmalarının yapılması, bu çalışmaların bölge halkına iyi anlatılması ve bölge insanını üzmeyecek yukarıda bahsettiğim düzenlemelerin başlaması gerekmektedir.” diye konuşuyordu.
Cumhurbaşkanı “başkanlık ettiği” Hükümetin ekonomi politikalarını ve 'onun sonucu' olan “yüksek faizi” eleştirirken, faiz mikrobunu meşrulaştırmaya çalışmaktaydı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, AKP grup toplantısında yaptığı konuşmada, “15 yıllık” AKP iktidarının ekonomi politikalarını eleştiriyordu. AKP iktidarlarının uyguladığı ekonomi politikaları neticesinde “tarihlerinin en kârlı” dönemlerini yaşayan bankalara veryansın eden Erdoğan, “yüksek faiz oranlarını” eleştirirken, başkanlık ettiği hükümetin açıkladığı Orta Vadeli Program’dan çıkan MTV artışından da dert yanıyordu. “Küçük sarsıntılar” dışında ekonomiyi kontrolde tuttuklarını söyleyen Erdoğan, “Faizlerdeki düşüş istediğimiz noktada hâlâ değil. Faizlerdeki düşüşü başaramazsak birçok musibet bizi beklemektedir. Piyasa faizinin yüzde 20 olduğu ülkede yatırımcı yatırım yapabilir mi? Ondan sonra lanetle de karşı karşıya kalırız. Birçok sefil ailelerle de karşı karşıya kalırız. Biz faizci akıllarla, faiz lobilerinin yaklaşımlarıyla adım atarsak sadece onları ihya ederiz.” diyerek halkımızı oyalıyor, ama faizsiz sisteme geçmek hususunda ciddi ve gerçekçi hiçbir adım atmıyordu.
AKP düzeni sadece faizciye yaramaktaydı!
2015 yılında 26 milyar TL olan bankacılık sektörünün net kârı, 2016’da yüzde 44 artarak 37.5 milyar TL’yi buluyordu. Bankacılık sektörü, bu yılın ilk yarısında da 25.4 milyar lira ile “tüm zamanların en yüksek” ilk yarı net kâr rakamına ulaşıyordu. Bu yılın ilk yarısında bankaların elde ettiği net faiz geliri ise 55.2 milyar liraya yükseliyordu. Türkiye bütçesinden 2017’de faiz ödemelerine ayrılan 57.5 milyar TL rakamı da dikkat çekiyordu.
“Çıkar bir KHK 'Ben faizleri sıfırladım' de” bakalım.
Kemal Kılıçdaroğlu bile: “İkide bir faizler yüksek faize karşıyız diyorlar. Faize karşıysan indir. Sanki memleketi başkası yönetiyor. Bu da doğru değil. Tamamen faiz lobisine çalışan bir hükümet. 142 milyar dolar faiz ödeyeceksin sonra vatandaşa faiz yüksek diyeceksin. Kardeşim faize karşıysan çıkar bir KHK faizi sıfır yap. Gücün yetiyorsa çıkar bir KHK ‘ben faizleri sıfırladım’ de. Yapabilir mi, yapamaz. Sen faizi ve faizcileri destekliyorsun. Faize kim karşı?” diye çıkışıyor, ama iktidardan hiçbir yanıt gelmiyordu.
Diyanet “katılım bankalarını” uyarmıştı: Faizli yöntemden farkınız kalmamıştır!
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Dr. Muhlis Akar, Katılım bankalarının temsilcilerine; malı satan, müşteriye karşı nasıl sorumluysa; katılım bankalarının da satıcı gibi sorumlu tutulmasını ve ancak bu şekildeki yöntemlerin caiz olacağını hatırlatmıştı. Çünkü eğer, katılım bankası doğrudan vatandaşa para verirse faizli yöntemden farkı kalmayacaktı.
Tarımdaki manzara daha da fecaatti. Son birkaç senede sürekli Tarım Bakanı değişiyor, ancak çiftçinin ve tüketicinin sıkıntılarına hiçbir deva bulunamıyordu. Siyasi iktidarın bakanları çıkıp da “yüksek gıda fiyatları aracılar yüzünden” şeklinde teşhislerle uğraşıyordu. Hâlbuki oturdukları koltuk teşhis değil tedavi makamıydı. Bir zamanların “kendi kendine yeten” tarım ülkesi Türkiye, AKP iktidarının mütemadiyen çeşitli ürünlerde gümrük vergilerini düşürmek suretiyle ithalatı kolaylaştırmaktaydı. Artık Türkiye gibi bir ülkenin buğday, arpa ve saman ithal etmesi bile hayretle karşılanmaz olmuş durumdaydı. Yem ithalatı yapan Türkiye manzarası, işin ilginci kimselere garip gelmiyor artık. Hiçbir plana ve hedefe sahip olmayan, günlük yürütülen politikaların neticesi bunların hepsi normal sayılmaktaydı.
AKP iktidarı hayvancılığı da batırmıştı!
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Genel Cerrah Ahmet Eşref Fakıbaba, kansere çare bulmuş gibi sevinç nutukları atmaktaydı. Kırmızı et fiyatını düşürecek formül bulduğunu sanmaktaydı. Kendisinden önce görev yapan 4 AKP’li bakanın 15 yılda bulamadığı formülü 75 günde bulmuş ve uyduruk reçetesini yazmıştı. Buna göre devlet, Et ve Süt Kurumu eliyle karkas et ithaline başlayacak, bu ithal eti parçalayarak, kemiğinden ayıracaktı. Elde edeceği kıyma ve kuşbaşı eti özel sektör paketleme tesislerinde ambalajlayacaktı. Ülke genelinde yaygın marketler zincirinde yaklaşık 17 bin noktada reyon kiralayacaktı. Bu reyonlarda kilosu 24 liradan kıyma, 27 liradan kuşbaşı et satacak, böylece güya vatandaş ucuz ete kavuşacaktı. Dikkat buyurun AKP’li Bakan Fakıbaba’nın formülünde, reçetesinde yerli üretici ve üretim yoktu, aksine yerli üreticiyle sıkı rekabet vardı.
Peki, Bakan Fakıbaba’nın formülünde kimler ne kazanacaktı?
Et ve Süt Kurumu’nun marketlerde satacağı et ithal edileceği için, yurt dışındaki besici, başka ülkelerin çiftçileri para kazanacaktı. Onlara destek olunacaktı. Eti yurt dışından Türkiye’ye ve yurt içinde satış noktalarına taşıyan lojistik firmalarına para kazandırılacaktı. İthal eti işleyerek kıyma ve kuşbaşı elde eden ve paketleyen firmalara vurgun imkânı sunulacaktı. Eti reyonuna koyarak satacak marketlere kira geliri sağlanacaktı. Bu sömürü zincirinin halkasında yer alan kimselerin ne kadar kazanacağı bile hesaplanmıştı. Görüleceği üzere bu zincirde, bu formülde üretici ve besici bulunmamaktaydı.
AKP’li Fakıbaba’nın, “Benden önce yolsuzluk varmış, erkekseniz bundan sonra yapın!” şeklinde çektiği “rest” kendisinden önceki AKP’li bakanlara yönelik bir “yolsuzluk ithamı” hatta bir “yolsuzluk itirafı” olarak da algılanmıştı. İster “yolsuzluk ithamı” olarak kabul edin, ister “yolsuzluk itirafı” olarak kabul edin hepsi “aynı kapıya” çıkmaz mıydı? Bundan önce Tarım Bakanlığı hakkında yapılan “yolsuzluk” dedikodularının pek çoğu Fakıbaba’nın bu açıklamasının ardından adeta perçinlenmiş gibi olmadı mı?
"Herkes aklını başına almalıydı!"
Tarımın da sanayi gibi bir reel sektör olduğunu dile getiren uzmanlar: "Bu ülkede ne sanayiye ve ne de tarım sektörüne kıymet verilmiyor. Bu ülkeyi doyuranlar bu ülkede kıymet görmüyor. Herkesi uyarıyorum, tekrar meydanlara çıkarız. Herkes bu ülkeyi doyuran insanların kıymetini bilmek zorunda. Bu anlaşılıncaya kadar mücadelemiz devam edecek. Yoksa ülkenin gıda güvencesi tehdit altında, ithalatla falan da ülkeyi doyurmak mümkün değil. Bu ülke topraklarının yüzde 70'inde buğday ekiliyor, bu kadar önemli bir ürün. Söz konusu ürünleri üretenleri mağdur etmeye kimsenin hakkı yok. Böyle yanlış kararnameleri çıkarıyorlar, insanları mağdur ediyorlar, tepki koyunca da 'niye tepki koydun?' diyorlar, koyacağız. Benim görevim bu. Meydanlara çıkarız, herkesi uyarıyorum, meydanlara bir çıkmaya başlarsak arkası gelir. Kimse bizi durduramaz, herkes aklını başına alsın bu ülkede." diyerek endişelerini aktarmaktaydı. Artık çiftçi, bankalara borçlanmadan çarkını çeviremez durumdaydı!
Enflasyon canavarı iyice azıtmıştı!
Sürekli “bu ay düşecek” denen enflasyon, 2017 Kasım’ında daha da hızlanmıştı. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) Kasım’da yüzde 1.49, Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi (Yİ-ÜFE) yüzde 2.02 artmıştı. Yıllık enflasyon tüketici fiyatlarında yüzde 12.98, yurt içi üretici fiyatlarında yüzde 17.30’a ulaşmıştı. Kasım ayı itibarıyla 12 aylık ortalamalar dikkate alındığında, tüketici fiyatları yüzde 10.87, yurt içi üretici fiyatları da yüzde 15.38 artmıştı. AA Finans Enflasyon Beklenti Anketi’ne katılan ekonomistlerin Kasım ayı enflasyon beklentilerinin ortalaması yüzde 1.08 çıkmıştı. Ekonomistlerin Kasım ayı enflasyon beklentilerinin ortalamasına göre, bir önceki ay yüzde 11.90 olan yıllık enflasyonun, yüzde 12.53’e yükseleceği varsayılmıştı.
Üretim ekonomisi yerine, borçlanma ve tüketim ekonomisiyle geleceğimizi karartan AKP’nin iflası yakındı.
Uluslararası alanda ekonomiye yaptığı katkılar nedeniyle Rahmi Koç bilim madalyası kazanan Massachusetts Teknoloji Enstitüsü Ekonomi Bölümü’nden Prof. Dr. Daron Acemoğlu “Ulusların Düşüşü” adlı bir eseri vardı. Prof. Acemoğlu’nun: “Ekonomi sözde büyüyor ama bu büyüme üretimden çok tüketimle oluyor. Ekonomide verimliliğimiz düşüyor. Oysa sürekli ve herkese faydası dokunan verimliliği sağlayacak bir büyümeyi artırmak gerekiyor. 2007 yılından beri Türkiye’de verimlilik artışı yoktur. Sadece talep ve tüketim merkezli bir büyüme söz konusudur. Türkiye krediyle yani borçla büyüyor gibi gösteriliyor. Oysa üretkenliği artırmadan bu büyümenin daha fazla sürdürülmesi mümkün görülmüyor. Bu sürecin sonunda büyük bir büyüme yavaşlamasıyla karşı karşıya kalınacağı unutuluyor. Gelişen teknolojilere ayak uyduramayan ülkelerin gelirlerini artırmada sıkıntılar yaşayacağı biliniyor. Bu yarışa katılmak için öncelikle eğitime gereken önem verilmiyor. Yeni teknoloji yatırımları yapılmıyor. Bunların yanında işgücünün verimi artırılmıyor ve buna göre modeller geliştirilmiyor. Tam aksine eğitim konusundaki kafa karışıklığı yaşanıyor. Gençlerimizin 10-15 sene sonra gerçekten yeni teknolojilerle yeni bir dünyada çalışacak kapasiteleri oluşacak mı? sorusu hepimizi derin endişelere sevk ediyor.”
“Küresel ekonomiye entegre olduk” itirafı.
Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, Türkiye’nin dışa açık kalmaya devam edeceğini kaydederek, “Biz küresel ekonomiye son dönemde önemli ölçüde entegre olduk. Bundan da çok faydalandık. Aslında küresel ticarette korumacılığın ne kadar zararlı olduğunu biliyoruz.” diyerek baklayı ağzından kaçırmıştı.
AKP’nin ahlaki ve manevi tahribatları
Bonzai’den sonra Skunk belası başlamıştı.
Bonzai yüzünden onlarca gencimizi kaybettiğimiz, binlercesini ise kaybetmek üzere olduğumuz şu günlerde, Skunk adı verilen yeni bir zehir türü daha piyasaya çıkmıştı. Hint kenevirinin laboratuar ortamında başka uyuşturucularla hibritlenmesi sonucu geliştirilen ‘Skunk’, esrardan 20 kat daha tehlikeli bulunmaktaydı.
Cezaevleri dolup taşmıştı.
Türkiye’de son yıllarda hızlı bir şekilde büyüyen diğer bir alan ise cezaevleri yapımıydı. Adalet Bakanlığı verilerine göre, kapasitesi 207 bin 339 olan cezaevlerinde toplam 229 bin 790 kişi bulunmaktaydı. 2012 yılında 136 bin 20 olan cezaevindeki tutuklu sayısı 2017’ye gelindiğinde ise 229 bin 799’a ulaşmıştı. Kapasitenin 207 bin 339 olduğu göz önünde bulundurulduğunda, cezaevlerinde 22 bin dolayında kapasite fazlası mahkûm bulunduğu saptanmıştı. Uygulanan yanlış politikalar, suç ve doluluk oranlarında rekor kırılmasına neden olmaktaydı.
Artık evlerde, 15 dakikada ve çok daha ucuza "rakı üretimi"ne başlanmıştı. Maalesef hiçbir yasal engel de kalmamıştı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Coca-Cola fabrikası açmıştı! Yandaş Abdurrahman Dilipak ise “Koka Kola yerine kendi sidiğinizi içmeniz daha az zararlıdır!” fetvaları yayınlamaktaydı!
Isparta Süleyman Demirel Havalimanı’na iniş yapan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, havalimanının hemen yanındaki OSB’ye uğramıştı. Açılışa Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Ahmet Eşref Fakıbaba, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya, Gençlik ve Spor Bakanı Osman Aşkın Bak, Anadolu Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan, The Coca-Cola Company Yönetim Kurulu Başkanı Muhtar Kent katılmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Anadolu Grubu’na ait 220 bin metrekare tahsisli alandaki yaklaşık 110 milyon dolarlık kola fabrikalarının açılışını yapmıştı.
Evrim teorisi hala kitaplarda durmaktaydı.
Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Alpaslan Durmuş tarafından evrim teorisi ile ilgili şok eden bir açıklama yapılmıştı. Durmuş, “Evrim kitaplardan kalktı diyenler zır cahil” diyerek teorinin müfredattan çıkarılmayacağını vurgulamıştı. Senelerdir yerinde sayan ve kalıplaşmış sorunlar ile boğuşan Milli Eğitim, sapkın ve saplantılı ideolojilerin tesirinden kahraman AKP iktidarının 15 yıllık döneminde de kurtulamamıştı.
Tarım ve hayvancılığın kökünü kurutmak, vatana ihanetle eş anlamlıydı!
Buğday, saman ve hububat ithaline ağırlık veren AKP iktidarının kırmızı et ithalatı da kafa karıştırıcıydı. Maalesef sanki bu süreç, ülkemizde bağımsız çiftçi ve hayvan üreticisi kalmamasını amaçlamıştı. İnanması zor ama gerçekten de küresel güçlerin de hedefi bu olmaktaydı. Yani köylü, topraklarını ve yaylasını terk etmeye zorlanmaktaydı. Türkiye'de tarım ve hayvan üreticileri AKP iktidarınca göçe zorlanmaktaydı. Son 20 yılda 10 milyondan fazla köylümüz şehirlere yığılmıştı. Beslenme bağımsızlığını kaybeden ülkelerde sosyal ve politik birlikteliği sürdürme imkânı da kalmayacaktı. Sonuçta halkın, üretimi planlayan küresel merkezin itaatkâr kulları durumuna gelmesi kaçınılmazdı. Köylülüğün bitirilmek istenmesinin bir sebebi de, toprağa yönelik duygusal bağlılığın zayıflatılması ve "uğrunda ölünecek değer” olmaktan çıkarılmasıydı. Ucuz et ithalatının, ucuz polemiklerle tartışıldığını oysa meraların yerli veya yabancı yatırımcılara uzun süreliğine kiraya verilmeye hazırlandığı, küresel hayvancılık şirketlerinin Trakya'ya ve Türkiye'nin bütün meralarına göz koyduklarını hesaba katmalıydı. Ziraat Mühendisleri Odası da 24 Kasım 2017 tarihli "alarm" niteliğinde bir mektup yazmıştı. Mektupta özetle: "Türkiye'de son 27 yılda tarım alanlarının yüzde 14 azaldığı, üreticilerimizin giderek tarımdan koparıldığı, toprak ve su kaynaklarının yanlış kullanıldığı, tarım arazilerinin rant uğruna elden çıkarıldığı, Türkiye'nin kendi topraklarında yetiştirebildiği birçok ürünün ithal edilmeye başlandığı, yüksek girdi maliyetleri altında ezilen üreticiye yeterince destek çıkılmadığı, milyarlarca dolarlık kaynağın, ithalat yoluyla başka ülkelerin refahına aktarıldığı” hatırlatılmıştı.
Şimdi okurlarıma soruyorum: Vatanı satmak için yasa değişikliği yapılır mıydı? Meraları yerli veya yabancı yatırımcılara açan torba yasadaki değişikliği hazırlayanlar ve sorgulamadan onaylayanlar, yani toprağı köylünün elinden alanlar, kime hizmetçilik yapmaktaydı?”[1] feryatları haklıydı.
Esra Erol programını, Milli Çözüm ihbar saydırtmıştı.
Haçlı AB yasalarıyla toplumun temel taşı aile yuvamızın altına dinamit koyulmaktaydı!
AB'ye girme sevdasına yuvalarımız yıkılmaktaydı! Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde hayata geçirilen 6284 Sayılı Kanun ile Türk aile ve geleneklerinin altı oyulmaktaydı. Batı’dan ısmarlama bu kanun, adeta barışmak isteyen evli çiftlere dahi ceza yağdırmaktaydı. Hem Yüce Dinimizin hem de milli birliğimizin en hassas olduğu konuların başında sayılan ve toplumsal ahlakın önemli yapı taşlarından birini oluşturan aile kurumunun dibine, Avrupa Birliği uğruna getirilen 6284 sayılı kanunla adeta dinamit koyulmaktaydı. Toplumumuzu, Batı toplumlarından ayıran en önemli unsur olan güçlü aile yapısı, AB uğruna yok edilmeye çalışılmaktaydı. Uyum yasaları sebebiyle hayata geçirilen bu kanun, 2012 yılından bu yana birçok yuvayı da dağıtmış durumdaydı.
Erkeği uzaklaştırma kararıyla herkes kendi dünyasına ve nefsi hevasına atılmaktaydı!
Bu yasalar boşanmaya odaklıydı!
Sanki aileyi dağıtma yasasıydı!
İktidar, AB’ye uyum sağlamak için kendi değerlerini yıkmaktaydı. Avrupa standartları baz alınarak hazırlanan 6284 sayılı kanun, aile yapımızı temelden sarsmaktaydı. Kanunun sağladığı psikolojik şiddet hakkı kapsamında; kadın, kocasını dayak, yaralama gibi bir fiziksel şiddet olmamasına rağmen evden attıracaktı. Eşlerin kanunu her tartışmada sopa gibi kullanması, boşanmalara ve cinayetlere sebep olmaktaydı. Söylemlerde millilik naraları atan ve dindarlık taslayan, icraatlarda ise Avrupa çizgisinden çıkamayan Türkiye, rol modeli batı gibi aile yapısını tehlikeye atmaktaydı. Oysa AB’de evlilik dışı ilişkiler çoğalmakta ve kanunlar, "evlilik"e göre değil, "birliktelik"e göre yapılmaktaydı. Doğan her iki çocuktan biri evlilik dışı ilişkiden doğmaktaydı. Bunun yanı sıra insanlar, çocuk sahibi olmak yerine kedi, köpekleri “evlat” edinip yozlaşmaktaydı. AB’de tablo böyle iken Türkiye, aile yapısını batıya entegre etmeye çalışmaktaydı. Avrupa standartları örnek alınarak hazırlanan 6284 sayılı kanun, Türk aile yapısını parçalayacaktı. Kanunu sopa niyetine kullanan eşler, kendilerini boşanmanın eşiğinde bulacaktı.
Porno filmlerine erişim kolaylığı, ahlaksızlığı ve cinsi sapıklığı körükleyen TV dizilerinin yaygınlaşması, eşcinselliğin meşrulaştırılması, çok küçük yaşlardan itibaren cep telefonuyla sosyal medya kullanımının çoğalması; maalesef kız ve erkek çocuk tacizlerini, hatta aile içi ensest ilişkileri hızla artırmaktaydı.
Halâ: “Batı'dan kopmadık, kopmayacağız!” edebiyatı.
Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek hala; “Ne AB'nin Türkiye'den, ne de Türkiye'nin AB'den vazgeçtiğini” söyleyerek, "Batı’dan kopmadık, kopmayacağız!" açıklamasını yapmaktaydı. Mehmet Şimşek, "İnsani Finans" temasıyla düzenlenen Küresel Katılım Finans Zirvesi'nin (Global Participation Finance Summit-GPAS İstanbul) açılışında yaptığı konuşmada: "AB ile ilişkilerin dondurulacağı, ilişkilerin kesileceği" yönünde iddialar olduğunu, ancak AB'nin Türkiye'den, Türkiye'nin AB'den vazgeçemediğini, vazgeçemeyeceğini vurgulamıştı.
Esra Erol’da programındaki çarpıcı “bebek ticareti” konusuna: Esra Erol'daki itiraf ve ithamlardan sonra yer yerinden oynamalıydı, ama hayret bu tepkisizlik ve ilgisizlik nasıl okunmalıydı?..
Şimdi şu sorular kafaları kurcalamakta, vicdanları sızlatmakta ve elbette yanıtları aranmaktaydı:
1- Bunca feryadı, iddiayı ve çok ciddi ithamları, "ihbar" kabul etmesi gereken savcılar harekete geçmek için daha neyi bekliyordu?
2- Adana Valiliği’nden, İl Sağlık Müdürlüğü’nden... Sağlık Bakanlığı’ndan, Aile ve Sosyal Yardım Bakanlığı'ndan niye hala tıs çıkmıyordu?
3- Ve tabii işbaşındaki Hükümet ve Devlet niye bu olaya el koymuyordu?
4- On yıllar boyunca yüzlerce, hatta binlerce bebeğin: "öldü, belediye götürüp gömdü" denilerek, anne babalarından koparılarak, büyük paralar karşılığı pazarlandığı; doğum ve ölümlerle ilgili resmi kayıtların bile tutulmadığı veya ortadan kaldırıldığı iddiaları ve bu konuda onlarca mağdurun bizzat yaşadıkları ve aktardıkları karşısında, Devlet ve Hükümet yetkililerinin: "Ne yapalım, bizden önceki iktidarlar döneminde yaşanmış..." dercesine, bu konuda ilgisiz ve isteksiz davranıp ağırdan almasının altında başka şeyler mi yatıyordu? Çocuk ve organ mafyasının şeytani etkinliği hala devam mı ediyordu?
5- Yoksa bu ağır suçlulara ve vicdansız sorumlulara; kendilerini aklamak, pisliklerini örtüp saklamak ve gerekli-geçerli(!) sahte mazeret belgeleri hazırlamak ve kaçmak dahil her türlü kurtuluş tedbirini almak üzere fırsat mı tanınıyordu?
6- Ya da, yürekleri yaralı ve ciğerleri yanmış mağdur vatandaşlarımızın; bu hıyanet ve cinayet şebekelerinden, intikamlarını kendileri mi alsın isteniyordu? Vatandaşlarımız niye sahipsiz ve ümitsiz bırakılıyordu?
7- Ve tabii sormak lazımdı: yayıncılığın ahlaki ve hukuki ilkelerine azami dikkat gösterilerek yapılan ve toplumsal sorunlara dikkat çekmeyi amaçlayan bütün bu açıklamalara karşı, ilgili ve yetkililerin bu duyarsız ve tutarsız tavrını nasıl yorumlamak gerekiyordu ve Türkiye nereye gidiyordu?
Az daha ikiz kardeşiyle evlenmiş olacaktı!
Esra Erol'un programına telefonla bağlanan bir kadının anlattıkları herkesi şaşkınlık ve gözyaşı içinde bırakmıştı. Bağlanan kadın gençliğinde kardeşi olduğunu sonradan öğrendiği kişiyle Ankara'daki bir okulda tanışıverdiklerini, daha sonra farklı bir yere taşınan erkekle görüşmeye devam ettiklerini ve evlilik kararı aldıklarını anlatmıştı. İsteme merasiminin ardından damadın halası ölünce, ailenin nikâhı düğünden sonraya ertelediğini belirten kadın, düğün günü iki aile bir araya geldiğinde çocukların evlatlık verilmelerine aracı olan kadının her iki aileyi de tanıyıp bütün gerçeği kendilerine anlattığını aktarmıştı. Düğünün iptal edilmesinden sonra kendisinin başka bir erkekle evlilik yaparak, 2 çocuk sahibi olduğunu gözyaşları içinde, zorlanarak anlatan kadın, evlenmek istediği kişinin ikiz kardeşi olduğunu öğrendiği andan itibaren hadisenin şokunu bir türlü atlatamadığını, 3 defa intihara kalkıştığını, hâlâ ilaç kullandığını ancak huzur bulamadığını anlatmıştı!
Bütün bu yaşananların bazı çetelerin çocuk satarak para kazanması gibi adice bir ticaret olarak görülmeyecek kadar ürküten boyutları vardı. Sadece tetikçi tezgâhtarların adının geçtiği felaketler zincirinin içinde küresel örgütlerin bulunulabileceği ihtimali dikkatlerden kaçırılmaktaydı. Doğumhanelerden yahut sokaklardan çalınan çocuklar ya organ yetmezliği yaşayan zenginlere organ için doğranmakta, ya satanist ayinlerinde kullanılmakta, ya tecavüz için köleleştiriliyor olmakta, ya çocuğu olmayanlara satılmakta, ya da nesep karışıklığı olsun diye doğumhanede bilerek karıştırılmaktaydı. Bu çocukların ABD'lilere ve İsraillilere satıldığı iddiaları ise insanın kanını dondurmaktaydı.
Yolsuzluk dosyası, yerli araba palavrası
Yerli (Milli değil, çünkü AKP iktidarı hala asansör motoru bile üretemiyor) otomobil 2021’de hazırmış…
Oysa daha önceki palavralara göre, 2020'de hem de yerli uzay gemisiyle Türk astronotlar uzaya çıkacaktı.
2011 seçimleri öncesi, 2020'de yerli savaş jetlerimizin seri üretimine başlanacağı propagandası yapılmıştı. Hatta Türk Hava Kurumu Başkanı’na 2014’te yerli yolcu uçaklarımızın yapılıp satılacağı açıklattırılmıştı.
2017'de Sn. Erdoğan yerli uçak gemimizi 2019'da Akdeniz sularında gezdireceğimizi müjde buyurmuşlardı. Ve tabii her ne hikmetse Türkiye'nin her tarafında açılan sondaj kuyularından petrol fışkırdığı ve 2023'te petrol ihraç eder konuma taşınacağımızı yazan yandaşların yalanları da havada kalmıştı.
Ve şimdi, 2017 Kasım başında Sn. Erdoğan, Saraydaki parlak bir törenle “ilk yerli otomobil” projesinin mimarlarını tanıtmıştı. Her biri kendi alanında öne çıkan şirketlerin rantiyeci baronları da salonda hazırdı. Oysa ortada henüz otomobil falan bulunmamaktaydı. Ama bu kadar güçlü isimler bir araya gelirse otomobil yapılması çok kolaymış masalları anlatılmıştı. Bu kadar çok “babayiğit” görünce yerli otomobil konusunda içine kuşku düşenler haklıydı. “Bir araya gelen holdinglerin her biri milyar dolarlık patronlardı. Hepsi kendi işlerini yapıyorlar, ortaklıklardan pek haz etmiyorlardı, ama en önemlisi kararları mutlaka kendileri vermek istiyorlardı. Otomobil gibi çok özel bir alanda bu kadar büyük başın bir arada olması ve karar alması bana göre imkânsızdır.” diyen sanayiciler bile vardı.
Yani bir araba için bu kadar çok patrona gerek duyulmazdı. Yatırım için sadece birkaç milyar dolara ihtiyaç vardı. Öyle anlaşılıyor ki bu patronlar aslında işe para yatırmayacaklar, göstermelik birkaç proje üzerinde konuşup gündem oluşturacaklardı. Sonra hepsi çekilecekler iş AKP’li birine kalacaktı. Peki, bu oyun tutar mıydı? Tabi 2011 seçimlerinde “ilk Türk uçağının semalarımızda olacağına”, 2015 seçimlerinde ise bu uçağı unutup “ilk yerli yolcu uçağımızın yapılacağına” inananlar şatafatlı törenlerle açıklanan “ilk yerli arabamızı yapıyoruz” sözlerine de inanacak; daha doğrusu kendileri de inanmadığı halde, Erdoğan'ı haklı çıkartmak hatırına, inanmış rolü oynayacaklardı.
          
                             Şiir:
Patavatsız palavralar, balon gibi patlardı
Bunca yalan, kabaklara; konulsa o çatlardı
“Yalan ama, ferahlatır!.”, diyen ahmak oldukça
Fırsatçılar sırtımızdan, reytingleri katlardı…
          
Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan ile görüşen dünyaca ünlü iş adamı, elektrikli otomobil pazarının öncü ismi Yahudi asıllı, CIA ve MOSSAD’la irtibatlı; Tesla Motor’un CEO’su Elon Musk, Anıtkabir'i ziyarete koşmuşlardı.Sn. Erdoğan’ın ve dünyaca ünlü iş adamı, elektrikli otomobil pazarının öncü ismi Tesla Motor’un CEO’su Elon Musk’la görüşmesi “Yerli Otomobil” sahtekârlığının perde arkasını aralamıştı. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcısı ve Sözcüsü İbrahim Kalın, görüşmede Türksat 5A ve 5B uydularının uzaya fırlatılmasının yanı sıra elektrikli otomobil meselesi, sürdürülebilir enerji, Tesla ve SpaceX firmalarıyla Türkiye'deki firmaların yapabileceği ortak çalışmalar hakkında görüş alışverişi yapıldığını açıklamıştı. Elon Musk, görüşmenin ardından Anıtkabir'i ziyaret etmiş; Instagram hesabından bir fotoğraf paylaşan Musk, "Atatürk Anıtkabir" yorumunu paylaşmıştı.
Gerçek sahibinin CIA ve MOSSAD olduğu ve Siyonist Yahudi zihniyetli Mark'ın sadece bir vitrin olduğu, dünyaca saygın CHIP dergisi tarafından ispat edilen Facebook; Kuzey Afrika ülkelerine ucuz internet hizmeti vermek iddiası ile uydu göndermeye çalışmaktaydı. Bu uyduyu İsrail firması Spacecom'a yaptırmıştı. Spacecom da uyduyu uzaya fırlatma işini, özellikle son yıllarda bu sahada NASA'ya ve Siyonistlere uçuk fark atmış Ruslara değil de, yine Siyonizm'in bir aktörü olan Elon Musk'ın SpaceX firmasına havale etmesi kafaları karıştırmıştı. Oysa yıllardır NASA bile Ruslardan yardım almadan ve Rusların roketlerini kullanmadan uzaya roket/uydu fırlatamamıştı.
İtalyan FIAT firması ile KOÇ’un işbirliği ile yapılacak yabancı otomobile “yerli” bir isim takılacak ve AKP hayranları “milli araba yaptık” diye avutulacaktı, daha önce Erbakan’a %100 yerli Devrim otomobilini yaptırmamak için Koçlarca hazırlanan ve kaportası eşek yemi olan Anadol da, işte böyle bir aldatmacaydı.
Sn. Binali Yıldırım’ın ve Ailesinin “Yeni Gemileri ve Offshore Serveti” ile ilgili iddiaları yanıtlaması ve kanıtlaması lazımdı!
“Başbakan Binali Yıldırım’ın ailesinin finansal ilişkileri araştırıldığında, daha önce varlıkları bilinmeyen üç Malta gemisi de dahil olmak üzere en az 11 kargo gemisini ve Hollanda’daki yedi gayrimenkulü içeren, yaklaşık 140 milyon avro değerinde bir malvarlığı ortaya çıkmaktadır” iddiaları halâ yanıtını aramaktaydı: (Bak: Zeynep Sentek, Craig Shaw 24 Mayıs 2017)
2009’un Ağustos ayında, o sırada Ulaştırma Bakanı olan Binali Yıldırım, Barbaros Denizciler Derneği’nin iftar yemeğinde bir konuşma yapmıştı. Etrafında ülkenin tanınmış denizcilik şirketlerinin sahipleri vardı. Orada Sn. Binali Yıldırım şöyle uyarmıştı: “Yabancı bayraktan Türk bayrağına geçmek için üç ay süre tanıdık, bu süre zarfında Türk bayrağına geçenlerden para almıyoruz. Mazeret ortadan kalktı. Türk bayrağına geçmeyenler ısrar ederlerse biz burada iyi niyet görmüyoruz. Denizcilik Müsteşarlığımız bu konuda çalışıyor da.”
Aynı iftar yemeğinde, Binali Yıldırım konuşmasını yaparken onu birkaç metre uzaktan dinleyenlerden birisi de, oğlu Erkam Yıldırım’dı. Erkam Yıldırım’ın tam da bu konuşma yapılırken Hollanda Antilleri’nin bayrağını dalgalandıran en az bir gemisi vardı. Kargo gemisi ‘City’, Yıldırım’ın Antiller’de kurulu ve gerçek sahibi gizlenen offshore şirketi üzerine kayıtlıydı.
Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanı olduğu yıllarda İDO’nun başına getirdiği Yıldırım, 2000 yılında feribot büfelerinin işletmesini yakını Yılmaz Erence’ye verdiği iddiasıyla görevden alınmıştı.
Buna rağmen Binali Yıldırım, 2002 yılında AKP meclise girdiğinde yeni hükümetin ilk Ulaştırma Bakanı olarak atanmıştı. Bakanlığı sırasında ailesinin sahip olduğu gemiler ve denizcilik şirketleriyle ilgili birçok iddia ortaya atılmıştı. Meclis’te milletvekillerinin sorularına yanıt vermeyen Yıldırım, sonunda 2013’te CNN Türk programında Cüneyt Özdemir’e işlerini çocuklarına bıraktığını, çocuklarının denizcilikle uğraştığını ve gemi işlettiğini açıklamış, ancak aile şirketlerinin ne kadar para kazandığı ya da kaç gemisi olduğuyla ilgili yorum yapmaktan kaçınmıştı.
Bir politikacının ailesi, on yıl gibi bir süre içinde 140 milyon avroluk bir malvarlığını nasıl kazanırdı?
Erkam Yıldırım’ın Hollanda bağlantısı ve Zealand Shipping Muamması!
Erkam Yıldırım’ın Hollanda bağlantısı daha önce gazetelerde çıkmış ve bu ülkedeki toplam malvarlığı sorgulanmıştı. Hollanda’nın şirket kayıtları ve diğer açık kaynaklar incelendiğinde Erkam Yıldırım’ın bu ülkede kayıtlı gemileri ve evleri olduğu anlaşılmaktaydı. Yine Erkam Yıldırım’ın sahip olduğu Castillo Real Estate BV adlı şirket üzerine kayıtlı toplam altı emlâk ve Yıldırım’ın üzerine kayıtlı bir ev bulunmaktaydı. Yıldırım, Almere’de kendi şirketi Zealand Shipping’in ofisi de dahil olmak üzere iki bina ve bir ev, Utrecht’te iki ev, Schoonhoven’de bir ev ve Lahey’de bir dükkân sahibi olduğu kayıtlıydı. Tüm bu mülklerin toplam değeri ise tapu kayıtlarına göre 2.16 milyon avroya ulaşmaktaydı ve hiçbiri satın alınırken kredi kullanılmamıştı.
Ailenin Hollanda bağlantısının en kârlı işini ise Zealand Shipping üzerinden yürütülen denizcilik faaliyetleri oluşturmaktaydı.
Offshore Bankacılığında Siyonist sermaye parmağı!
Sömürgeci dünya ticaretinde bir yılda yetmiş iki trilyon dolarlık bir küresel para dolaşmaktadır. Dönen bu küresel paranın yarısı Offshore merkezleriyle piyasaya sokulmaktadır. “Nedir Offshore?” diye sorarsanız, Wikipedia’ya göre; Kıyı bankacılığı diğer adıyla “off-shore banking”, ülke dışında sağlanan fonların yine ülke dışında kullandırılmasını amaçlayan ve sektörle ilgili her türlü yasa ve yönetmeliklerin dışında kalan serbest bankacılık olarak tanımlanmaktadır. Yani Eşinden para saklamak isteyen zenginler, ülkesinden vergi kaçıran ya da kaçırmak isteyen büyük şirketler, yurtdışında gizli operasyon yürüten istihbarat birimleri, geleceğini garantiye almak isteyen siyasetçiler, aldığı rüşvetleri saklamak zorunda kalan bürokratlar, milyon dolarlık bonusları gözlerden uzak tutmak isteyen özel sektörün CEO’ları gibi paranın izini kaybettirmek isteyenler için değişmeyen tek bir adres vardır ki; Offshore bankacılığıdır. 
Buna benzer nedenlerden dolayı insanlar Offshore bankacılığını kullanma ihtiyacı duyarlar. Derin Ekonomi Dergisi’nin Mayıs 2016 tarihli 12. sayısında Türkiye’den Offshore bankacılığını kullanan Türk şirketlerine yer verdiği habere göre;
“Türk şirketleri Offshore’u yoğun olarak kullanmaktadır. Garanti, İş Bankası, Yapı Kredi, Akbank, Vakıfbank dâhil 11 Türk bankası vergi cennetleri olarak bilinen Lüksemburg, Malta ve Bahreyn’deki Offshore hesaplarında 142 milyar lirayı yönetiyor durumdadır. Bu tutar Türkiye’nin GSMH’sinin yüzde 5’inden çok daha fazladır. Arçelik, Vestel, Anadolu Efes, Koç Holding, Doğan Holding, Boyner, Ülker, Botaş gibi Türk şirketleri dâhil olmak üzere Türkiye’nin büyük sermaye gruplarının birçoğunun Offshore’da şirketleri bulunmaktadır.”
Milli ve yerli araba(!) üretme hazırlığına başlayan ve ülke ekonomisini şaha kaldıran(!) kahraman AKP iktidarının resmi rakamlarla ayarı ve aynası!
T.C. Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı
İç Borçlanma Stratejisi (Ağustos - Ekim 2017)
Finansman Programı (Sayı: 2017/117 Tarih: 31 Temmuz 2017)
Ağustos - Ekim 2017 dönemi için öngörülen iç ve dış borç itfa programı ile söz konusu ödemelerin finansmanına ilişkin veriler aşağıda yer almaktadır:
Ağustos ayında toplam 6,0 milyar TL’lik iç borç servisine karşılık toplam 8,7 milyar TL’lik iç borçlanma yapılması programlanmaktadır.
Eylül ayında toplam 7,5 milyar TL’lik iç borç servisine karşılık toplam 10,9 milyar TL’lik iç borçlanma yapılması programlanmaktadır.
Ekim ayında toplam 13,6 milyar TL’lik iç borç servisine karşılık toplam 19,7 milyar TL’lik iç borçlanma yapılması programlanmaktadır.
İç Borçlanma Stratejisi (Eylül - Kasım 2017)
Finansman Programı (Sayı: 2017/129 Tarih: 31 Ağustos 2017)
Eylül - Kasım 2017 dönemi için öngörülen iç ve dış borç itfa programı ile söz konusu ödemelerin finansmanına ilişkin veriler aşağıda yer almaktadır:
Eylül ayında toplam 7,5 milyar TL’lik iç borç servisine karşılık toplam 11,3 milyar TL’lik iç borçlanma yapılması programlanmaktadır.
Ekim ayında toplam 13,6 milyar TL’lik iç borç servisine karşılık toplam 19,7 milyar TL’lik iç borçlanma yapılması programlanmaktadır.
Kasım ayında toplam 4,2 milyar TL’lik iç borç servisine karşılık toplam 6,1 milyar TL’lik iç borçlanma yapılması programlanmaktadır.
Reza Zarrab muamması ve soygunculuğun meşrulaştırılması
Aylardır hatta yıllardır kamuoyunu meşgul eden ve bir türlü gündemden düşmeyen Reza Zarrab olayının perde arkasını ve AKP’nin elebaşlarıyla alakasını sezmek ve doğru tespit ve tahliller yapabilmek için şu sorular üzerinde kafa yorulmalıydı:
1- Güya uluslararası hukuka ve ABD çıkarlarına aykırı olarak, Amerika’nın İran’a uyguladığı ambargoyu dolaylı yollarla ve hukuki hilekârlıklarla delip aşmakla ve bu konuda AKP iktidarıyla ve bazı Türk bankalarıyla çıkar ortaklığı yapmakla suçlanıp tutuklanan İran asıllı türedi iş adamı Reza Zarrab’ı; a-Bu maksatla hazırlayıp-donatıp Türkiye’ye yollayan, b-AKP iktidarının parasal iştahını kabartıp Reza Zarrab’la ilişkisini ve işbirliğini sağlayan, c-İleride Sn. Erdoğan’a ve iktidarına karşı bir şantaj unsuru olarak kullanmak üzere bütün bu irtibatlarını resmi kayıtlar ve kanıtlarla belgeleyip saklayan CIA’nın kendi elemanları ve Türkiye’deki adamları mıydı?
2- Böyle bir kumpasın tuzakzedeleri ve Reza Zarrab’ın işbirlikçileri değillerse, Sn. Cumhurbaşkanı’nın ve Sn. Başbakan’ın, çeşitli bahanelerle ve defaatle ABD ziyaretine gitmelerinin ve yetkililerle bu meseleyi görüşmelerinin altında ne yatmaktaydı? Sn. Erdoğan’ın ve Yıldırım’ın bu konudaki telaş ve tedirginlikleri başka neye bağlanmalıydı? soruları şüpheleri ve endişeleri gidermek için mutlaka yanıtlanmalıydı…
3- Reza Zarrab dosyası tatlıya bağlanacak ve rafa kaldırılacaksa; bu sonuç, hangi gizli tavizler karşılığı sağlanmış olacaktı? Suriye’deki gelişmeler, İsrail’le ilişkiler, Türkiye siyasetindeki yeni şekillenmeler, Milli çıkarlarımıza büyük zararlar verici ve geleceğimizi tahrip edici sözleşmelerle ilgili, demokrat kılıflı hangi gizemli tahribatlara taşeronluk yapılacaktı.
Reza Zerrab rögar (logar)[2] kapağı mıydı?
Sn. Erdoğan'ın grup toplantılarında, TV kanallarında ve miting alanlarında Reza Zarrab davası ile ilgili flaş açıklamalarda bulunması; ayrıca “17-25 Aralık'ta ülkemize tarihin en büyük tuzaklarından biri kuruldu; bu tuzak başarısız olunca aynı tezgâhı götürdüler Amerika'da kurdular” buyurması, acaba, sadece milli bir duyarlılık mıydı, yoksa bu telaş daha derin kuşkulardan mı kaynaklanmaktaydı?
Bu davanın Erdoğan için siyasi sonuçlar doğuracağı iddiaları neye dayandırılmıştı?
New York Times (NYT), “eğer Zarrab tanıklık eder ve ABD olaya karıştığı belirlenen Türk bankalarına karşı adım atarsa, bunun Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan için siyasi sonuçları olabileceğini” de yazmıştı.
Bu aşırı tepkiler, millilik damarı mıydı, suçluluk telaşı mıydı?
ABD’li Siyonistler, kardeş ve komşu ülkemiz İran'a ambargo koymuşlardı, Türkiye hem kardeşlik hakları hem de kendi çıkarları için bu ambargoyu delince suçlu sayılmıştı… Şimdi Erbakanvari: “Bana ne Amerika'dan, bana ne ambargodan!..” demek zamanıydı. Öyle ya, AKP iktidar kurmaylarının çıkıp: “Türkiye bağımsız bir ülkedir; Amerika'nın eyaleti veya sömürgesi değildir. Bu nedenle İran'la ticari ve siyasi ilişkilerimiz karşılıklı çıkarlarımız gereğidir...” şeklinde haykırmaları lazım gelirken, Cumhurbaşkanından, Başbakanından Bakanlarına kadar, bu şaşkınlık ve hırçınlığın altında ne yatmaktaydı? Bekir Bozdağ'ın: “Reza Zarrab, Türkiye'nin aleyhinde karar çıkarılmak üzere kullanılmaya uygun iftiralarda bulunmaya, yani iftira uydurmaya yarayacak bir iftiracı olmaya zorlanmıştır” sızlanmaları neye dayanmaktaydı ve kahraman iktidarınız bu iftiralar (!) karşısında niye bu denli telaşlıydı? Ancak ne yazıktır ki mesele bundan ibaret sanılmamalıydı. Evet, Reza Zarrab başından beri CIA elemanıydı ve maalesef şahsi çıkar hesapları yüzünden AKP iktidar kurmaylarını ve yakınlarını da suç ortağı yapıp hepsini -Erdoğan'a şantaj olarak kullanmak- üzere belgelemiş olduğu konuşulmaktaydı!? Bu gizli ve kirli “şahsi hesaplar” sadece AKP’nin zaafı da sanılmasındı. Eylül 1946 tarihli Büyük Doğu'nun 45. sayısının kapak kompozisyonunda: “İsviçre bankalarındaki milyonlarca dolarlık özel mevduat hesapları kimlerin adınaydı ve bunların hesabı ne gün sorulacaktı?” yazılmıştı. Ve tabii hemen ardından 46. sayı daha dizgide iken vazgeçilmiş, anlaşmalı matbaaya yapılan siyasi baskılar sonucu maalesef çıkmamıştı. Şimdi Binali Başbakan; “Reza Zarrab, Amerika'daki davada sanık iken tanık yapıldı. Bu adaletin tıkanmasıdır, insan haklarının ayak altına alınmasıdır.” şeklinde sızlanmıştı. Oysa bizzat kendileri tarafından, Ergenekon davalarında PKK tanık TSK sanık yapılmamış mıydı? FETO ittifakıyla tertiplenen Danıştay davasında, önce müebbete çarptırılan sanıklar gizli tanık kapsamına alınmadı mı? Hrant Dink davasında tetikçi katil Sanık’a sonradan Tanık sıfatı takılmadı mı?
Rothschildlerin Man Adası ne işe yaramaktaydı?
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu “Man” adası iddiası ile büyük bir tartışmanın da fitilini yakmıştı. Peki, neresidir bu Man adası ve ne işe yaramaktaydı?
• Man adası İngiltere ile İrlanda arasında 572 km2’lik küçücük bir ada devleti oluyordu.
• Vatandaşları aynı zamanda Birleşik Krallık vatandaşı olarak kabul ediliyordu.
• 84 bin nüfuslu, zengin bir ada sayılıyordu. Man adasında yaşayan 84.000 kişinin yarısından azı bu adada doğmuştu.
• Tam bağımsız bir devlet değil; dışişleri ve savunma alanında İngiltere'nin himayesinde bulunuyordu.
• Adayı koruma ve ada adına diplomatik ilişkiler kurma yükümlülüğünden İngiliz devleti sorumluydu.
• Çok düşük vergileri nedeniyle “vergi cenneti” olarak tanınıyordu.
• Kötü namını silebilmek için Türkiye dahil onlarla ülke ile “Vergi Bilgisi Değişim Anlaşması” imzalıyordu.
• Man adasıyla yaptığımız anlaşma, Türkiye'de 5 yıl sonra 8 Mart 2017’de yürürlüğe konulmuştu. Bu nedenle, o tarihten önceki işlemlerin soruşturma konusu yapılması mümkün görülmüyordu.
• Kişi başı gayrisafi yurtiçi hâsılası (GSYH) 50 bin doları aştığı biliniyordu.
• Adadaki diğer önemli sektörler ise ışıkçılık sektörü ve turizm oluyordu.
• Adada para birimi olarak İngiliz Sterlininin yanı sıra Man Poundu da kullanılıyordu.
• Adanın başkenti Douglas kenti oluyordu.
• Adanın bugün kullanılan bayrağında üçlü sarmal şeklinde bacaklar bulunuyor. Bu bacaklar hem zırhın içinde hem de altın mahmuzları var. Bayrak, eski çağlarda kullanılan gamalı haçların bir devamı niteliğinde. Bayrak 1929'da resmen ülke bayrağı olarak kabul ediliyordu.
•   Adada bir zamanlar Manskça denen yerel bir dil konuşuluyordu.
Özetle, “Man” adası Siyonist Yahudi Rothschildlerin özel mülkiyeti ve kara para aklama merkezi olarak faaliyet yapıyordu.
“SWIFT” hilekârlığı
Kılıçdaroğlu, “Man Adası'na giden paralar” olduğunu iddia ediyordu. Erdoğan ise, “hayır gelen paralar var” diyordu! Burada “sihirli” sözcük, “SWIFT” oluyordu. Bunun, tüm dünyadaki bankalar arasında elektronik fon transferini sağlayan bir kod sistemi olduğu biliniyordu. Basitçe: Türkiye'de bir bankadan diğerine döviz cinsi para gönderdiğinizde, bu para önce yurtdışındaki muhabir bankanın hesabına gidiyor. Bu banka ise parayı bekletmeden Türkiye'deki diğer bankaya aktarıyordu… Yani… Man Adası'ndaki Bellway Limited, Halkbank hesabından, Erdoğan'ın yakınlarının Albaraka Türk'teki hesaplarına 20 gün içinde 15 milyon dolar gönderiyordu. Para döviz cinsi olduğu için işlemler Halkbank ve Albaraka Türk üzerinden yapılsa da, döviz (swift sebebiyle) BNY Mellon Bank üzerinden gidip geliyordu.
Peki, neden Kılıçdaroğlu şu cümleyi kuruyordu: “Erdoğan'ın oğlu, dünürü, kardeşi ve eniştesi, Man Adası'nda Sıtkı Ayan tarafından 1 sterlin sermaye ile kurulan Bellway Limited şirketine 15 Aralık 2011'den 4 Ocak 2012'ye kadar toplam 15 milyon dolar aktardı!”… Oysa Erdoğan “gelen para var” diyordu. Demek Erdoğan'da da swift belgesi bulunuyordu! Ama 15 milyon dolara itiraz eden yoktu! O halde asıl mesele paranın kaynağı oluyordu.
Sn. Erdoğan'ın 7.11.2017 tarihli AKP Grup Toplantısı’ndaki konuşmasında bir fıkra aktarmıştı:
“Hani meşhur bir hikâyedir. Yeni göreve başlayan bir sadrazamın masasının üzerinde bir not ve altında da üç zarf görür. Notta "Başın sıkıştığında mektupları sırasıyla aç" diye yazmaktadır. Bir süre sonra halkın homurdanmaya başlamasıyla sıkıntıya düşen sadrazamın aklına bu mektuplar gelir ve ilkini açar. Mektubun içinde 'yapamayacak olsan bile sürekli vaatte bulun' diye yazmaktadır. Sadrazam vaatleri peşi peşine sıralamaya başlar ve biraz rahatlar. Ancak bir müddet sonra homurtular yeniden yükselince bu defa ikinci zarfı açar. Onun içinde de 'geçmiş yönetimleri suçla' diye yazmaktadır. Bir müddet de bu şekilde devam eden sadrazam, tekrar sıkıştığında sonuncu zarfa müracaat eder. Bu zarfta 'kendinden sonra gelecek kişi için üç mektup da sen hazırla' diye yazmaktadır. Ana muhalefet partisinin başındaki zatın elinde sadece sonuncu zarfın kaldığı anlaşılıyor. Çünkü önce 'başbakan olacağım' diye vaatte bulundu. Olamadı. Sonra değişim diyerek suçu eskiye yüklemeye çalıştı o da olmadı. Şimdi sıra kendisinden sonra partisinin başına gelecek kişiye bırakacağı zarfları hazırlamaya geldi. 'Bal, bal diyerek ağız tatlanmaz' der atalar. Bunu öğren. Aynı şeyleri yaparak her defasında farklı sonuçları elde etmeye çalışmak akıl sağlığıyla ilgili bir soruna işaret eder. Bunun için önce zihniyetinizi, sonra yöntemlerinizi değiştirmeniz lazım. Ana muhalefet partisinde ne zihniyete ne de yöntemlere dair bir değişiklik işareti gözükmüyor.”[3]
Sn. AKP Genel Başkanı’nın, CHP Genel Başkanı’na uyarladığı bu fıkra, acaba kendi siyasetine ve akıbetine daha uygun düşmüyor muydu?
AKP kurmayları ve yandaşları bir zamanlar ekonominin Hızır'ı saydıkları ve madalya taktıkları Reza Zarrab’ı şimdi CIA ajanı olmakla suçlamaktaydı. Hatta Sn. Erdoğan’a şartsız ve kayıtsız destek açıklayan MHP lideri Devlet Bahçeli dahi Zarrab'ı “şarlatan” ilan edip Türkiye’de yargılanması gerektiğini savunmaktaydı. Hâlbuki Reza Zarrab 17-25 Aralık soruşturmaları düşüp serbest kalınca neredeyse Türk ekonomisini kurtaran kahraman gibi sahip çıkılmış, üstelik rekortmen ihracatçı ödülü takılmış, fonda Türk bayrağıyla hükümet yanlısı televizyon ekranlarında millete vatanseverlik nutukları atmıştı. Sonra ne olduysa tam İran'daki patronu Babek Zencani'nin idam cezası aldığı, Türkiye'nin de doludizgün 15 Temmuz 2016 darbe girişimine yaklaştığı günlerde, Mart 2016'da Zarrab, ailesiyle birlikte çıktığı Disneyland ziyareti için gittiği Florida'da Amerikan polisince tutuklanmıştı. Zarrab'ın tutuklanmasının ABD yargı ve polis makamlarıyla bir danışıklı dövüş olduğu kanaati giderek haklılık kazanmaktaydı. Zarrab ya İran istihbaratının peşine düşeceğini anlamış, ya da Türkiye'de olağandışı bir şeyler yaşanacağına dair uyarılmış ve can güvenliğini sağlamak için Amerikalılara sığınmıştı.
Evet, bütün bir tespit ve tahminlerde doğruluk payı vardı. İyi de tekrar soruyoruz: Sürekli aldatılan, kendileri de halkını aldatan bu kafalar ve kadrolarla Türkiye bu kuşatılmışlığı nasıl kıracaktı ve yığılan sorunları nasıl aşacaktı?
Reza Zarrab’ın kiralık bir ajan ve aracı olduğu için, hadi ciddiye almayalım, baskıya boyun eğdiğini varsayalım, ama herkesi aptal yerine koymaya da kalkışmayın. Zarrab davasının baş sanığı haline gelen Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla mahkemede: “Rüşveti ben almadım. Ayakkabı kutuları içinde eski Genel Müdür Süleyman Aslan aldı.” itirafında bulunmuşlardı. Şimdi en azından yardımcısının iddiası ile ilgili o süreçte Genel Müdürü olan Süleyman Aslan hakkında bir soruşturma, yeni bulgular ve itiraflar ışığında yeni bir dava bile açılmaması nasıl yorumlanmalıydı? Bu rezalet dahi soruşturulmayacaksa, adalet ve hakikat nasıl ortaya çıkacaktı? Bu arada Zarrab'ın eski bakan Zafer Çağlayan hakkındaki iddiaları nereye koyulacaktı? “Çağlayan benden kazancın yarısını istedi. Ben ise; 40 milyon Euro nakit verdim. Hesabına para transfer ettim. Kıymetli hediyeler verdim.” dediği Zafer Çağlayan’a hala tek bir soru sorulmayacak mıydı? Yoksa bu kirli çorap sökülmeye başlarsa sonunda kendilerinin de canının yanmasından mı korkulmaktaydı?
Unutmamak lazım ki, Zarrab’ın İran’daki patronu Babek Zencani, ambargoyu Dubai üzerinden delip altın karşılığı petrol ve gaz ticaretinden gelen para ile İran makamlarına bildirdiği arasındaki kayıp 2,5 milyar doları izah edemediği için idam cezasına çarptırılmış, hapiste gün saymaktaydı. Zarrab’ı daha düne kadar “Türk devletinin akıllı ve başarılı projesinin elemanı” ve “vatansever iş adamı” diye sahiplenip savunanlardan bazıları daha şimdiden “Zaten baştan beri CIA ajanı idi” demeye başlamış durumdadır; yarın başka bir örgütün ajanı ilan ederler ve “bizi kandırmış” derlerse şaşmamak lazımdı.
Zarrab konuştukça biz utanıyoruz, ne de olsa yolsuzluğa bulaştırılanlar Türkiye’nin bakanlarıydı, bankalarıydı, itibarıydı. Bir Türk mahkemesinde yargılanmak, aklanmaya çalışmak dururken, bütün bunların Amerikan mahkemesinde ortalığa dökülmesi en azından ayıptı, utanılmalıydı ve şu soru mutlaka yanıtlanmalıydı: Kim bu Zarrrab ve benzerlerini davet edip Türkiye’de bu kirli sisteme katmıştı? Zarrab’ı sisteme dahil ederken, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın geçenlerde tepki gösterdiği üzere “Beyefendi böyle istiyor” diyenler şimdi nerede saklanmaktaydı?
Milli Çözüm Dergisi olarak, en başından beri: “Arap Baharı tuzağına kapılıp Suriye’de iç savaş çıkarılmasına taşeronluk yapmayalım. Bize rağmen körüklenecek bir savaştan kaçanları ise, ülkemize sokmak yerine, Suriye sınırı boyunca ve kendi topraklarında kuracağımız “Güvenli Bölge”lerde barındıralım.” şeklindeki uyarılarımıza kulak asılsaydı 30 milyar dolar yerine, sadece 5 milyar dolar harcamış olacaktık ve bunca sosyal felakete de yol açmayacaktık. Lütfen hatırlayınız, yaklaşık iki yıl kadar önce Reza Zarrab adlı kişi Amerika’da tutuklandığında Sn. Cumhurbaşkanı “Bize ne, bir konuda davalık olmuş. Avukatları düşünsün” buyurmuşlardı. Ardından bir yıl kadar önce de Halkbank’ın bir Genel Müdür Yardımcısı Amerika’da tutuklandığında iktidardan kimse yorum yapmamıştı. Amerikan mahkemesi bir iki ay önce bir eski bakan ve bir eski banka genel müdürü hakkında da “yakalama” kararı çıkarmıştı. AKP genel başkanı bu sefer kızmış ve “bunun arkasında başka bir şey var” demeye başlamıştı. Daha önce “Bize ne” denilen sanık Reza Zarrab’ın Türkiye’deki hükümet aleyhine tanık olması AKP kurmaylarını daha da telaşlandırmıştı. Reza Zarrab’ın “itirafçı” olma ihtimaline karşı iktidarın son bir gayretle ve belki de “itirafçı olmaz” hayaliyle Amerika’ya aynı günde iki ayrı “nota” ulaştırması ve “can güvenliğinden endişeliyiz, ey Amerika göster bize vatandaşımızı” çıkışları aslında derin bir telaşın yansımasıydı. Derken O’nun “itirafçı” olmasına çok içerleyen iktidar Reza Zarrab’ın itirafçı değil iftiracı olduğunu açıklamıştı. Bütün yandaş medyadaki fedai kalemler -ki çoğu daha önce Reza Zarrab’ı milli kahraman saymışlardı- “bu adam rezilin teki, ahlaksızın birisi” demekten utanmamışlardı. Sonrasında Reza Zarrab konuşmaya başlamış, Bakanlara dağıttığı “dudak uçuklatan rüşvetleri” bir bir sıralamış, verdiği hediyeleri anlatmış, İran’la altın işinin yapılması için dönemin başbakanından talimat alındığını, ekonomi bakanının da işleri bizzat takip buyurduklarını aktarmıştı. İktidarımız karşı çare olarak Zarrab’ı “hain”likle damgalamış ve hakkında casusluktan soruşturma açarak tüm mal varlığına da el koymuşlardı. Şimdi sormak lazımdı: “Reza Zarrab’ın casus olduğu bakanlara rüşvet verdiğini söyleyince mi” anlaşılmıştı. Reza Zarrab’ın anlattıkları ortadaydı, bunların hangisi “devletin gizli kalması gereken sırlarıydı?” tespit ve tahlillerine katılmamak imkânsızdı. Kaldı ki Reza Zarrab'ı “CASUS”lukla suçlamak anlattıklarının doğruluğunu kabullenmek anlamı taşımaz mıydı?
Mahkeme başkanının şaşkınlığı!
15 Temmuz gecesi Erdoğan'ı koruyan polisler FETÖ'den tutuklanmıştı. Mahkeme Başkanı Emirşah Baştoğ, "Helikopterden sivil halka nasıl ateş edildiği ortadadır. Ayrıca sizinle çatışmaya giren polislerin bir kısmı da FETÖ'den tutuklandı. Su o kadar bulanık ki!" diyerek işlerin nasıl karıştığını dile getirmişlerdi.
Şimdi vicdanen söyleyin şu sorular haksız mıydı?
1- Reza olmadan İran’la ticaret yapılmaz mıydı?
2- Bu Reza denilen şahıs sağa sola rüşvet dağıtırken hiç farkında olmadınız mı?
3- Reza’yı hiç değilse dağıttığı rüşvetler nedeniyle yargılamak yerine niye madalya taktınız? Koskoca iki Bakan bu sahtekâra ödül verirken nerede uyumaktaydınız?
4- Devletin bazı kurumları henüz Reza’nın rezaletleri ortaya çıkmamışken hepinizi uyarmış, niye tınmadınız?
5- Sağlam ayakkabı olmadığı gözlerinin dört dönmesinden belli olan Reza’yı nasıl oldu da elinizden kaçırdınız?
6- Reza sahtekârının ABD ile anlaşacağını nasıl oldu da son ana kadar anlayamadınız? Hani devlet aklınız?
AKP; Masonik İttihatçıların dinci yapılanmasıydı!
“Osmanlı mali piyasası, 19'uncu yüzyılda Galata sarraflarının/bankerlerinin (Yani küresel Yahudi sermayesinin) kontrolüne alınmıştı. Bunlar, sadece ekonomide değil sosyal yaşamda da köklü değişimlere sebep olmuşlardı. Fransız Jacques Alleon, İtalyan Emmanuel (Manolaki) Baltazzi adlı (ve Yahudi asıllı) iki Galata bankeri 1847'de Osmanlı tarihindeki ilk bankayı kurmuşlar, adını da İstanbul Bankası (Bank-ı Dersaadet) koymuşlardı. Ardından… İngiliz (Rothschild) sermayesiyle 1856'da Osmanlı Bankası kurulacaktı. Bankaya 1863'te Fransız Rothschild Ailesi ortak yapılmıştı. Bu banka aynı zamanda Osmanlı Devleti'nin resmi bankası ve hazinedarı konumundaydı. Osmanlı'nın kâğıt parasını bile bu banka basmaktaydı. Osmanlı Devleti, Galata sarraflarından ve Osmanlı Bankası'ndan aldığı borçları ödeyemeyince bir kısım gelirlerini (beşi Avrupalı tahvil sahibi temsilcisi, biri Osmanlı tahvil sahibi temsilcisi, biri de iç borçlar temsilcisi statüsünde) yedi kişiden oluşan Düyun-u Umumiye toplamaya mecbur bırakılmıştı. Bu idarenin kadrosu, Osmanlı Maliye Bakanlığı'ndan daha fazlaydı. Kurtuluş Savaşı sadece askeri cephede yapılmamıştı. Ülke mevduatının 1920 yılında yüzde 68'i yabancı bankalar elinde bulunmaktaydı. Bankacılığı millileştirerek tam bağımsızlığa ulaşacağını bilen Atatürk, 1937 yılında yabancı bankaların payını yüzde 19'a kadar geriletmeyi başarmıştı.
Atatürk’ün halk bankacılığı
Kurtuluş Savaşı'ndan sonra bir büyük savaş da ekonomi alanında verilmeye başlanmıştı. Çünkü (İttihatçılardan) para ve sermaye piyasalarına, yabancı mali aracıların hâkim olduğu bir bankacılık sistemi devralınmıştı. Bu yabancı mali aracıların, vermiş oldukları kredi işlemlerinde azınlıklara ve yabancılara ayrıcalık yaptıkları sır sayılmazdı. Yani… Ülke ekonomisi dışa bağımlıydı. Bu düzen devam ettiği sürece para ve sermaye piyasalarının geliştirilmesi imkânsızdı. Kuşkusuz Atatürk, yabancı bankaların Türkiye'de çalışmasına karşı değildi ancak; Türk mevduatının büyük kısmının yabancıların elinde olmasının tam bağımsızlığa engel olduğunun farkındaydı. Türk Bankacılığı (ve tabi Türkiye'nin sanayi ve kalkınması) Türklerin yönetiminde ve mülkiyetinde olmalıydı. Türk bankacılık sisteminin oluşturulması ve düzene sokulması şarttı. İşte bu amaçla Atatürk, ulusal bankaların kurulmasına önderlik yapmıştı. İş Bankası (1924), Sanayi- Maadin Bankası (1925), Emlak ve Eytam Bankası (1926), Merkez Bankası (1930), İller Bankası (1933), Sümerbank (1933), Etibank (1935), Denizbank (1937) kurulmuşlardı.
PKK ile mücadele tutarsızlığı; zaman, imkân ve eleman israfı!
Kandil’i yerle bir edeceksiniz de; 15 yıldır neyi bekliyorsunuz?
Şemdinli'den gelen haberler yüreklerimizi yakmıştı. PKK ile çıkan çatışmada şehit sayısı 8'e çıkmıştı. Çatışma, Ortaklar bölgesinde sınırın sıfır noktasında terör örgütü mensuplarının saldırı girişimiyle başlamıştı. Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde 2’si korucu 8 güvenlik görevlisinin şehit olduğu çatışma sonrasında 17 PKK'lı terörist etkisiz bırakılmıştı. Teröristlerin üzerinden çıkan silahların çoğu Amerikan yapımıydı. Amerika’nın güya IŞİD'le mücadele etsin diye PKK/YPG’ye verdiği özel bir silah da onlar arasındaydı. Oysa Suriye'de YPG’li teröristlere silah ve mühimmat yardımı yapan Amerikalı yetkililer, silahların Türkiye'ye karşı kullanılmayacağını açıklamışlardı. Ancak PKK'lı teröristler, Amerika'dan aldıkları silahları Türkiye'ye kadar sokmuşlardı. Şemdinli'de öldürülen teröristlerin üzerinden Amerika'nın verdiği tanksavarlar ve silahlar çıkmıştı.
Artık bıçak kemiği de geçip iliğimize dayanmıştı. Amerikan maşası PKK soysuzlarına karşı ciddi ve netice verici tedbirlere ihtiyaç vardı. Yetkililerin: “Şehitlerimizin kanı yerde kalmayacak, hak ettikleri cevabı alacaklar” türünden kof palavraları ve halkı avutup oyalayıcı politikaları, şehit haberleri kadar canımızı yakmaya başlamıştı.
Şimdi Sn. Erdoğan'a sormak lazımdı:
Kendi elinizle özerklik kazandırdığınız, hatta devlet statüsüyle defalarca ülkemizde ağırladığınız Barzani bölgesine… Ve yine Kandil'den ve Kuzey Irak'taki diğer PKK kamplarından ve Türkiye üzerinden geçirtip şimdi Kuzey Suriye'de özerklik ilan eden PYD bölgesine hemen ve hiç kimseyi dinlemeden askerimizi sokup 15-20 kilometre derinlikte bir “güvenlik koridorunu” oluşturmanız gerekirken, hala bu boş laflarla hava atmanız size de, aziz milletimize de çok pahalıya patlayacaktır. Rusya'ya güvenip İdlib'de asker bulundurmamıza da fazla bel bağlamamalıdır.
Ey düne kadar çözüm sürecine ve PKK ile işbirliğine karşı çıkanları, Vatana hıyanetle suçlayıp, bugün PKK'nın kökünü kazımaktan dem vuran yandaşlar…
Ey düne kadar, İran'a karşı Suudi Arabistan'la askeri ittifak kurmayı “İslam NATO’su” diye alkışlayıp, bugün İran ve Rusya ile irtibatı “Kurtuluş politikası” diye yutturmaya çalışan yalakalar…
Ey AB’yi Türkiye'ye karşı önyargılı ve çifte standartlı olmakla suçlayıp ve sözde “Size mahkûm ve mecbur değiliz…” nutukları atan, ama halâ AB Bakanlığı'nın diğer bütün bakanlıklarda özel genel müdürlük açtırılmasını kamuoyundan saklayan kiralık yazarlar, yorumcular…
Ey her fırsatta ABD’ye atıp tutan, PKK ve PYD’ye silah vermesini kınayan, “Barzani'ye tek sahip çıkan İsrail kaldı” diye ferahlayan, ama İsrail’le normalleşme anlaşmasının içeriğini ve Siyonistlere hangi fırsatlar ve imkânlar verildiğini bir türlü gündeme taşımayan zavallılar…
Çok yakında, aynen daha önce övüp şimdi sövdüğünüz Fetullah Gülen gibi, Sn. Erdoğan'ın yanlışlarını ve yıkımlarını da, nasıl allandıra ballandıra ve tabi büyük bir bilgiçlik havasıyla yazıp konuşmaya başlayacağınız süreçte bunları size hatırlatanlar çıkacaktır…
İktidarın Astana ve Soçi aldanışı!
Bu arada Soçi'de güya Suriye krizinin çözümü için Rusya-Türkiye-İran zirvesine hazırlanan Putin, sürpriz bir şekilde Beşar Esad ile Soçi'de buluşmuşlardı. Kremlin'den yapılan açıklamada Esad'ın gündemi değiştirecek bomba sözleri yer almıştı. Aynı Putin, Soçi toplantısı öncesinde Donald Trump’ı aramıştı. Toplantı sonrası ise Sn. Erdoğan Trump’la bir telefon konuşması yapmıştı!
“Aslında Moskova Tahran hattının Suriye politikası, Ankara'nın tam zıddıydı. Maalesef görünen o ki Rusya ve İran kârlı çıkacaktı, bu iki ülke ile birlikte Esad da kazanacaktı ve Türkiye zarara uğrayacaktı. Öncelikle Esad iş başında kalacaktı, yani Erdoğan'ın en ateşli düşmanı sayılan bir lider koltuğunda oturacaktı, üstelik zafer kazanmış gibi hava atacaktı. Üstelik Esad kadar ve Esad’dan daha eskiye dayanan bir öfkeyle Türkiye'nin ateşli düşmanı olan PKK, PYD/YPG markasıyla sınırımızda olacak ve Rusya'nın pek gizlemeye gerek görmediği şekilde yeni Suriye'de rol alacaktı. İster federasyon olsun, ister üniter fark etmez; YPG’nin rolünün otonom bir karakter taşıyacağı açıktı. Onlar da Suriye'nin kurtuluşu ve IŞİD'in temizlenmesinde rol almış olmanın avantajıyla en az Esad kadar özgüven kazanacaklardı. Türkiye, bir yandan Suriye'de savaşın durmasını en çok isteyen, öte yandan da yeni statükonun risklerinden en çok etkilenecek ülke olmanın gerilimini yaşayacaktı. Oysa Esad'ın iş başında kalması da, YPG’nin herhangi bir şekilde rol alması da Sn. Erdoğan'ın kırmızı çizgileri sayılmıştı. Ne var ki her iki itirazda da sonuç almaktan çok uzaktayız. Esad'ın kalması “süre pazarlığı dahi yapılmadan” garantiye alınmıştı. Şam'daki diktatöre hızlı ve sorgusuz sualsiz bir legalite de sağlanmıştı.” diye sızlanan yandaş yazar Mustafa Karaalioğlu hala “kararsız” ve karamsardı.
Hatırlayınız, altı yıl önce Suriye savaşı başladığında, sözüm ona bir “Sünni cephe” kurmuşlardı ve Sn. Erdoğan “Sünni muhalefeti” destekleyen “Sünni cephenin lideri” olarak hava atmaktaydı. Yandaş yalakalar ve kof kafalılar Washington’u arkasına alan bu suni Sünni eksenin Riyad-Ankara ayağına övgüler yağdırmaktaydı, hatta Suudiler; Esad ve de İran’a karşı sürdürülen bu vekâlet savaşı için kesenin ağzını açmışlardı. Ortadoğu’daki gelişmeler yıllarca bu “Sünni cephe” safsatasıyla yorumlanmıştı. Bugün ise aynı yandaşlar “ABD ile savaşalım!” çığlıkları atmakta, “Türkiye makas değiştiriyor; herkes hesabını ona göre yapsın, ona göre ayağını denk alsın!” pozları takınılmaktaydı. 2015’te Ortadoğu oyununa yeniden güçlü şekilde dahil olan Rusya “havadan”, İran da milisleriyle karadan Esad’a arka çıkmış ve dengeleri bozmuşlardı. Soçi zirvesi öncesi aynı kentte can ciğer kuzu sarması kucaklaşan Esad’la Putin’in fotoğrafları; “Bu savaşın galibi biziz!”in ilanıydı. Peki, galipler Esad, Putin ve Ruhani olduğuna göre, mağlup kim sayılacaktı? “Sünni cephe” liderliğine oynadığı halde “cephe”yi de, “cephenin liderliğini” de yitiren Erdoğan’ı şimdi “barış kahramanlığı” kutaracak mıydı? Süratle “makas değiştirme” gayreti ve Soçi’de masaya oturma kabiliyeti sayesinde Sn. Erdoğan’la Türkiye nereye kaydırılmaktaydı? Suudi Arabistan “Sünni cephe”de bir başına kalmıştı. Yanında sadece Tel Aviv ile Trump Amerikası vardı. Ve tekrar hatırlatalım: SOÇİ ittifakı da aynı odakların daha sinsi bir planıydı.
Yandaş medyanın zafer diye sunmaya çalıştığı SOÇİ şartları kafa karıştırıcıydı!
• Beşar Esad koltuğunda kalacaktı.
• Suriye sözde parçalanmayacak, ama özerk bölgelere ayrılacaktı.
• Suriye için yeni bir anayasa hazırlanacak ve bunu Rusya, İran ve Türkiye kaleme alacaktı.
• Rusya, Suriye'deki askeri varlığını koruyacaktı.
• Rusya ve İran, Soçi'de toplanacak Suriye Ulusal Diyalog Kongresi'ne Suriye'deki tüm etnik, siyasi ve dini grupların katılacağını açıklamıştı. Yani YPG de o masada olacaktı.
• Belki YPG, Türkiye'nin olduğu üçlü masaya oturmayacaktı, ama Suriyelilerin kendi aralarındaki toplantılarda bulunacaktı.
• ABD tarafı ise Suriye'den tam olarak çıkmayı düşünmediğini açıklamıştı. Bu durumda Suriye'nin toprak bütünlüğü ve merkezi yönetimi ne olacaktı?
Tam da bu süreçte, Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin Soçi’de bir araya geldiği Suriye üçlü zirvesi tamamlanmıştı. Zirve sonrası açıklamalarda bulunan Putin, “Suriye toplumunun bütün kesimlerinin katılabileceği bir toplantının yapılması konusunda mutabık kaldık.” açıklamasını yapmıştı. Ruhani de “Yapılacak kongrede bütün partiler, bu kongrede birleşecekler ve Suriye’nin geleceği için müzakere yapacaklar.” ifadelerini kullanmıştı. Erdoğan ise “Siyasi sürecin hayata geçirilmesi konusunda görüş birliğine vardık.” şeklinde konuşmuşlardı. Yani sonunda Sn. Erdoğan Beşşar Esad takımıyla aynı masada oturup çözüm aramaya razı olmuşlardı.
“Kürt Koridoru”nun altına “Şii Kuşağı”! ve ucuz kahramanların ahmaklığı.
Kendi kurdukları, kullandıkları ve şimdi devre dışı bırakmaya hazırladıkları DAEŞ’i geri çektirip, RAKKA’yı PYD’ye peşkeş çekenler hangi güçlerse, şimdi Kerkük’ten Peşmergeleri ve 100 bin Kürt’ü geri çektirip bu bölgeleri Merkezi Irak askerlerine ve Şii Haşdi Şabi milislerine peşkeş çekenler de aynı merkezlerdi. ABD’nin, Kerkük’ün Barzani’den geri alınması sürecinde tarafsız kalacağını açıklaması bu yüzdendi. Hâlbuki Kerkük’ün Şiilerin eline geçmesine sevinip, Rakka’nın PYD’ye verilmesine üzülmek AKP’nin cehalet ve gafletiydi. Çünkü Türkiye’nin güneyinde bir Kürt Koridoru açmak yanında bir de Şii Kuşağı oluşturmak, ABD’nin ve Siyonist Lobilerin 100 yıllık hedefiydi. Irak ve Suriye’nin kuzeyinde, önemli bölgelere hâkim ve kuvvetli bir Kürdistan yerine, hem bir Kürt Koridoru; hem de hemen altında ise bir Şii kuşağı ABD ve İsrail’in daha çok işine gelmekteydi.
Barzani’ye; Erbil ve Zaho (Cizre’nin karşısı) civarı verilecek; Suriye’deki Kamışlı (Nusaybin karşısı), Rasulayn (Ceylanpınar karşısı), Telebyad (Akçakale karşısı), Rakka (Akçakale karşısı 100 km. Fırat kıyısı), Azaz (Kilis karşısı) ve Afrin üzerinden Lazikiye’ye ulaşmayı hedefleyen ve PYD’nin kontrolündeki ve Türkiye sınırı boyunca yaklaşık 100-150 km. derinlikteki bölge ile birleştirilerek bir Kürt Koridoru meydana getirilecekti. Şimdi bu koridorun hemen altında ise, İran Kürdistan’ındaki Sanandaj kentinden başlayarak, Kuzey Irak’taki Süleymaniye, Kerkük, Musul, Talafar ve Sincar’ı kapsayan, Suriye’deki Deyrezzor ve Humus hattından Hizbullah’ın bulunduğu Lübnan’a uzanan bir Şii Kuşağı fiilen gerçekleştirilmişti.
Suriye ve Irak’ta ABD ile Rusya ortak çalışmaktaydı!
Bazılarının, Kerkük’te yaşananları, Barzani açısından bir hezimet olarak algılaması yanılgıydı. Irak Ordusu’nun Haşdi Şabi ile birlikte Kerkük üzerine gelmesi durumunda Barzani Yönetiminin ABD’den onlara direnmemesi ve Kerkük’ü terk etmesi konusunda talimat aldıklarını Erbil kaynakları doğrulamıştı. O talimat Irak Başbakanı İbadi’ye de ulaşmıştı. Ancak burada mesele ABD’nin içindeki karışıklıktı. Pentagon ayrı telden, Beyaz Saray ayrı telden çalsa da Ortadoğu politikası konusunda Yahudi Lobilerinin planları uygulanmaktaydı. Bu boşluktan İran faydalanmış ve Irak Ordusu ile Haşdi Şabi’yi Kerkük’e sokmuşlardı. Tabii bu kadar kolay başarıya Talabani’nin KYB’si sayesinde kavuşmuşlardı. Kerkük’ün kontrolünü sağlayan KYB’ye bağlı peşmerge, Haşdi Şabi ve İran’la anlaşmasa iş bu kadar kolay olmazdı. Ve tabi hepsi de Yahudi Lobilerinin planının bir parçasıydı. Hatta Talabani’nin Kerkük ve Süleymaniye’deki tabanı, partilerine çok kızıyor ve bunu Kürtlere ihanet olarak görüyorlarmış. Hatırlayınız, aynı günlerde Putin ile Netanyahu bir telefon konuşması yapmıştı. O konuşmada Kuzey Irak referandumunun da ele alındığı medyaya sızmıştı.
Tam da bu süreçte Irak Petrol Bakanı Cabbar Laibi'nin, Bağdat ve Tahran'ın günde 30-60 bin varil Kerkük petrolünün İran'a sevkiyatını öngören bir prensip anlaşması için, "Bu anlaşma, Irak için Kerkük petrolünün pazarlanmasına katkı sağlayacak ve Irak için ekonomik faydalar sunacak. Ayrıca komşu ülkelerle ekonomik ilişkiler pekiştirilecek." sözleri kafaları iyice karıştırmıştı. Sputnik'in haberine göre İran'la henüz prensip anlaşması yaptıklarının da altını çizen Laibi, nihai anlaşmanın da kısa süre içinde imzalanacağını vurgulamıştı. Öte yandan Irak Petrol Bakanlığı'nın açıklamasına göre, Irak devlet petrol şirketi State Oil Marketing Organization (SOMO) ve İranlı yetkililer tarafından Bağdat'ta imzalanan anlaşma, günde 30-60 bin varil petrolün tankerlerle Kirmanşah'taki sınır kapısına taşınmasını ve burada İranlı şirketler tarafından teslim alınmasını sağlayacaktı. Bakanlık, Türkiye, Ürdün, Kuveyt ve Suriye gibi komşu ülkelerle ekonomik işbirliğini geliştirmek için yeni petrol projeleri hazırlamayı planladıklarını da hatırlatmıştı.
Şimdi lütfen düşünün ve söyleyin: Güya Astana’da vardıkları mutabakat gereği, TSK’ya İDLİB içinde jandarmalık yaptırılırken Kerkük ve Musul’un İran güdümlü Haşdi Şabilerce Fethedilmesine(!) sevinen AKP iktidarıyla ülkemiz ve bölgemiz nasıl huzura kavuşacaktı?
Şu hale bakın, Cumhurbaşkanından Başbakanına, Bakanlarından bürokratlarına, yalaka yazarlarından muhalefet yandaşlarına, hepsi birden Kerkük fatihi gibi havalara kapılmışlardı. Sanki Kerkük’ü Ayetullah’ın Haşdi Şabi milisleri değil de AKP’nin gençlik kolları almıştı… Sanki Kerkük’e giren Erdoğan’ın militanlarıydı… Sanki o muzaffer komutan, İran’ın özel harp kurmayı Kasım Süleymani değil de bizim kahramanlarımızdı… Ey, “Kerkük düştü” diye zil takıp oynayan zavallılar; düştüyse İran’ın eline düştü, senin payına ne düştü ki böyle sevinç çığlıkları atmaktasınız? “Bir gece ansızın baskına gidenler” Perinçek ulusalcıları değil, Haşdi Şabi yayılmacılarıydı. Senin göğsün niye kabardı ki? ‘Kerkük Türk yurdudur, Türk yurdu kalacak’ diye böbürlenen Bahtiyar! sana ne oluyor peki!… Türkmeneli İran ili oluyor, sevincin boşunadır! Sitesinde başlık diye nara atan, “Bağdat’tan Barzani’yi çıldırtan hamle, Erbil deliye döndü, bağımsızlığa giderken elindekinden de oldu, lafımızı dinlemeyenin sonu işte budur” diye kasıla kasıla esip savuran artist editör, bu sözüm de sana!.. Barzani Kerkük’ü kaybetti de sen ne kazandın? Geçtiyse İran kuklası Bağdat’ın eline geçti petrol kuyuları, senin eline ne geçti ki böyle kof havalar atmaktasın? diye soranlar haksız mıydı?
Hedef PKK’yı 100 bin kişilik düzenli orduya kavuşturmaktı!
Şu ana kadar sahada 60 bin civarında militanı olduğu ifade edilen PYD-YPG’nin bu sayıyı önümüzdeki süreçte 100 bine çıkarmayı planladığı konuşulmaktaydı. Terör örgütü YPG sözcüsü Redur Xelil’in Reuters’a “YPG’yi iyi organize olmuş bir orduya sahip olmasını sağlamak için ciddi bir motivasyon içerisindeyiz.” açıklamasını yapmıştı. 2017 yılı başından bu yana her biri 300 savaşçıdan oluşan 10 yeni tabur kurduklarını söyleyen Xelil, bu yılın ikinci yarısına kadar 100 bin savaşçıya ulaşmak istediklerini belirterek. “Savaşın farklı taktikleriyle iyi eğitilmiş disiplinli ve birbirine bağlı bir askeri güç, bizi korumak ve varlığımızı, haysiyeti hak eden büyük bir ulus olarak teyit etmek için gerçek garantidir.” ifadelerini de kullanmıştı. İşte bu amaçla ABD PYD-PKK’ya tam 4000 TIR silah sağlamıştı.
Rusya Afrin’de teröristleri eğitip donatacaktı!
ABD’nin yanı sıra Rusya da Suriye’de kendi çıkarları doğrultusunda terör örgütü PYD-YPG’ye destek çıkmaktaydı. Rusya askerleri Hatay sınırındaki Afrin bölgesine yerleşmeye başlamıştı. Yerel basın Rus ordusuna ait askerlerin zırhlı araçlar eşliğinde Afrin’e girişlerinin görüntülerini yayınlamıştı. Peki Rusya Türkiye sınırındaki Afrin’de ne yapacaktı? Bu konuda ülkemiz açısından endişe verici gelişmeler yaşanmaktaydı. Terör örgütü PKK’nın Suriye kolu YPG-PYD’nin sözcüsü, Rusya’nın Afrin’de askeri üs kuracağını ve bu konuda 19 Mart Pazar günü anlaşma yapıldığını açıklamıştı. Özetle ABD önünü açmakta, Rusya susmakta ve böylece terör örgütü PKK/PYD Suriye’nin hazinelerini bir bir ele geçirmeye çalışmaktaydı. Deyrizor’da IŞİD’in elinde bulunan ülkenin en büyük petrol sahası, ABD yardımıyla tamamen terör örgütü PKK/PYD’nin kontrolüne geçmiş durumdaydı.

 

 


[1] http://www.yenicaggazetesi.com.tr/vatani-satmak-icin-

[2] Rögar (Logar): Kanalizasyon ve diğer akıntıları tahliye kanalları ve buralara müdahale etmek üzere açılan özel bacalar ve kapakları

[3] Ntv.com.tr, Anadolu Ajansı – 7 Kasım 2017

Yorum Yaz