Kasım 05 19:13

Münafık Kalemlerin Marazı

Münafık Kalemlerin Marazı ve Türkiye'nin Manzarası

Münafık Kalemlerin Marazı

   Sn. Başbakan “Bütün devlet kurumlarından ve adliye koridorlarından paralel çeteyi temizleyeceğiz!” diye nutuklar atıyor, ama haftalar aylar geçmesine rağmen hiçbir ciddi soruşturma hala başlatılmıyordu. Bazı Polisleri, savcıları ve bürokratları başka yerlere tayin etmekle bu yapının nasıl çökertileceğini herkes merak ediyordu.

 

   AKP hükümeti, seçimlerden hemen sonra AB’ye Kabul edilme hatırına, başta Kıbrıs olmak üzere, çok büyük tavizler vermeye hazırlanıyordu.

 

   “ABD Modeli İstihbarat teşkilatı kurulacak” palavralarıyla ve değiştirilen yeni MİT yasasıyla, Türkiye dolaylı biçimde CIA ve MOSSAD’ın güdümüne sokuluyor ve bütün bunlara “demokratikleşme” kılıfı geçiriliyordu.

 

   Son iki aylık cari 9 Milyar dolara yaklaşıyor, yetkili uzmanlar Türkiye ekonomisinin “kara para ile ayakta kaldığına ve her an çökme riski taşıdığına” dikkat çekiyor ve her dört gençten birinin işsiz dolaştığı bir ülke sosyal patlamalara gebe bulunuyordu. Ama ne gam, Recep Başbakanın oğlu Prens Burak Erdoğan 17 Milyon dolarlık yeni bir ticaret gemisini deniz taşımacılığı filosuna katıyordu.

 

   Toplum TV’lerdeki sözde dini programlar hipnozlanıp uyuşturuluyor, Takva ehli Cemaatin Bugün TV’sinde çırılçıplak Salsa dansları yayınlanıyor, Cübbeli Hoca Travestilere sahip çıktığı vaazında “Bende her yol var!” diye övünüyordu. “Travestilik, eş cinsellik, tinercilik; İslam’a da, insan fıtratında, toplum ve aile yapımıza da aykırı ve ahlak dışı günahlardır. Bu kötü ve çürütücü sapkınlıklardan kurtulmak ve korunmak için devlet, millet ve cemaatler olarak çok ciddi ve acil önlemler alınmalıdır ve bu batağa sürüklenenlerin yeniden ıslahı ve topluma kazandırılması lazımdır!” denilmesi gerekirken Sn. Cübbeli:öyle travesti, eşcinsel, tinerci diye insanları dışlamamalıdır. Onlar yaptıkları işin günah olduğunu bildikleri ve mübah kabul etmedikleri müddetçe kâfir sayılmayacaktır ve bir tövbe ile evliya derecesine bile çıkacaktır” gibi zahiren doğru görünen, ama sanki gizlice bu haramları ve hayâsızlıkları basite indirgeyen ve hoş görüp dolaylı reklam eden bir tavırla, acaba hangi çevrelere yaranmak istiyordu?

 

   Üstelik Bay Cübbeli “bir zamanlar çarşaf-peçe giymeyenleri ve sakalını tıraş edenleri bile kınayıp dışlarken şimdi ne oldu da böylesine hoşgörülü kesiliverdiniz?” sorularına yanıt verir gibi: “Benim otuz yıllık vaazlarımı toplayın hep bu minvalde konuştuğuma şahit olacaksınız ve tek bir kelime çelişki bulamayacaksınız!” mealinde asılsız iddialarda bulunuyordu.

 

   Sn. Recep Başbakan: “yasa dışı dinlemelerle özel hayatım ihlal ediliyor” gerekçesiyle Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunuyor; ama 12 yıldır kendi sorumluluğu altındaki resmi kurumlar ve AKP himayesiyle palazlanan paralel casuslar eliyle binlerce komutanın, kurmay subayın, vatansever bürokrat ve aydının aleyhine yürütülen karalama kampanyalarını unutuyor ve hiçte yüzü kızarmıyordu. Oysa Tayyib’in yalaka medyası “Ergenekon’un dinci kanadı” diye aylarca Milli Çözüm Ekibine iftira atıp kinlerini kusarken bay başbakan susuyordu!

 

   Bay Adnan Oktar Bülent Arınç’ı fena haşlıyordu!

 

   "Bülent beni duyuyor musun? Başbakan da olamayacaksın, Cumhurbaşkanı da! Adamın şartlarına bak ya! İnanılır gibi değil! Genç kızlar gülmeyecek, inşallah maşallah demeyecekler. Dekolte giymeyecek, dekolte giymek edepsizliktir. Biz neyin edepsizlik ve ahlaksızlık olduğunu iyi biliriz Bülent! Beni konuşturma! (Hazret, haşa takdir makamı ya, Cumhurbaşkanı ve başbakanı sanki kendisi tayin ediyordu!)

 

   Sen genç kızların neşesinden niye rahatsız oluyorsun? De yahu, hayata küstüm, içime kapandım de. Sorunlarım var de. Ben anlıyorum senin derdini. Olabilir insanlık hali. Sorunların var demek ki. Bizim sorunlarımız yok, acayip güçlüyüz Bülent! Elinden geleni de ardına koyma! İlle de erkek görmek istiyorsan, sana bol bol erkek göndereceğiz Bülent!” diyerek, Sn. Arınç’ın erkeklik gücünün bittiğini ima edecek kadar şaşırıp şımarıyor ve AKP’yi modern gösterip topluma sevdirmek için kediciklerini dekolte kıyafetlerle A9 TV kanalına çıkardığını söylüyordu: “Biz ve kediciklerime Kimse karışamaz. Biz özel olarak AKP'yi güzel ve modern göstermek için yapılan bu jestleri yapıyoruz. (yani kızlarımızı dekolte giydirip sulu şakalar yapıyoruz) Kim meraklısı bunun? Seni kurtarmak için böyle davranıyoruz. Komünistler senin iflahını keserdi biz olmasak, öyle gevrek gevrek konuşamazdın[1]

 

   Şevki Yılmaz’ın şerefi ve şeriati ortaya çıkıyordu!

 

   Biz zamanlar AB’yi “ahlaksızlık batağı ve Haçlı-Siyonist tuzağı” sayan, Faiz düzenini meşru görmenin hükmünü sıkça hatırlatan, Fuhşu ve zinayı teşvik edenlerin ve destekleyenlerin acı ve alçaltıcı akıbetlerini haykıran Şevki yılmaz, şimdi;

 

   “Üzüntülerimi arz ettikten sonra müjdelerimizi de iletmek istiyorum Ya Resulellah!; Gece teheccüd namazına bile kalkan, gündüzleri haftalık oruçlarını tutan, dilinden baldan tatlı  zikrullahı bırakmayan, Sizi anmaya aşkla devam eden ve kavgadan uzak, ilimle donanmış yeni bir neslin müjdesiyle huzurunuza geldik Ya Resulellah! Yüz yıldır Siyonistlerin içimizdeki uşakları hain mason ve çeteleri tarafından hayattan kovulan Ana Hayat Yasamız Kur’an-ı Kerim’in ve Sizin hayatınızı anlatan Siyer dersinin tüm okullarda okutulmaya başladığı yeni bir döneme girdik Ya Resulellah!”[2] diyerek Siyonist Yahudi Lobilerinden  (C)esaret madalyalı ve Haçlı AB’ye sevdalı Recep T. Erdoğan’ı İslam kahramanı; Ecevit ve Demirel dönemlerinde bile suç sayılan ZİNA’nın cezasını sildiren ve faizi “dünya gerçeği” gören AKP’nin mücahit (!) gençlerini ise “Hakikat nizamının yolcuları!” makamına çıkarmaktan sakınmıyor, Esfeles-Safilin çukurlarında, Alayi İlliyyin havaları atıyordu. Oysa Recep Başbakan, Kenan Evren’in “Mecburi ders olarak Anayasa’ya koydurttuğu”din eğitimini kaldırıp değiştirmek ve esaret tasması gibi cesaret madalyası takan Siyonist gâvurların ve yerli masonların keyfini yerine getirmek için göstermelik ve seçmeli “Kur’an ve Siyer derslerini” başlattığını, ahmaklar dışında herkes biliyordu.

 

   Aziz Erbakan Hocamız:

 

   “Ey yürekleri dağlar kadar büyük, ve azimleri kayalar kadar sağlam Milli Görüşçüler, Saadet Partililer!.. Ne olursa olsun, gelecekten asla ümit kesilmeyecektir. Tarihe bakın, inancınıza sarılın, Milli Görüş’e sarılın... Zulüm ebedi olamaz, kötülük mutlaka hüsrana uğrayacaktır!” müjdeleriyle, yürekleri dağlar kadar büyük ve engin, azimleri granit kayalar kadar sağlam ve metin Milli Görüşçüler eliyle küfür ve kötülük düzeninin mutlaka yıkılacağını, zalimlerin ve hainlerin sonunda hüsrana uğrayacağını haber veriyordu; zaten bu Kur’an'ın ve Resulüllah'ın müjdesi oluyordu.

 

   Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, “Paralel yapı”nın elinde kendisine ait kasetlerin de bulunduğundan emin olduğunu söylüyordu. Şimdi Melih Gökçek’e sormak gerekiyordu: Yarası yoksa, niye gocunuyordu? Melih Gökçek’ten “Cemaatin elinde kasetim var, sıkıntıya girebilirim!” itirafı geliyordu.

 

   17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla ilgili Sabah gazetesine röportaj veren Gökçek, bu süreçte Başbakan Tayyip Erdoğan’ı yalnız bıraktığı gerekçesiyle de özür diliyordu. “Bir şeylerden mi çekindiniz? 17 Aralık’tan sonra 30 Mart’a kadar bir şey söylemediniz. Konuşmak için seçimi mi beklediniz?” sorusuna “Biraz öyle oldu. Bu konuda geç kaldığımız için Başbakanımızdan da özür diledim” diyordu. ‘Paralel’ yapının elinde kendisiyle ilgili kasetler bulunduğundan emin olduğunu belirten Melih Gökçek, “Ben kasetimin olduğuna yüzde 100 inanıyorum. Beni sıkıntıya sokabilirler mi? Evet sokabilirler” şeklinde konuşuyordu. ‘Paralel yapı’yla ilişkisi olduğunu da söyleyen Gökçek, bu ilişkinin Keçiören Belediye Başkanı olduğu dönemde başladığını son 5 yılda ise çok ilerlediğini belirtiyordu. “Bu yapıya yurtlar yaptınız, arsalar verdiniz. Belediye imkânlarından yararlandırdınız. Bu insanların sonra size yaptıkları karşısında ne hissettiniz?” sorusuna ise Gökçek “Kendimi aldatılmış hissediyorum. Çok kırgınım. Aldatıldığımı 17 Aralık’tan sonra çok daha iyi anladım” cevabını veriyordu.

 

   Bu arada İslamcı ve Ilımlı yazar Ahmet Taşgetiren: “Rakibinin çıbanını deşerken kendi kangren yarasını deşifre eden kahraman!” misali, Fetullahcı Cemaati kötüleyip, Recep Bey ve Hükümetini överek göze girmeye ve tabi kendi aklınca hikmet üretmeye çalışırken, “AKP’nin ABD himayesinde bir Siyonist proje olduğu” gerçeğini dile getiriyordu.

 

   Cumhuriyet Türkiye’sinde sivil ve samimi bütün dini hizmet, cemaat ve tarikatların önemli bir kısmı halis niyetler ve manevi gayretlerle başlıyor, daha sonraları masonlar ve münafıklarca bazılarının içlerine sızılıp istismar edilmeye çalışılıyordu. Ancak “Yeniden Milli Mücadele” Derneği, daha kurulurken İngiliz Masonları ve Yahudi odaklarınca bizzat tezgâhlanıyor ve o süreçte siyasi hayatımıza giren ve masonik yapı için tehlike arz eden Milli Görüş’e alternatif olmayı ve önüne takoz koymayı amaçlıyordu. Bu “Yeniden Milli Mücadele”ciler de, özellikle Siyonizme ve Yahudi tehlikesine dikkat çekiyor bütün yayınlarında ve sohbet konularında buna odaklanıyor; ancak “partileşmenin ve siyasi organizenin Müslümanlara hiçbir yarar sağlamayacağı ve mevcut potansiyeli boşa harcayacağı” uyarısı yapılıyordu. (Daha sonraları Aykut Edibali döneminde bunlar da partileşiyordu.)

 

   İçlerine elbette samimi ve seviyeli insanlarımız da katılıyor, iyi niyetli faaliyetlerde bulunuyordu. Ancak bu ekolden yetişen bazı meşhur kimselerin özel irtibatları, farklı parti ve kesimlerde de bulunsalar da devam ediyordu. Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek, TBMM Başkanı Cemil Çiçek, RP E. Diyarbakır Millet Vekili Ömer Vehbihatipoğlu, Zaman Yazarı Hüseyin Gülerce ve AKP yalakası Ahmet Taşgetiren de bu “Yeniden Milli Mücadele Derneği”nin yetiştirmeleri oluyor, farklı ve aykırı gibi görünen kesimlerde yer alsalar da aslında aynı karanlık amaçlara hizmet veriliyordu. İşte Yeniden Milli Mücadele kökenli ve şimdi koyu Tayyip tetikçisi Ahmet Taşgetiren Fetullahcılarla ilgili şu soruları gündeme getirmişti: Amerika Camia’yı niçin sahiplenirdi? Ne kadar süre kollayabilirdi? Camia’yı kollamak için Hükümeti feda eder miydi? Türkiye - Amerika ilişkilerinde Camia’nın konumu ne kadar belirleyiciydi? Barak ObamaileTayyip Erdoğan arasında bir mesafe oluşmuşsa, bunda Camia’nın etkisi ne dereceydi, ya da Camia Türk - ABD ilişkilerinde nasıl bir kıymet-i harbiye değerine sahipti?

 

   Ahmet Taşgetiren TBMM başkanıCemil Çiçek’in şu sözünü de nakletmişti: “Hiçbir yabancı güç sağmayacağı ineğe yem vermezdi!”  İyi de bu itiraf “biz de AKP olarak bu dış odaklara süt verelim diye desteklenip beslendik” anlamını da içermez miydi?

 

   “Camia, şu veya bu takvimde Amerikan çıkarlarına hizmet edecek bir rol oynayacaksa, Amerika buna inanıyorsa, ona yatırıma kalkışacaktır yapacaktır. Bu yatırıma da, Türkiye’deki AKP yönetimleriyle ilişkisinin asla düzelmeyeceği düşüncesine varırsa yanaşacaktır. Yani Amerika,Tayyip Erdoğanlı bir Türkiye ile ilişkilerinin asla düzelmeyeceğini düşünüyorsa, onun yerine birisini ikame etmeyi planlıyorsa, o birisi de bu ikameyi gerçekleştirecek reel -siyasi, sosyal, askeri (!), ekonomik- imkânlara sahip bulunuyorsa ve bunu efektif hale getirebilme şartları oluşmuşsa bu yatırımı yapacaktır. Şimdi gelelim Türkiye realitesine:

 

   Mahalli seçimler yapılmış veTayyip Erdoğan seçimden net skorla başarılı çıkmıştır. Önümüzde Cumhurbaşkanlığı seçimi var ve en favori adayTayyip Erdoğan’dır. Önümüzdeki yakın gelecekte AKP’nin zaaf göstereceği ve yerine muhalefetin şu veya bu kanadının, Camia’nın da desteği ile iktidar olabileceği ihtimali son derece zayıftır. Yani yakın gelecek, başında dil - söylem farklılıkları bulunan simalar olsa bile, yine AKP’li yılları gösteriyor.  Türkiye, var olduğu coğrafyanın en etkili gücü ve Amerika’nın bu coğrafyaya ilişkin bir hesabı varsa - gelecekte de olacaksa, bunu Türkiyesiz planlaması imkânsızdır” diyen Ahmet Taşgetiren: “ABD ve İsrail’in asıl işine yarayan AKP iktidarıdır, bu nedenle AKP bizi gözden çıkarmayacaktır. PKK gibi Cemaati de yine özel çıkarları için kullanması Amerika’nın hakkıdır. AKP’de PKK ve Cemaat gibi ABD’nin bir planıdır!” gerçeğini dolaylı şekilde itiraf ediyordu.

 

   “Amerika’nın herhangi bir ülkede böyle (Cemaat gibi)“aykırı”yapılara yatırım yapmayacağını söylemek istemiyorum. Amerika, dost ülkelerle ilişkilerini bile tek sepete koymayan bir ilişki çeşitliliğine sahip. Mesela Amerika’nın PKK ile ilişkilerine dair Türkiye’nin kuşkuları yabana atılamaz. PKK’nın 30 yıl içinde varlığını sürdürmesi, lojistiği sağlaması vs. uluslararası koruma olmadan ve o uluslararası koruma Amerika’nın bilgisi dâhilinde bulunmadan mümkün olmazdı. Amerika o zaman da Türkiye ile dosttu (!), Türkiye’nin terörle mücadelesine katkıda bulunuyordu (!),“Terörist başı”nı yakalayıp, Türkiye’ye teslim ediyordu, ama bir şekilde de Kuzey Irak’ta yuvalanmasına zemin hazırlayarak, PKK belasının devam etmesine göz yumabiliyordu” diyen Ahmet Taşgetiren’in:

 

   “Amerika “Bunlar (Fetullahçılar) benim eğitim açığımı kapatıyorlar, onun için onlara şükran borçluyum” zihniyeti ile mi davranırdı? Türkiye ile problem yaşayıp, küresel yatırımları Amerika’dan idare etmek, Camia’ya güvenli bir karargâh imkânı sağlar mıydı? Böyle bir yapının İslam coğrafyasında karşılığı var mıydı? Amerika’nın pazarladığı bir“İslam liderliği, mehdiyyet, hilafet” imajı nasıl okunmalıydı?”[3] şeklindeki sorularını “ABD icazetli, Yahudi Lobilerinden cesaret kolyeli ve AB’den ileri demokrasi vizeli Erdoğan iktidarı nasıl bir şeyse, işte Cemaat de öyle bir şeydir!” şeklinde yanıtlamak gerekiyordu.

 

   Ali Bulaç’ın çifte standardı mide bulandırıyordu!

 

   24 Nisan tarihli “Muhafazakâr lâiklik!” başlıklı yazısının son bölümünde: “Başörtüsü, sakal, frapan tesettür, kutsal geceler, İslami dilin kullanımı, kısaca muamelat ve ukubata taalluk etmeyen her türlü dindarane söylem ve fiil, bu (AKP’li dindar ve muhafazakâr) çevreleri sanki dinin tamamına sahiplermiş gibi bir duyguya sevk etmektedir. Zaman zaman da dine veya diyanetvari riütellere yönelen saldırılara karşı koymaları (yani ucuz mücahitlik taslamaları), muhafazakârı din (istismarı) konusunda daha cesaretlendirmektedir. Eski İslamcılar, laiklerin saldırılarına karşı koyarken kendini sekülerleştirmektedir. Dinin (sadece) diline, sembollerine ve ritüellerine sahip olduğundan (İslam’ın ahkâmından ve ahlakından uzaklaştıklarından) piyasa kapitalizminin yasalarının tümünü işletebilir, ölümcül rekabet edebilir. Muhafazakâr siyasetçi, başarı için her yolu mubah sayabilir. Namaz kılan avukat haksız bir davayı savunabilir; sakallı tüccar faiz işlemlerini yürütebilir, taşeron işçisi çalıştırıp, emeğini sömürebilir; ihale kapmak için tezvirat yapabilir, gerektiğinde rakibini karalayabilir; değil mi ki para kazanmış, dilediği gibi tüketebilir; onu Türkiye açmıyorsa Maldiv adalarında hiç utanmadan ve Allah’tan korkmadan bir gün tok bir gün aç yatan, 90 yaşında ta Arabistan’dan İstanbul’un fethine gelen Ebû Eyyûb el-Ensari Hazretleri adına açılan tatil köyünde tatil yapabilir... Dava (dedikleri dünya hırsı ve iktidarı) için yolsuzluk, usulsüzlük, yalan, hile, komplo her şey mümkün ve mubah görülmektedir. Cevabını aramamız gereken soru şudur: Muhafazakârlardan ve eski İslamcılardan nasıl bir canavar çıkarabildik?”

 

   “Canavar!” başlıklı (28 Nisan) yazısının sonunda ise: “Eski İslamcılar “İslamcılıktan istifa edip”  öyle yollarına devam edeceklerine; “dinin somut hükümlerini bir kenara bırakıp (şekilci ve taklitçi) diyanetle yetinebileceklerine” hükmetmişlerdir. Tabii ki buna da zayıf da olsa bir “dini/fıkhi meşruiyet” kılıfı geçirmişlerdir. Buna göre “laik düzende İslami hükümler uygulanmaz; iç ve dış güçler ve mevcut hukuki mevzuat buna izin vermemektedir. Ama güçlenmek de lazım, bu da ancak iktidar olmakla mümkün. Modern iktidar tek yanlı olarak güç ve zenginlik kazandırır. Bu durumda güç toplayıncaya kadar iktidar olur ve iktidarı kullanırken İslami hükümleri askıya alabilir, dini ritüellerle yetinebiliriz” kanaati gelişmiş ve yerleşmiştir. Çünkü sembollerin ve ritüellerin hem dindar görünmeyi kolaylaştırdığı, hem de laik hasımlara karşı avantaj sağladığı düşünülmektedir. “… ‘iktidar için iktidar’ hırsıyla yanıp tutuşan eski İslamcılar ve muhafazakâr dindarlar, dinin hükümlerine karşı bağımsızlaşarak modern Leviathan’ı kendi iktidarlarında diriltmiş, bu arada sekülerleşmiştir. Dostoyevski “Tanrı yoksa her şey mübahtır” demişti. Pekiyi, hem Tanrı’yı ve dini ritüellere ve sembollere hapsedeceksin, hem sekülerleşip her şeyi mübah göreceksin! Bu olur mu ey Müslüman?” diye soran Zaman Yazarı ve Fetullahçı Ali Bulaç bazı “doğru”ları, kendi “yanlış hesapları” için istismar ediyordu. Şimdi Bay Ali Bulaç’a sormak gerekiyordu:

 

   “Avukatlığına soyunup savunduğunuz Cemaat, İslam’ın sadece ibadet ve ahlak hususlarına değil, muamelat ve ukubat (yani şeriat) esaslarına da sahip ve talip oluyor muydu? Ayrıca zatıâlinizin böyle bir amacı, çabası, Kur’an ve sünnete dayalı bir düzen hazırlığı ve İslami bir anayasa taslağı bulunuyor muydu? Bulunuyor ise niye bunlar toplumla paylaşılmıyor ve tartışılmıyordu? Dini ve dindarlık kisvesini istismar eden ve sekülerleşen AKP’lileri, yıllar boyu alkışlayan, her haltına kerametler uyduran bu zevatın akılları başlarına yeni mi geliyordu? Evet, din istismarcısı AKP, ABD ve AB’nin madalyalı taşeronuydu, peki Cemaat hangi merkezlerin sivil görünümlü memuruydu?

 

   Seçimlerden hemen sonra Erdoğan sürpriz ABD Zirvesi’ne katılıyor; Başbakan ABD Temsilciler Meclisi Başkanı John Boehner ile bir araya geliyordu!

 

   Başbakanlık kaynaklarından edinilen bilgiye göre, Başbakan Erdoğan ABD Temsilciler Meclisi Başkanı John Boehner ve beraberindeki heyetle 15-04-2014 günü Başbakanlık Resmi Konutu'nda yaptığı görüşmede, ikili ilişkilerin yanı sıra bölgesel ve uluslararası sorunlar da ele alınıyordu. Erdoğan, 1915 olaylarına ilişkin Ermeni iddiaları konusunda Türkiye'nin hassasiyetine dikkati çekerek söz konusu meselenin ikili ilişkileri olumsuz etkilemesine müsaade edilmemesi gerektiğini kaydediyor, ABD Temsilciler Meclisi Boehner de iddiaların tarihçiler tarafından ele alınması gerektiğini bildiriyordu. Asıl Konu: Suriye ve Ukrayna’daki gelişmeler oluyordu. Görüşmede, Suriye ve Ukrayna'daki gelişmeler hakkında da fikir teatisinde bulunuldu. Suriye'de Şam rejiminin de desteğiyle etkinliğini artırma eğilimi gösteren El Kaide terör örgütünün bölge güvenliğini tehlikeye soktuğuna değinen Başbakan Erdoğan, El Kaide bağlantılı terör gruplarının uluslararası işbirliği gerektiren bir tehdit olarak ele alınması gerektiğini vurguluyor, Şam rejiminin uzlaşmaz tutumunun Cenevre sürecini akamete uğrattığını da hatırlatarak bu durumun ülkedeki kaosu daha da derinleştirdiğini ifade ediyordu. ABD'li konuklar da Şam rejiminin yaptıklarının kabul edilemez bulduklarını, Türkiye'nin Suriyelilere yaptığı insani yardımları, ülkelerini terk etmek zorunda kalan Suriyelileri kamplarda ağırlamasını büyük bir takdirle karşıladıklarını belirtiyordu. Görüşmede, bazı AKP milletvekilleri ile Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone da hazır bulunuyordu.

 

   ABD yetkilileri “Kürt açılımında AKP’nin yanındayız” mesajını veriyordu!

 

   ABD’nin Ankara Büyük Elçisi Francis Ricciardone, açılımla ilgili “Türk hükümetini ve Kürt liderleri hem cesaretlendiriyor, hem de destekliyoruz” itirafında bulunuyordu. ABD’nin Suriye’yle ilgili stratejik hedefler konusunda AKP Hükümeti ile aynı safta olduğunu açıklayan Ricciardone, Fetullah Gülen’in Türkiye’ye iadesi konusunda ise olumsuz yanıtlar veriyordu. Suriye konusunda Askeri müdahale noktasında bir ülke arasında belirgin bir fark var mı? Sorusuna “Ben o konuda gerçekten de aynı noktada olduğumuzu düşünüyorum. Hepimiz Türkiye’yi, ABD’yi, NATO’yu korumak için uygun araçları bulmanın mücadelesini veriyoruz” diyordu. Ve zaten ABD’ye giden ve Siyonist Lobilerin güdümündeki vakıfları ziyaret eden Beşir Atalay’ın: “AB süreci ve desteği olmasaydı, bizim başta Kürt açılımı ve diğer demokratik adımları atamazdık” itirafı içine “AB süreci ve desteği olmasaydı MİT yasasını da çıkaramazdık” gerçeğini de katmak gerekiyordu.

 

   Bu arada AB delegasyonu yerel seçimlerden hemen sonra, Diyarbakır'ı ziyaret ederek Kışanak ve Sanayi Odası Başkanı Ahmet Sayar ile görüşüyordu.

 

   Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu Siyasi İşler Danışmanı Michael Miller ve Avrupa Birliği Türkiye Komisyon Temsilcisi Sema Kılıçer, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak ile Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Ahmet Sayar'ı ziyaret ve tebrik ediyordu. AKP Genel Merkezi’ni ziyaret eden ABD’nin Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone, AKP’li yetkililerle görüştükten sonra “aralarındaki ilişkinin yüksek seviyede” olduğunu belirtiyordu. El Cezire için kaleme aldığı makalesinde HDP’li Sırrı Süreyya Önder, özerkliğin fiilen gerçekleşeceğini belirterek “BDP-HDP ve AKP haricinde, Türkiye’nin tamamında örgütlenme iddiasında parti kalmadığını göstermektedir” diyerek “Seçim sonuçlarının tüm ülkenin özerlik istediği” anlamına geldiğini savunuyordu.

 

   Türkiye’yi Suriye batağına kim itiyordu?

 

   Siyonist Yahudi ABD’nin Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin, Hürriyet’e verdiği röportajdaki satır aralarında Türk-Amerikan ilişkileri açısından asıl önemli konular, Suriye batağı ve Kürt Açılımı teşkil ediyordu. Riccardone’ye göre Suriye konusunda Ankara ile Washington’un amaçların aynı fakat yaklaşımların farklı olduğunu vurguluyordu. ABD Büyükelçisi’nin Kürt Açılımı konusunda şu cümleyi ağzından kaçırıyor ve Recep Beyin “gizli görevini” ortaya koyuyordu. “Bu tarihi vazifenin tamamlanması için Türk hükümetini ve Kürt liderleri hem cesaretlendiriyor, hem de destekliyoruz.”[4] Böylece ABD’nin Erdoğan’a ve Öcalan’a “tarihi bir vazife” verdiği resmi ağızdan da itiraf edilmiş oluyordu. Bu “tarihi vazifenin” sadece Kürt Açılım’dan ibaret olmayıp, hem Erdoğan’ın Suriye’ye saldırı hazırlığından hem de ortağı Öcalan’ın PKK-PYD’ye verdiği “Suriye’de özerklik ilan edin” talimatından zaten anlaşılıyordu. İşte Ricciardone Hürriyet’e verdiği röportajla Erdoğan’ın “tarihi vazifesine” bu kez tamamlamak üzere yeniden başladığını ilan ediyordu. Nitekim bu cephede yeni hamlelerin yaşanacağı; Üst üste gelen Riccardone’nin açıklamalarından, Seymour Hersh’in “Doğu Guta’daki kimyasal saldırıda Erdoğan’ın parmağı olduğu” iddialarından ve “Reyhanlı patlamasını Şam’ın değil, El Kaide’nin işi olduğu” yönündeki Dışişleri Bakanlığı yorumlarından anlaşılıyordu.[5] Pulitzer ödüllü Amerikalı araştırmacı gazeteci Seymour Hersh 2013 Ağustos ayında Şam’a yakın Doğu Guta’da gerçekleşen kimyasal saldırıyla ilgili hazırladığı kapsamlı dosya konusunda daha fazla ayrıntıya girmek istemediğini belirtiyordu. 2004 yılında da Amerikan askerinin Irak hapishanelerinde (Ebu Gureyb vb.) yaptıkları işkenceleri ortaya çıkaran Hersh, kaleme aldığı bilgiler dışında son derece temkinli konuşuyordu. “The Red Line and The Rat Line” (Kırmızı Hat ve Gizli Hat) adlı makalesinde yer verdiği, kimyasal saldırının Türk hükümeti tarafından düzenlenmiş olabileceğini gösteren bilginin çok güvenilir kaynaklardan geldiğini ve yüzde yüz arkasında durduğunu belirtiyordu. Amerikalı istihbarat yetkililerinin ifadeleri ve istihbarat belgelerine dayandırılan yazıda, saldırının Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ve jandarmanın bilgisi dâhilinde El Kaide bağlantılı El Nusra Cephesi tarafından gerçekleştirildiği iddia ediliyordu.

 

   Adım adım “Özerk PKK Kürdistanı’na” kayılıyordu!

 

  Irak ile Suriye’nin Kuzey’i ve Türkiye’nin Güneydoğu’sunda birbirini etkileyen ve besleyen gelişmeler hızlanıyordu. Merkezî Irak yönetimi ile petrol satışı ve gelir dağılımı konusunda uzun süredir anlaşmazlık yaşayan Erbil’de artık bağımsızlık konuşuluyordu. Ancak, bölgesel yönetimin başkanı Mesud Barzani bu konuda her zamanki gibi temkinli duruşunu koruyordu. Önceki gün Arap Televizyonu SkyNews’te bir programa katılan Barzani, “Her ne kadar şu anda bağımsızlık için en iyi zaman ve fırsat olsa da Kürtler nasıl davranacaklarını biliyorlar diyerek uygun ortamı bekliyordu. Bir yandan Bağdat’la anlaşmazlıklar yaşayan Erbil yönetiminin El Kaide unsurları ve Kuzey Suriye’de özerk yönetim oluşturan PYD ile sorunları devam ediyordu. Bağımsızlığı tartışan Erbil, Kuzey Suriye’de PYD’nin tek taraflı özerk yönetim oluşturmasına karşıtlığını sürdürüyor. Barzani yönetiminin Suriye sınırına inşa ettiği ‘hendek’ ise en güncel tartışma konusuydu. PYD yönetimi Erbil’in sınırı kendilerine kapattığını savunuyor. Erbil yönetimi ise tam tersine Kuzey Suriye’deki Kürtleri Irak’tan gelebilecek El Kaide bağlantılı saldırılardan korumak için hendek oluşturduklarını söylüyordu. PYD şu anda en büyük mücadeleyi radikal unsurlardan IŞİD’e karşı veriyor. Irak’ta da büyük bir tehdide dönüşmüş durumda olan IŞİD, Selahaddin bölgesindeki petrol hatlarının kontrolünü ele geçirmeye çalışıyordu. Böylece El Kaide tehlikesi ileride PYD ile Erbil’i yakınlaştıracak gibi görünüyordu. Suriye’deki savaş, kargaşa ve yönetim boşluklarıyla oluşan özerk yapıyı Güneydoğu için rol model olarak sunma çabası ise gelişmelerin Türkiye’yi en yakından ilgilendiren kısmını oluşturuyordu. Özellikle KCK ve BDP’den gelen açıklamalar bunu gösteriyordu. AKP iktidarının da Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Özerklik Şartı bağlamında bir düzenlemeye dair hazırlıklar yaptığı biliniyordu. 

 

   İşte bu hengâmede Aydınlık Gazetesi, Hz. Peygamber Efendimizin Kutlu Doğum Haftasına sahip çıktıkları için CHP ve BDP’ye yükleniyor, oysa onların bunu istismar amaçlı yaptıklarını çok iyi biliyor, ama bu kadarcık bir İslam yakınlığını bile hazmedemiyordu.[6] Başörtüsü giyen kadınlar üzerinden İslam’a kin kusan Pınar Kür adlı zavallı sapkına Aydınlıkçılar hararetle sahip çıkarak şuur altlarına yerleşmiş şeytanlık damarlarını açığa çıkarıyordu.[7] Yetmez, İslam düşmanlıklarına kılıf yaptıkları Osmanlı karşıtlıkları, Çaldıran’da hezimete uğratılan ve Osmanlıyı parçalamayı ve halkımızı yozlaştırmayı amaçlayan Safevi Şah İsmail hayranlığına kadar uzanıyordu.[8] Ve tabi bütün bunları gören halkımıza AKP’ye sığınmaktan başka çare kalmıyordu.

 

   Türkiye merkezli tarihi bir inkılâp (devrim ve değişim) bekleniyordu!

 

   Kâinatın en büyük devrimine, tek başına girişen ve “bir çiçekle baharın nasıl geldiğini” gösteren Hz. Peygamberimizin ve yine şanlı Kurtuluş ve yeniden kuruluş mücadelemizin başarı sırrını beş madde halinde özetlemek istiyorum:

 

   1- Dert edin, araştır, öğren ve anla ki, inanasın…

 

   Çünkü ihtiyaç duyan iştiyak duyacaktır, okuyup öğrenmeye çalışacaktır; iştiyakla çalışan ise amacına ulaşacaktır.

 

   2- Sen inan ki, başkalarını da inandırıp coşturasın! Ne denli edebiyat yapsan ve ateşli nutuk atsan da, sen gerçekten inanmadığın şeylere başkalarını inandıramazsın.

 

   Evet, inanarak başlamak, başarmanın yarısıdır…

 

   3- Savunduklarını önce sen yaşa ki, itimat ve itibar edilip örnek alınasın! Diliyle hali, fikriyle fiili uyuşmayanlar, davetine ve davasına uygun yaşamayanlar ezilen toplumlara liderlik yapamayacaktır. 

 

  4- Şahsi karşılık umma ki, gönüllü rağbet ve destek bulasın! Çünkü nefsi çıkar ve makam peşinde riyakârlık ve istismarcılık yapanlar, toplum vicdanının röntgenine yakalanacaktır. Evet, ruhi terbiye ve ahlaki terakkiyle, önce nefsini dizginle ve kendini aş ki, tüm engelleri ve rakiplerini aşıp zafere ulaşasın.

 

   5- Netice hesabı yapma ki, kahraman olasın; hem kurtulasın, hem kurtarasın! Ucuz hesapların ve uyuz kuşkuların esiri olanlar, şeytani korkuların tesirinden kurtulamayacaktır.

 

   Unutma! Hiçbir zaman kalabalıklar içlerinden bir devrim lideri çıkarmayacak; bir lider kalabalıkları şuurlandırıp, onurlu mücadeleye hazırlayacak ve hak yolunda koşturacaktır!

 

--

MİLLİ ÇÖZÜM DERGİSİ


[1] 19 04 2014 / Cumhuriyet.

[2] Yeni Akit / 18 04 2014

[3] (16 Nisan 2014- Star- Amerika Camia’yı Kollar mı?)

[4] (Hürriyet, 7 Nisan 2014)

[6]Bak: 15 Nisan, 2014

[7]11Nisan, 2014

[8]16 Nisan 2014, Aydınlık son sh.

Yorum Yaz