Aralık 06 01:58

Meşhur İslamcıların Erbakan Gıcıklığı ve AYTUNÇ ALTINDAL’IN ENTERESAN HATIRALARI

Meşhur İslamcıların Erbakan Gıcıklığı ve AYTUNÇ ALTINDAL’IN ENTERESAN HATIRALARI

Öncelikle hatırlatalım ki, biz “İslamcı” değiliz sadece Müslümanız. İslamcılık; din istismarcılığını, riyakârlık ve sahtekârlığı çağrıştırdığı ve bazı dinsiz ve dengesiz çevrelerce de mü’minleri yaftalama amaçlı kullanıldığı için, bu yakıştırma kasıtlıdır ve yanlıştır. Ve özellikle Rahmetli Erbakan Hoca bu anlamda asla İslamcı olmamıştı. O şuurlu ve onurlu bir mü’min, örnek ve önder bir Müslümandı. Bütün İslamcıların, yani din istismarcılarının ve yobaz takımının tarih boyunca gerçek Müslümanlara karşı olması da doğaldı.

Hz. Mevlâna’nın; “Fihi Mafih” kitabında çok önemli ve öğretici bir tespiti vardı: “Her çağın bir Hz. Muhammed varisi (Mehdisi ve Müceddidi) olacaktır. İnsanların Allah katındaki kıymeti ve makbuliyeti de, göstermelik ibadet ve hizmetleri kadar değil, asrın Nübüvvet temsilcisi ve takipçisi olan Zat’a desteği ve sadakati oranındadır. İşte O Zatın kim olduğu ise, şuradan anlaşılacaktır: Ülkesindeki, bölgesindeki ve yeryüzündeki bütün inkârcılar, İslam düşmanları, Yahudi ve Hristiyanlar ve şeytani odaklarla beraber, sözde dindar geçinen tüm istismarcıların, İslamcı bilinen tarikat ve cemaatlerin, katı şeriatçı ve cihatçı bilinen grupların hepsi; kendi aralarında birbirlerini benimseyip sevmeseler de asrın varisi ve imtihan vesilesi olan kutlu şahsa düşmanlıkta ortaktır. Yani dinli dinsiz, gaflet ve dalalet ehlinin müşterek korkuları ve karşısında işbirliği yaptıkları kim ise, asrın sahibi işte O Zattır!”

İşte bazı meşhur İslamcıların ve dini grupların Erbakan gıcıklıkları!

CNN Türk’ten Cüneyt Özdemir Tel Aviv’deki bir holding temsilcisine hiç utanmadan-sıkılmadan: “Son savaşın, örneğin Hamas’tan gelen füze saldırılarının kendilerini nasıl etkilediğini” sormuşlardı. Oysa Tel Aviv’de bir tek yıkıma rastlanmamış, ama Gazze’nin her tarafı harabeye çevrilmiş durumdaydı. Bu tavır, marazlı ve maksatlı medyanın mayasını yansıtmaktaydı.

Nitekim MSP’nin katıldığı ilk seçimlerde yüzde 11.8 oy alarak 48 milletvekili çıkarması tarihi bir atılımdı. Sağcı masonik AP yanaşmayınca Erbakan Hoca solcu CHP ile ilk kez hükümette yer almış, Ecevit Başbakan, Erbakan Başbakan Yardımcısı koltuğuna oturmuşlardı. MSP'nin CHP ile koalisyon kurması cemaat ve tarikat çevrelerinde kıskançlık ve paniğe yol açmıştı. Dindar topluma: “Yıllarca düşman görülen, uğruna mücadele edilen CHP ile MSP, nasıl birlikte olabilir?” görüşü pompalanmıştı. Sağcı mason AP ile hükümet kurmak varken solcu mason CHP ile hükümet kurmak gaflet ve ihanet sayılmıştı. Bu eleştirileri en çok, “bugünün en marjinal cemaati olan ve AKP’nin kuyruğuna takılan ama o dönemin en yaygın ve etkin grubu sayılan” Yeni Asya cemaati yapmıştı. Ellerine MSP ile mücadele etmek için müthiş bir koz geçmişti ve bu kozu sonuna kadar kullanarak diğer dini çevreleri de etkilemeye çalışmışlardı. Ayrıca sağ kesimin en büyük gazetesi Tercüman'ın dışında, Yeni Asya dini çevreleri etkileyecek tek gazete konumundaydı. Çünkü 12 Mart, Yeni Asya gazetesine hiç dokunmazken, Mehmet Şevket Eygi'nin Bugün ve Sabah gazetelerini kapatmış, Eygi de yurt dışına kaçmak zorunda kalmıştı. Eygi'nin yurt dışına kaçması ve bu yüzden dini çevrelerin gözünden düşmesi de Yeni Asya cemaatine yaramıştı.

CHP-MSP hükümeti kurulduktan sonra Af Kanunu gündeme gelince Yeni Asya camiası ve diğer dini çevreler ayağa kalkmıştı. Af Kanunu, onlara göre “komünistlerin bağışlanmasıydı”. MSP dini çevrelerin yoğun baskısıyla karşı karşıya kalmış; Nurcu kökenli milletvekilleri, Ahmet Tevfik Paksu ve Hüsamettin Akmumcu gibi isimler bu kasıtlı fesatlıklara kapılmıştı. Süleyman Demirel de, Erbakan ve arkadaşlarını sıkıştırmak için Af Kanunu aleyhinde yoğun bir kampanya başlatmıştı. Bütün bu baskılara rağmen MSP-CHP Af Kanunu konusunda anlaşmış, inançlı insanların dini gerçekleri konuşup yazmasını hedef alan 163. madde Meclis'ten çıkmış, silahlı eyleme ve terörist faaliyetlere karışmamış solcuları hedef alan maddelerden 146. madde de af kapsamına alınmıştı.

Bunun üzerine Ecevit af konusunu Anayasa Mahkemesi'ne taşımış ve Anayasa Mahkemesi, 141 ve 142. maddenin de af kapsamı içine alınmasına karar vererek solcuların salıverilmesini sağlamıştı. Ama af çıkınca bütün sağ kesim ve dini çevreler MSP'ye yüklenmeye başlamış, komünistlere affın Ecevit ile Erbakan tarafından çıkarıldığı iddiaları yayılmıştı. O dönemin en küçük Nurcu cemaati diye bilinen İzmir'deki Fetullah Gülen çevresi ile Yeni Asya cemaati birbirlerine yakınlaşmış ve Fetullah Gülen'in “Hitabet Çiçekleri” adlı bir kitabı Yeni Asya yayınları arasında yayınlanmıştı. Yeni Asya cemaati için asıl kazanım, MSP'ye kayan Nurcuların büyük oranda MSP'den uzaklaşmış olmalarıydı. Bu masonik çevrelerin ve dış güçlerin bir planıydı. CHP-MSP hükümeti sırasında gerçekleşen Kıbrıs Barış Harekâtına ve İmam Hatip Okullarının açılmasına rağmen cemaat ve tarikatlar MSP'den uzaklaşmıştı.

Mehmet Şevket Eygi’nin Erbakan takıntısı!

Necip Fazıl Kısakürek gibi, çıkarılan aftan sonra Türkiye'ye geri dönen Mehmet Şevket Eygi de, Erbakan’ın hazırladığı aftan yararlanmalarına rağmen çıkardığı “Büyük Gazete”de Erbakan için çok ağır yazılar kaleme almaktan utanmamış, Konya’daki bağımsız seçimlerde Erbakan’a yaptığı ihaneti tekrarlamıştı. Mehmet Şevket Eygi, isim vermeden şöyle bir yazı yazmıştı:

“Gurur, kibir, nefsaniyet, riya, nifak içindesin. Ve işin kötü tarafı, bütün bu helak edici sıfatlara dindarlık perdesi altında sahipsin. Etrafına üç-beş safdil ve tecrübesizi toplamışsın ve onlara liderlik taslıyorsun. Reis olmak ihtirasını, emretmek manyaklığını tatmin için onları alet ediyorsun. Başkanlık elinden gidecek diye korku ve telaş içindesin. Mutevazi ol, manyaklığı terk et!..” (Büyük Gazete, 5 Mayıs 1976, sayı 2, sayfa 11)

İşte o yıllarda ve sonrasında Büyük Gazete’de yayınlanan bizim yazılarımızdaki, MSP’nin tarihi hizmetlerini öven ve Erbakan Hoca’yı sahiplenen bölümlerinin makaslanması üzerine, şimdi Milli Gazete’ye sığınan Mehmet Şevket Eygi’nin ayarı da ortaya çıkmıştı. Lütfen dikkatle araştırıp takip ediniz: Bugün Milli Gazete’de İslam adına, mü’min mücahitlerin ahlakı ve anayasaları adına tamamen hayali ve hamasi teklif ve temenniler sıralayan, sürekli mevcut Müslümanları kötüleyip karalayan ve koyu bir karamsarlığa yuvarlayan bu adam, Erbakan Hoca’nın tarihi hizmet ve hareketinden, talihli ve büyük değişimlere öncülük eden hükümetlerinden, İstanbul Belediyesini kazanmak gibi şanlı zaferlerinden hiç hoşlanmamış ve sevinç duymamış gibi davranmış ve bir kelime olsun tebrik ve takdir ifadesi kullanmamıştı… Oysa Milli Görüş ve Erbakan dışında, örneğin Anavatancı nice siyasiyi Sn. Şevket Eygi ismen ve defalarca övüp alkışlayan yazılar yazmıştı!

10 Kasım 2014 tarihli Milli Gazete’de “Ümmet Birliğini Bozanlar Haindir” yazısında;

“Tek bir Ümmet oluşturmayan ve başlarında bir İmam-ı Kebir bulunmayan İslam âlemi zilletten zillete, esaretten esarete yalpalayıp duracaktır. Resul-i Kibriya Efendimiz (Salat ve selam olsun ona) “Yaşadığı devirdeki İmam’a biat etmeden ölen kimse, sanki cahiliyet ölümüyle ölmüş olur” buyurmaktadır. Bugün memleketimizde oldukça geniş bir din, inanç, fikir hürriyeti bulunmaktadır. Bu hürriyeti iğtinam ederek=ganimet olarak alıp kullanarak Ümmet Birliği ve İmam-ı Kebir şuuru için çalışmalıyız.”

Diyen Sn. M. Şevket Eygi’ye sormak lazımdı: Sağlığında farklı ülkelerdeki pek çok ulema ve umera tarafından “İslam Dünyasının Lideri ve Kurtuluş Önderi” kabul edilen ve bu konumu Milli Gazete’de defalarca dile getirilen Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamıza kendileri de biatlı mıydı? Değilse zikrettiği Hadis-i Şerif’e göre, nasıl canı çıkacaktı?

Aynı yazısının ikinci kısmında: “Muhalefetin memlekette totaliter diktatörlük var iddiaları gerçeklere uymuyor. Mahkemeye müracaat edecek, hakaret davası açacak, bu davayı kaybedecek. Siz tarihte böyle bir diktatör gördünüz mü? Bendeniz bu sözleri iktidarın yağcısı olduğum için mi söylüyorum? Hayır!.. İktidarın hiç hatası yok mu?.. Hiç olmaz olur mu?” diyerek; faizci, fuhuş serbestcisi, Haçlı AB’ci ve Siyonist ABD işbirlikçisi Erdoğan’ı ve AKP iktidarını, “zalim muhalefetten” koruyup kollamaya çalışan Bay Mehmet Şevket Eygi, acaba Rahmetli Erbakan’ın partilerine ve kurduğu hükümetlere yönelik haince ve zalimce yürütülen muhalefeti eleştiren, bir tek yazı kaleme almış mıydı? Elbette bu tavır ve tarzı onun gerçek ayarını yansıtmaktaydı.

Süleymancıların Tavrı

Af Kanunu bahanesiyle başta Nurcular olmak üzere dini cemaat ve tarikatların hışmına maruz kalan Erbakan, ayrıca İmam Hatip Okulları'nın açılması yüzünden Süleymancıların hücumlarına uğramıştı. Hatta Süleymancılar, yürüttükleri kampanya ile MSP'liler için tam bir baş belası olmuşlardı. O güne kadar sessiz sedasız, kendi halinde Demirel’e destek olan Süleymancılar, Kur'an Kursları ve imamları vasıtasıyla köylere varıncaya kadar örgütlenen bir yapıydı. Köy imamları, genellikle Süleymancıların Kur'an Kurslarından yetişme hocalardı. Ama CHP-MSP koalisyonu döneminde İmam Hatip Okulları tekrar açılınca, imam olma hakkı yalnızca bu okullardan mezun olanlara tanınmış, bu da, Süleymancıların imam olma imtiyazını elinden almıştı. Bu yüzden Süleymancılar bütün güçleriyle her yerde, özellikle de kasaba ve köylerde MSP'lilerin aleyhinde faaliyete başlamıştı. Süleymancılar her ortamda: “MSP imamların ekmeğiyle oynuyor, Kur'an Kurslarına kilit vuruyor, komünistlerle işbirliği yapıyor. İmam Hatip okullarından imam hatip değil, imam hatap (odun imam) yetişiyor. Onların imamlığı caiz değil, gerçek imamları Süleymancılar okutuyor” propagandalarını yaygınlaştırmıştı. Ve tabi Süleymancıların bu yoğun propagandası, MSP'nin kırsal kesimde oy kaybetmesine yol açmıştı.

Necip Fazıl Kısakürek’in: “Erbakan’ın boynu vurulmalı” hırçınlığı!

Büyük Doğu İdeolojisinin fikir babası sayılan ve MSP’li gençlerin üstadı olarak tanınan Necip Fazıl Kısakürek de MSP'ye öfkeli saldırılar başlatmıştı ve eleştirileri Mehmet Şevket Eygi kadar acımasız ve ağırdı. Ona göre, Erbakan ‘Şeriatın başbelası’ydı, (haşa) ‘deli’ydi ve ‘ruh hastası’ydı. Hatta Erbakan ‘boynu vurulması gereken’ bir adamdı!?

“ ‘Söyletmen vurun, susturun!’ nidası yalnız batılı ve bazı ruh hastası adamları susturmakta hak kazanır. Bu adamın ne söyleyeceği, ne söyleyebileceği evvelden malumdur. Lisanı, üslubu, lügatçesi, diyalektiği, kıyas unsurları, hokkabazlığı, hicabsızlığı, vicdansızlığı, gerçekleri tersine çeviriş ve çevresine yutturuşuyla çepçevre bir malum... Bu yüzden hiç söyletilmeden, söz söylemeden manevi boynunun vurulması gereken tek adam odur. Nasıl öteceği evvelden bilinen kargaya söz hakkı verilmemesi lazımdır!”[1] diyecek kadar şeytani bir şaşkınlığa kapılan Necip Fazıl bununla da kalmamış, MSP'nin yayın organı Milli Gazete'ye “Erbakan'ın Tımarhanesi”, Milli Gazete'de çalışanlara da “Erbakan Tımarhanesinin Delileri” diyen yazılar yazmıştı. “Necmettin Erbakan tımarhanesinin zavallı delileri!.. Size acıyorum!..”[2] şeklinde sürekli kin kusmuşlardı. Artık hesaplaşma mahşere ve İlahi Mahkemeye kalmıştı, halâ yaşayan mü’minler de bunları iz’an ve vicdan terazisinde tartsındı.

Mehmet Şevket Eygi de gazetesinde aynı tarzda saldırılarını yoğunlaştırmıştı. Bir yazısında;

“İslam cephesi bir milyonluk bir orduya benziyor. Bunun 500 bini büyük mücahit mareşal rütbesinde. 100 bin orgeneral, 80 bin korgeneral, 70 bin tümgeneral, 60 bin tuğgeneral... Nihayet geriye birkaç yüz rütbesiz nefer kalıyor. Evvela bu gülünç duruma son vereceğiz. Bir tek mareşal, birkaç kurmay... gerisi itaatkâr asker. Ama megalomanyak mareşal istemiyoruz.”[3] sözlerinin kimi hedef aldığını erbabı anlamaktaydı.

Aynı tarz yayınlar Yeni Asya gazetesinde de görülmeye başlanmıştı. Daha önceleri siyasi konulara açıkça girmeme tavrına sahip olan Yeni Asya cemaati, Mehmet Kutlular idareyi ele aldıktan sonra tamamıyla bir parti yayın organı halini almış ve Erbakan’ı hedef tahtasına oturtmuşlardı. Yeni Asya gazetesinde MSP yerden yere vurulmakta, AP ise övülüp göklere çıkarılmaktaydı. Gazetenin ve yazarlarının boy hedefinde Erbakan ve MSP vardı. Bu kavgalar hiç sonlanmamış; Nurcular, Süleymancılar, Mücadeleciler ve ideolog yazarlar, Erbakan’la neredeyse ölümüne kadar savaşmışlardı. Erbakan onların aleyhinde bir şey dememesine, “onlar da bizim kardeşlerimizdir” şeklinde karşılık vermesine rağmen Siyonist merkezleri ve şeytani çevreleri memnun eden bu haksız ve ahlaksız sataşmalar Erbakan’ın ölümünden sonra bile halâ ortadan kalkmamıştı. Oysa Rahmetli Hoca 28 Şubat döneminde, 28 Şubatçılarla birlikte hareket eden ve her konuşmasında Erbakan’ı eleştiren Fetullah Gülen’e bile sitem etmemiş, gazetecilerin“Gülen’le görüşmeyi düşünüyor musunuz?” sorusunu, “Evet Gülen kardeşimizle günde beş vakit namazlarda görüşüyoruz” şeklinde yanıtlamıştı. Eksik anlatımlar ve yanlış yorumlarla da olsa bu gerçekleri gündeme taşıyan Asiye Güldoğan[4] sonunda AKP’yi aklamak istiyormuşçasına ve hiç alakası yokken Erdoğan’ı Erbakan’ın devamı olarak yutturmak amacıyla: “İşte bugünün AKP-Cemaat savaşının şiddeti, geçmişteki kırk yıllık savaşların şiddetlerinden kaynaklıydı” diyerek kafaları karıştırmaktaydı.

Zaman yazarı Mümtazer Türköne “Rahmetli Erbakan yaşasaydı “Sizi gidi rantiyeciler!” diye parmağını sallayıp lafını Cumhurbaşkanının alnına yapıştırırdı!” (19.09.2014) demeye başlamıştı. İyi de, o rantiyecileri kışkırtması ABD Yahudi Lobilerinin tezgâhı ve paşa görünümlü bazı maşaların ucuz kahramanlığı ile Erbakan’ı devirmek üzere başlatılan 28 Şubat sürecine Feto Hocanızla birlikte destek çıkmadınız mı ve Recep T. Erdoğan’ı parlatmadınız mı? Sizi gidi rantiye hizmetçileri!

Aytunç Altındal’ın tarihi itirafları! (23 Şubat 2013 ESAM Konuşması)

28 Şubat sürecinde tanklar yürürken beni canlı yayına davet eden Flaş TV’de Yılmaz Tunca’ya dedim ki: “Artık yapılması gereken Genelkurmay Başkanından Albayına kadar bu isyana kalkışanların hepsini emekliye ayırmaktır!” Fakat bu konu Rahmetli Erbakan’a aktarıldığında Hoca o kadar büyük ve sabırlı bir devlet adamı ve olayların perde arkasını hesaba katan bir siyaset erbabıydı ki; “Böyle çok kan dökülebilir, gereksiz yere milletimizle askerimiz birbirlerine düşürülebilir. Onun için böyle risklere hiç gerek yok, biz hazırız!.. Partilerimizi dört defa mı kapattılar beş defa kapatırlar olur biter. Ama biz ülkenin karışmasına rıza göstermez, şahsi ikbal için milli çıkarlarımızı feda etmeyiz!” diye karşı çıkmıştır. Yok öyle korkup kaçmışmış, yok imzayı çakmasaymış! Bunlar palavradır ve kuru propagandadır. Çünkü O Mücahit Erbakan’dır, öyle ucuz kahramanlıklara soyunmamıştır, ama zalim ve hain girişimlere de pabuç bırakmamıştır. Yoksa Kıbrıs’a çıkmaya imzayı çakan adam öbür tarafta MGK’daki dayatmadan mı korkacaktı? Eğer çok fazla kan döküleceğini ve ülkenin kaosa sürükleneceğini bilmeseydi o tedbirlere başvurmazdı. Bize kimse masal anlatmasın!.

Aytunç Altındal’ın 18 Kasım 2013 Konuşması:

Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hoca demiyorum, öncelikle O bir beyefendi idi, bilge bir şahsiyetti. Hoca olmak Prof. unvanı kazanmak kolaydı ama beyefendi olmak öyle kolay değildi. Çoğunuz bilirsiniz Türkiye’de bir ara 141-142-163. maddeler geçerliydi. Ben Sayın Erbakan’ı 1973 yılında tanıdım, ben o sırada Avrupa’nın İsviçre, Almanya, Avusturya, Belçika ve Fransa Ortadoğu’nun Politik Analiz Uzmanı olarak görevliydim. 1973’te Diyarbakır’daki seçimleri izlemek ve Erbakan’ın etkinliğini ölçmek için İsviçreli devlet televizyonuyla beraber Diyarbakır’a gittik. Henüz havaalanına iner inmez beni ve dört İsviçreliyi polis gözaltına aldı. Yahu nedir mesele? diye sorunca dediler ki “Takriri sükun kanunu halâ geçerli, buna rağmen ne maksatla buraya geldiniz?” Biz ise: “Seçimleri izlemeye ve özellikle Batılı merkezlerin merak ettiği Erbakan’ı gözlemlemeye geldik”deyince bize “Hayır. Adalet Partisiyle, Halk Partisini çekin Erbakan’la işiniz yok!” şeklinde çıkışmışlardı. “Bu adam çok tehlikelidir. Çünkü aynı karpuz gibi dışı yeşil (İslam) içi kırmızı (komünisttir). Bu adam faizi kaldıracağını, bankaları sömürü aracı olmaktan çıkaracağını söylemekte; NATO’dan, Avrupa’dan, Amerika’dan ayrılıp İslam Birliği kuracağını söylemektedir. Bu tehlikeli adamı engellemek için hem 163. maddeden hem de 141 ve 142’den dava açmamız için bize görev verilmiştir” diyerek ve çekim yapmamamız gerektiğini söyleyerek bizi bıraktılar. Biz onları dinlemedik, Hocanın konuşmasını çektik ve çok önemli bir lider olduğunu fark ettik, ama filmlerimize el koydular. Bütün bunlara rağmen şu anda Türkiye’nin kurtuluşu halâ Erbakan’ın projelerinde saklıdır. O gün Erbakan’ın söylediği faiz halâ ülkemizin ve insanlık âleminin baş belasıdır. Erbakan’ı 28 Şubat’ta dahi görevinden alıkoyan faiz ve rantiye düzeniyle uğraşmasıdır. Bugün geldiğimiz noktada bakınız faiz hiç tartışılmamaktadır. İslamcılar sanki faizle ilgili ayet ve hadisleri unutmuşlardır.

Sayın Erbakan hem İslam âlemine hem de Türkiye’ye bir persfektif ve şahsiyetli duruş, kazandırmıştır. Türkiye kendine olan güvenini kaybetmiş bir ülke konumundaydı. İnsanımızın kendine güveni kalmamıştı. İçerideki batılı ajanlar ve sahte İslamcılar sürekli olarak, konuşmalarına hep: “Birader bu millet adam olmaz!” lafıyla başlarlardı. Sağcılar, solcular, bütün dandik masonlar, fosonlar her konuşmalarına başlarken “Yok canım, bu milletle bir yere varılmaz!” diye aşağılık kompleksi aşılarlardı. İşte Hoca bunları kırdı. Hem milletimize, hem özellikle dindar kesimlere bir güven duygusu kazandırdı. Hem de bu milletin yeniden dirilip derleneceğini ispatladı. Bugünküler, AKP eliyle yapılmasına fırsat verilenler O’nun iz düşümü sayılmalıdır. Gerçek işi yapan Hoca idi. Bunlar O’nun istismarını yaparak büyük projelerine engel olmak üzere iktidara taşınmıştır.

Amerika’da Erbakan Uyarısı!

1973 yılında Diyarbakır’da duyduğum cümleleri 1996 yılında Osman Altuğ Hoca ile beraber Amerika’da IMF tavsiyelerine uyulmayacağını bildiren görüşme sırasında duyunca şaşırmıştım.İki tane CIA’dan iki MOSSAD’dan adamlar gelip bizi uyarmak için şunları anlatmışlardı. “Şu gerçeği biliniz ve ona göre hareket ediniz! Biz bu Erbakan’dan hiç hoşnut değiliz ve endişeliyiz. Bu siyasi hareketin başında Erbakan olmasın biz bunları havada idare ederiz!” Bunları söyleyen şahısların adları bile halâ saklıdır. Ayrıca JİNSA diye bir teşkilat var. İsrail’in güvenliğinden sorumlu bu oluşumun yetkilileri bize aynen şunları söylediler; “Bu Erbakan çok tehlikelidir. Onunla birlikte olanlar da dikkat etmelidir!” Hayret, Diyarbakır’a 40 yıl önce gidiyorsun polis şefleri “bu adam çok tehlikelidir” diye uyarıyor. Amerika’ya gidiyorsun MOSSAD yöneticileri “bu Adam çok tehlikelidir” diye bizi ürkütüyor. O zaman dedim ki “Bu adam çok faydalı birisidir!”

Erbakan’la Aytunç Bey Almanya’da özel bir Uçak ve Silah Fabrikasına niye uğramışlardı?

Sayın Erbakan’ın kendisiyle çok özel gezilere ve ziyaretlere birlikte gittik. Bir gün“Muhterem siz de gelin lütfen!” diye davet ettiler. Bindik uçağa ve Almanya’nın adı sanı bilinmeyen bir yerine indik, “Yav Hocam buralarda ne işimiz var, nereye geldik? Buraların özelliğini değil, ismini bile işitmemiştik. Neyse Almanlar Devlet Başkanı gibi bizi misafir ettiler. Ben erken uyumama rağmen, Erbakan’la yarı gecelere kadar görüşeceklerdi. Vay anasını sabah saat 06:00’da Hoca ayakta idi. Derken bizi de yanına alıp gizemli bir sanayi bölgesine gittik. Hoca bana; “Burada Almanların özel uçak fabrikaları var. Şimdi o uçak fabrikalarına gideceğiz ve onları denetleyeceğiz” deyince hayret etmiştik. Vay be Almanya’nın hiç bilinmeyen bir yerinde uçak fabrikasını denetlemek üzere Erbakan’ı davet ediyorlar ve bizleri büyük bir izzet ikramla kapılarda karşılıyorlar!? Sonuç olarak Hoca o uçak fabrikasında denetlemelerini yaptı, bazı öneri ve uyarıları not alındı ve tabii ben hiçbir şey anlamıyordum!..”

Erbakan’ın kilise papazlarına tebliğ ve uyarıları!

Almanya Milli Görüş yetkilileri dediler ki; “Burada bir kilise var. (Sayntolaca kilisesi) Bunlar bizimle dostluk kurmak istiyorlar. Aytunç bey, Hocamız buraya geldiğinde siz de beraber şu kiliseye lütfen bir uğrayın!” Konuyu Rahmetli Sayın Erbakan’a açınca; “Olur, beraber gidelim ve kiliseyi görelim, dertleri neymiş öğrenelim” dedi. Neyse birlikte gittik. Kilise kapısının önünde 900-1000 kadar kişi (Alman) ellerinde Türk bayrakları ile bizi karşıladılar. Girdik içeri biz iki kişiyiz; Hoca ile ben… Hoca dedi ki; “Vakit geçirmeden ben önce namazımı kılayım. Şurada lütfen bir yer açın” dedi. Almanlar hemen Hocaya bir yer ayarladılar. Hoca orada namazını kıldı ve çıktı. Bana şöyle bir baktı, hiç unutmuyorum “Muhterem dedi, bunlar da Allah’ın kulları, Milli Görüş’ü ve Adil Düzen’i bunlara da anlatmanın zamanı gelmiş, insani tavsiyelerimizi ve İslami görevimizi yapar sonra çıkar gideriz” dedi.

Hoca başladı, çok mükemmel ve mest edici bir Almancayla onlara İslam’ın güzelliklerini, Milli Görüş’ün prensiplerini ve Adil Düzen’in gereklerini özetle anlatıverdi. Almanlar ağzı açık dinlediler ve en yetkili profesör papazları bile teşekkür edip saygı gösterdiler. Şunu yakinen biliyorum, Sayın Erbakan’ın daveti ve tebliği neticesinde İslam’a geçmiş olan en az 300 (üç yüz) kadar seçkin ve seviyeli Hristiyan vardır. Bunlar sadece benim bildiğim kadarıdır. Belki bunun çok daha fazlası da çıkacaktır. Bu konu maalesef hiç araştırılmamıştır!” diyen büyük birikimli ve bilge kişi Sn. Aytunç Altındal’ı rahmetle anıyoruz.

Defalarca bizimle ortak konferanslara ve TV programlarına katılan ve kitaplarımızı dikkatle okuduğunu anlatan Sn. Aytunç Altındal bir özel sohbetinde arkadaşlarımıza şu itirafta bulunmuşlardı:

“Hem Erbakan’ın yakın çevresinde, hem tanıdığım Milletvekilleri içerisinde; O’nun stratejik dehasını, Milli Görüş’ün esaslarını ve amaçlarını ve özellikle Adil Düzen Programlarını (başta Ahmet Akgül olarak) sizin kadar doğru biçimde anlayan ve doyurucu şekilde anlatan hiç kimseye rastlamadım. Hoca’ya sadakat ve sahiplenme noktasında da Sn. Akgül ayarında samimi ve cesaretli birisiyle karşılaşmadım. Ama bütün bunlara rağmen; ne parti teşkilatlarında, ne de yakın çalışma arkadaşları arasında ona hiçbir yer verilmemesinin sebebini de, şu ana kadar henüz anlayamadım. Hoca’nın vefasını ve yüksek zekâsını fark etmesem “Adam tanımıyor veya kadir kıymet bilmiyor” zannına kapılacaktım. Konya’da bir konferans sonrası kaldığımız otelde Ahmet Hoca’ya bu hayretimi aktarmış ve latife yollu bize “Kim bilir, belki de özel dönemler ve gizli görevler için hazırlayıp saklamıştır!” yanıtını alınca, gerçekten rahatlamıştım!”

İyi de, Almanya’yı bile Siyonist sömürü işgalinden ve gizli Yahudi hâkimiyetinden kurtarmaya çalışan Rahmetli Erbakan, Türkiye’nin yeniden şahlanışı ve özlenen dünya barışının sigortası olması için acaba hangi hazırlıkları yapmış ve bunları kahraman ordumuzun hangi ilgili birimlerine bırakmıştı?

Genelkurmay’ın onurlu tavrı, bize Erbakan’ın teknoloji harikalarını hatırlatmıştı!

“Tüm dünya ve Türkiye, ABD’nin NATO kapsamında ortak koalisyon güçleri ile IŞİD’e yapmayı planladığı operasyonu(!) tartışmaktadır. Galler’deki NATO zirvesinin ardından ABD bölgeye iki önemli temsilci yollamıştır ve Uluslararası temaslarda, ilk kiminle görüşme yapıldığı da önemli ve anlamlıdır. Evet ABD Savunma Bakanı Hagel, hemen Ankara’ya gelmiş ve ilk Genelkurmay Başkanı Necdet Özel ile görüşme yapmıştır. ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin bölge turuna ise Türkiye alınmamıştı. Demek ki; ABD’nin Türkiye’de siyasetçilerle bir sıkıntısı yoktu. Sıkıntı askeri kanatlaydı!

Bu bağlamda Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in 30 Ağustos resepsiyonunda yaptığı sert “kırmızı çizgi” uyarısını daha iyi ve kapsamlı okumak lazımdı. Belli ki, Özel’in açıklamaları Washington’u hoplatmış; Büyük İsrail Projesi’nin güvenliği için kurulacak Kürt devleti, PKK-Peşmerge yakınlaşması ve silah yardımları ile oluşturulacak Kürt ordusu planları yapan ABD’nin uykularını kaçırmıştı. Aynı 1 Mart Tezkeresi öncesine benzer bir tablo algısı oluşması enteresandı!

Olup bitenlerin bir boyutu daha vardı. Türkiye’yi Suriye ve Irak batağına sokamayan ABD’nin gerçek amaçlarından biri de bizi Rusya ile kapıştırmaktı. Ukrayna krizi bahanesiyle yapılan hamleleri, TSK çok ince bir diplomasi ile savuşturmaktaydı. Bakınız, Genelkurmay Başkanlığı’nın 7 Eylül 2014 tarihli duyurusuna, Ukrayna’nın ev sahipliğinde yapılan Deniz Meltemi 2014 tatbikatına TSK’nın yalnızca bir korvetle (sembolik) katılacağı duyurulmaktaydı. ABD’ye de Rusya’ya da verilen mesaj çok açıktı: (TSK Küresel senaryoların bir parçası olmayacaktı) Oysa, ABD, Türkiye’nin IŞİD operasyonuna, pasif değil aktif olarak katılmasında ısrarlıydı!?

Gelelim, Genelkurmay Başkanı Necdet Özel-ABD Savunma Bakanı Hagel ve iki ülke askeri yetkilileri arasında yapılan görüşmenin ayrıntılarına:

Hagel ve beraberindeki heyet karargâhta soğuk bir duşla karşılaşmış, istediklerini alamamışlardı. Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, ABD Savunma Bakanı Hagel’e “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ortak koalisyon gücünün içinde aktif rol almasının kesinlikle söz konusu olmayacağını ve de ne ABD’ye ne de diğer ülkelere Türk topraklarının operasyonel tarzda kullandırılmayacağını” kesin bir dille vurgulamıştı. Askeri kaynaklar, ABD’nin 3 yıl sürecek IŞİD’i yok etme planının “aynı zamanda ABD’nin 3 sene daha bölgede rahat at koşturması ve İran’ı da 3 sene yakından izleme ve kontrol etme planı” olarak yorumlamıştı.[5]

Bu olumlu tespitleri ve onurlu tahlilleri okuyunca düşündük; Genelkurmay Başkanımızın bu Milli şuurlu ve cesur duruşlu tavırları, elbette etkin ve caydırıcı bir güce dayanmalıydı. Aksi halde ABD ve Siyonist mahfiller öyle kof çıkışlara aldırmazdı!? Bu gücün ne olduğunu merak edenleri ise, Erbakan Hoca’nın: ABD ve İsrail’in bütün silah sistemlerini ve saldırı yeteneklerini boşa çıkaracak ve çalışmaz hale sokacak teknolojik harikalarını hangi ortamlarda, hangi aşamalarla ve hangi şartlarda kullanmak amacıyla nasıl hazırladıklarını anlatan videoları izlemeleri ve Milli Çözüm’deki ilgili yazıları incelemeleri lazımdı.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Küstahlığı!

“Din eğitimi mecburiyetinden vazgeçilmesi ve ilgili ders kitaplarında Sünnilikten, farklı din ve mezheplere gereğince yer verilmediği gerekçesiyle kökten değiştirilmesi gereğini”vurgulayan ve Türkiye için bağlayıcılık niteliği taşıyan bir karar alınmıştı. AİHM’de 7 hâkimin verdiği “Din derslerini kaldırın” kararıyla, Türkiye anayasa değişikliği yapmak mecburiyetiyle karşı karşıya kalmıştı. Ahmet Davutoğlu’nun hamasi ve havai çıkışları, sadece halkı avutmak ve oyalamak amacıylaydı. Bir yanda IŞİD’in Türkiye’ye örtülü petrol akışına göz yuman, militanlarına lojistik destek sağlanmasına ses çıkarmayan, diğer tarafta“AB’ye girmek istiyorsanız İslam’dan vazgeçin” diye dayatan bir AB ile nereye varılacaktı?

İkiz Yasaların perde arkası!

Türkiye 2003’te, ülkemizin bölünmesine bahane yapılacak derecede tehlikeli ve hıyanet içerikli başka bir uluslararası maddeyi daha imzalamıştır. İkiz yasalar diye adlandırılan bu yasaların imzalanmasıyla PKK Federasyonuna giden yoldaki en önemli adımlardan birisi atılmıştır. (TBMM’nin 04.06.2003 tarihli oturumunda kabul edilen bu yasayı, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer onaylamıştır.) Türkiye 2000 yılına kadar 34 yıl boyunca ikiz yasaları imzalamaktan kaçınmıştır. 2000 yılında Ecevit-Bahçeli-Yılmaz hükümeti tarafından yasa maalesef imzalanmış ama 3 sene sumen altında kalmıştır. Bundan sonra tam da Irak’ın işgali gerçekleşirken 2003 yılında AKP hükümeti ulus devletinin intiharı olan bu yasayı uygulamaya başlamıştır. Bu sözleşmelerin içeriğinden Türk Milletinin hiç haberi olmamıştır. Bu yasalara göre bir ülke içinde kendini farklı halk olarak tanımlayanlar kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip olacaktır! Yani uluslararası camia düğmeye bastığı an; kendini ayrı halk olarak kabul edenler sivil itaatsizlik ve çatışma sürecini başlatacak ve desteklenip haklı çıkarılacaktır. İşte bu nedenle BDP eş başkanı Demirtaş; “İsteklerimiz kabul görmezse ortalığı Tahrir meydanına çeviririz!” şeklinde tehditler savurmaktaydı. İmzalanan bu anlaşma gereği istediğini söyleme hakkını kazanmışlardı. İkiz yasalar yürürlüğe girdikten tam 8 yıl sonra BDP’den Ahmet Türk bu yasadan doğan haklarını şöyle gündeme taşımıştır.

“Demokratik özerklik dünyanın her yerinde merkezi hükümetle uzlaşarak yapılmaktadır. Devlet, Kürtlerin taleplerini görmezden gelirse, kendimizi yönetme mücadelesi başlatılacaktır. Sadece Kürtler değil, Lazlar, Çerkezler için de benzer hakları savunmaktayız. Karadeniz’de özerk yapılanma olsun denilirse destek çıkarız.”

Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Şeytani amaçları!

2006 yılında Türkiye’nin parçalanmasını kolaylaştıracak Bölgesel Kalkınma Ajansları yasası da çıkartıldı. 5449 numaralı bu kanun 25.01.2006 tarihinde kabul edilerek yürürlüğe taşındı. Bu projeyle bölgesel mali ve idari birimler oluşturulacaktı. Bu tüm ülkeleri kanser gibi kaplayan bir şehir devlet projesi olmaktaydı. Özerk bölgeler, küresel bankerlerin emrine sunulacaktı. Nasıl mı? Şöyle anlatalım: Türkiye 2006’da imzalanan kalkınma ajansları yasasıyla 12 bölgeye ayrılmıştı. Valiler, belediye başkanları ve özel sektör yetkilileri bu ajanslarla birlikte bölgesel kararlara imza atacaklardı. Her bölge kendi yatırım kararlarını alacaktı. Projeler için Ankara’daki hükümete değil, küresel bankerlere başvuracaklardı. Fonlar merkezi hükümetten bağımsız olarak bölgelere akacaktı, yani parayı veren düdüğü çalacaktı. Fonlarla borçlanan yerel yönetimler, parayı aldıkları bankerlere sorumlu olacaklardı. Belediyeler borç batağına saplanacaktı. Yol haritası için Türkiye’den yargıçlar Washington’a, Colorado’ya ve Arizona’ya götürülüp eğitilerek hazırlanmıştı. Ayrıca Federal mahkeme sistemleri konusunda bilgiler almışlardı.

Tek dünyacıların gözleri parlamaktaydı, sonuca az kalmıştı. Tüm bu süreç içinde ayrılıkçı örgütlenme (sivil-PKK) mecliste yer almıştı. Bu da yol haritasında önemli kilometre taşıydı. Küresel çete ve Siyonist şebeke dünyanın çeşitli yerlerinde destekledikleri terör örgütlerini demokratik mekanizmaların içine girmeye çağırmıştı. Örneğin Irak işgal edilir edilmez Kürt ayrılıkçıların önde gelen isimleri merkezi hükümet içine alınmıştı. Bu bir Amerikan planıydı. Barzani Kürt bölgesinin başkanı yapılırken, diğer Kürt lider Talabani Cumhurbaşkanlığına taşınmıştı. Bir başka Kürt ayrılıkçı Höser Zebar’i merkezi hükümette Dışişleri Bakanı yapılmış ve birçok Kürt lider bölge valiliklerine atanmıştı. Böylece fazla bir sorunla karşılaşılmadan, bölgedeki ikinci İsrail’e giden yol açılmıştı. Çok ilginçtir. Önce ana dil, kültürel haklar diyerek işe başlanmış ve sonunda ayrı bir devlet ortaya çıkmıştı.”[6]

Evet artık bıçak kemiği de geçip iliğe dayanmıştı. Türkiye ya parçalanıp yıkılacaktı veya yeni bir devrim ve değişimle tekrar şahlanacaktı. Bunun için de İsrail’le ve arkasındaki ABD ve AB ile (NATO güçleriyle) tarihi bir kapışma kaçınılmazdı. Hem ayet ve hadislerin açık beyanları, hem mü’minlerin ve mazlum kesimlerin feryadı ve acil ihtiyaçları, hem de olayların tabii akışı böyle bir neticeyi gerekli kılmaktaydı. Evet, tarihi bu sefer Türkiye yazacak, coğrafyayı o düzene koyacak, yeni bir saadet dönemi ve Adil Düzen medeniyeti mutlaka kurulacaktı.

 


[1] Rapor 7/9, sayfa 180-181, Büyükdoğu yayınları

[2] Rapor 7/9, sayfa: 73, Büyükdoğu yayınları

[3] Büyük Gazete, 2 Haziran 1976, sayı 8, sayfa: 14

[4] Oda TV / 12 Eylül 2014

[5] Yeniçağ / Ahmet Takan / 10 09 2014

[6] Milli Gazete / 14 09 2014 / İshak Beyazay

 

Yorum Yaz